Katı olan her şehir buharlaşıyor!

Dr. Yüksel Hoş Independent Türkçe için yazdı

Görsel: WolfArt

Yahya Kemal'e, "Ankara'nın en çok nesini seviyorsunuz" diye sormuşlar. Kemal de o ünlü cevabı vermiş; "İstanbul'a dönüşünü."

Kuşkusuz Yahya Kemal'e bu cümleyi sarf ettiren neden, İstanbul'un Ankara'ya göre daha bayındır, kültürel olarak daha güçlü duruşu olmalı. Bir hikayesi, bir estetiği var.

Denize kıyısı olan her kent güzel olmak zorunda değil. Madrid de güzeldir ve en az Ankara kadar denizden uzaktır ancak Madrid, Barselona ile bu kadar acımasızca kıyaslanmamıştır.

Ankara, İstanbul ile hep kıyas edilen bir şehir olmuş. Bunda şüphesiz asırlardır başkentlik vazifesini yerine getiren şehrin yerine ikamet edilen başkentten beklenenlerin bulunamayışı da etkili.

En başta tarihi aura ve şehir hikayesi. O hikaye, insanları şehre bağlayan şey oluyor işte. 

Biz de bugün Yahya Kemal'e bu cümleyi sarf ettiren gerçeği; şehir-insan ilişkisini işleyeceğiz.

Biraz sosyoloji, biraