Türkiye'de "yüzleşme/hesaplaşma" meseleleri üzerine

Celalettin Can Independent Türkçe için yazdı

Kolaj: Independent Türkçe

ABD ile Sovyet Rusya arasında süren Soğuk Savaş döneminde tarihten gelen katı devletçi geleneklerle kendini tahkim eden Türk devlet sisteminin, 12 Eylül darbesi ve "12 Eylül'cülük" üzerinden 42 yıl süresince çok daha katı biçimler altında kendini yeniden üretmesinin elbette ki sonuçları olacaktı.

Bunun başta gelen sonuçlarından biri insanlık suçlarına varan ağır insan hakları ihlalleri ve kırılmalar eşliğinde, demokrasiye ve demokratik hareketlere kendi temelleri üzerinde bağımsız gelişme ve yaşama sahası tanımama oldu. 
 


Öte yandan Soğuk Savaş'ın bitmesine ve küreselleşme sürecinin şekillenmesine paralel olarak ileri teknolojik gelişme dünyayı küçültmüş, toplumların özellikle teknoloji ile ilgili kesimleri yerküremizde ne olup bittiğini öğrenme olanağı elde etmişlerdi.

Makro düzeyde, ileri teknolojik gelişme dünyanın zenginliklerini belirli metropol öbeklerinde yoğunlaştırıp genel bir bütünleşme görünümü verirken, Soğuk Savaş'ın bitmesiyle birlikte, mikro düzeyde, toplumsal eğilimler ve yönelimler, çoğulcu, katılımcı, özgürlükçü, çevreci, anti cinsiyetçi, anti militarist, sivil biçimler almaya başlamıştı.

Soğuk Savaş döneminin ilişkilerine göre şekillenmiş yasakçı, dışlayıcı, kaba merkezci idari tarzların ve yaklaşımların en azından eski biçimleri ile sürdürülmesi olanağı ortadan kalkmıştı.

Türkiye de olumlu ya da olumsuz, ama bir şekilde değişen bu dünyanın bir parçasıydı.

Soğuk Savaş esprisi üzerinden güvenlikçi siyaseti katlanan Türk devlet sistemi, ortada Soğuk Savaş diye bir şey kalmadığına göre en azından artık eski biçimiyle sürdürülemezdi.

"Sürdürülmezdi" ama Türk oligarşik muktedirler hiçbir şey değişmemiş gibi sürdürüyorlardı.


'Değişmezlik'

Peki, nasıl oluyor da bizde işler dünyadaki gibi gitmiyor?

Biraz daha yakından bakalım.

Türkiye toplumunun tarih bilinci kesintili, zayıf ve yanılsamalı...

Her toplumsal kalkışma kanla bastırılmış, kanlı katliamların üstü örtülmüş, yeni nesiller bu kanlı geçmişi bilmeden 'ne verirsen onu alır' misali egemen muktedirlerin kurguladığı tarih bilincine göre şekillenmişler.

Doğunun kanunudur. Devlete biat esastır. İslam dini de böyle buyurur. Ayağa kalkan biçilir.

'Biçince' bitmiş mi? Bitmemiş…

Biçilen halklar, fırsat buldukça ayağa kalkmayı denemişler.

Ne ki her kalkışmada kanla bastırılmışlar, her bastırma onları biraz daha zayıf düşürmüş.

Zaman geçmiş, öyle bir an gelmiş ki önemlice bir kısmı cellatlarına tapınırcasına devlete aidiyet bilincine devşirilmişler.

Yüzyıllardır bu coğrafyanın halkları, kanla bastırmayı ve unutturmayı yönetim biçimi olarak benimsemiş bir devlet geleneğinin tehdidi altında ayakta kalmaya, yok olmamaya çalışıyorlar.


İhtiyacın dayattığı…

Bu gerçeklik, bu coğrafyada beraber yaşadığımız halklara ve toplum olarak hepimize, kimiz, neyiz, nereden geldik, nereye gidiyoruz gibi temel soruların bilimsel bir izahını açığa çıkaracak aydınlanma süreçlerini ihtiyaç olarak dayatıyor.

Geçmişten gelen acı yaşantıların mutlaka konuşulması, paylaşılması gerekiyor.

Sanat, edebiyat, kültür, sosyoloji, psikoloji, moral, pedagoji, siyaset, hukuk ve onarıcı adalet üzerinden gelişen bilimsel bir bakış açısından geçmişe ayna tutulması, geçmişle yüzleşilmesi gerekiyor.

Geçmişimizle barışmanın, nesilden nesle deneyim akışını süreklileştirmenin, nesiller arası kopuklukları gidermenin, 'tarih tekerrürdür' cehaletine kapılmadan, insanlar ve halklar arasında geçen acı olayların yarattığı kaygıları, korkuları aşmanın bir yolu budur!

Bu aslında bugünün kaygılarını ve korkularını da aşmanın bir yoludur.

Aşılamayan geçmişin eğilimleri bugünde sürer çünkü!

Toplumsal barışın ve adaletin, bir eşitleşme ve özgürleşme pratiği olarak demokrasinin ve hukukun bir kültür olarak gelişmesinin  en elverişli, en hakkaniyetli, en insani yolu da budur!

Günümüzde sınıflar arası kuvvet dengeleri, halklar arası ilişkiler ve uluslararası konjonktür de başka yollara fazla olanak tanımıyor zaten!

Devlet eğiliminin güçlü olduğu, kendi gerçeği ile yüzleşme kültürünün aşağılarda salındığı, merkezde hangi görüşün yer almasından çok, merkezde olmanın ve merkeze yakın olmanın önemli olduğu, çünkü hemen her şeyin merkezden belirlendiği  bir toplumda, bu çok sıkıntılı ve sancılı bir yoldur da.

Yukarıda ifade ettiğim gibi "en küçük demokratik kıpırdamayı kanla bastırmayı" yönetim biçimi olarak benimsemiş bir coğrafyada yaşıyoruz çünkü. 

İşçi ve emekçi sınıfları geçelim, burjuva demokrat kamuoyu ve kamu bilincinin, sivil-demokratik kitle örgütlerinin burjuva manada dahi bağımsız olamayacak kadar zayıf olduğu gerçeğini göz önüne aldığımızda, mesele daha iyi anlaşılır kanısındayım.


Deneyim…

Öte yandan son 20 yılda, özellikle yüzyılımızın ilk 15 yılında, Türkiye savaş ve barış politikaları üzerinden görece artan ölçüde geçmişi ile yüzleşme süreci yaşadı.

Ancak Türkiye, benzer süreçten geçmiş başka ülkeler gibi, radikal siyasal dönüşümler yaşamanın bir sonucu olarak "yüzleşme" gereği ile karşı karşıya gelmedi.

İkinci Dünya Savaşı'ndan Hitler Almanya'sının yenilgi ile çıkması Nazi karşıtı bir hesaplaşmayı ve demokrasiyi getirdi. 

Yunanistan'da da cunta rejiminin alaşağı edilmesi ve cuntacıların yargılanması demokratikleşme ile paralel ilerledi.

Sovyet sisteminin çözüldüğü doksanlı yıllarda, Uruguay, Arjantin, Şili başta olmak üzere, Latin Amerika'daki cunta rejimlerinin tasfiye olması tedricen böyle bir gelişmenin önünü açtı.

En önemlisi Güney Afrika'da yaşananlara Hakikat Komisyonları'nın eşlik etmesinin ortaya çıkardığı modeldi.

Anlaşılacağı gibi yüzleşme/hesaplaşma politikalarının bu toplumların hayatlarında dönüştürücü rol oynaması, radikal siyasal değişimlerle oldu.

Demokrasi iddiası taşıyan iktidar alternatiflerinin süngünün üstüne oturarak ağır insan hakları ihlallerini sorgulayamayacakları, sağlıklı ve işleyen bir demokrasiyi kuramayacakları, dolayısıyla yüzleşme/hesaplaşma politikaları yukarıdan kabul edildi, diyebiliriz.

Bu deneyimlerden netice olarak, iki yüzleşme/hesaplaşma biçimi ortaya çıkıyor.

Bunlardan birincisi, ağır insan hakları ihlalleri ve insanlık suçlarını, uluslararası kamuoyunun baskısı ve toplumdan gelen karşı konulmaz talep sonucu, Yunanistan emsalinde görüldüğü gibi, doğrudan hesap sormaya/yargılamaya dayalı 'dengeleyici adalet'…  

İkincisi, aynı suçların uluslararası kamuoyu ve güç dengesinin de yarattığı bir sonuç olarak ''maktul' ve "mağdur"un yan yana durduğu, maktulün itiraflarının güven vericiliği oranında mağdurun affedici pozisyonda konumlandığı, Güney Afrika emsalinde olduğu gibi, "uzlaşma"ya dayalı "onarıcı adalet"

Biz şimdilik böylesi hayırlı gelişmelerin çok uzağındayız...

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi bizde, biten Soğuk Savaş'a rağmen radikal bir siyasal değişim ortaya çıkmadı. Soğuk Savaş politikaları 'Kürt savaşı' da bahane edilerek sürdürülüyor.

Yüzleşme/hesaplaşmaya dayalı Hakikat Komisyonları, demokratik iktidar olanakları arayan bir siyasal alternatif ya da parti üzerinden ortaya çıkacak gibi görünmüyor.  

Bu bizi kaçınılmaz olarak gerçekten sivil-demokratik, gerçekten öz gücüne ve toplumun aydınlık yüzlerinin birikimine dayanan, aşağıdan gelişen alternatif bir çabaya götürüyor.

Türkiye'de ortaya çıkan nispi yüzleşme/hesaplaşma süreci sadece bu noktadan değil, birçok bakımdan dünyadaki örneklerine benzemiyor.

Alın yakın tarihimizi: 1960'lı yıllarda Kanlı Pazar'dan, 1970'li yıllarda 12 Mart Askeri darbesi, 1977 1 Mayıs, 1978 Maraş katliamlarına, 1980'li yıllarda 1980 Çorum katliamından, 12 Eylül 1980 darbesi, Diyarbakır 5 No'lu Cezaevi, Sivas Madımak, Başbağlar ve Roboski katliamlarına ve diğerlerine...

Öncesine gidelim: 1930'lu yıllarda, Koçgiri'den, Zilan'a, Ağrı'ya, Dersim katliamlarına ve diğerlerine... 

Kısacası Türkiye'de yüzleşme/hesaplaşma meselesi tarih içinde derin kökleri olan zorlu siyasi bir meseledir.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU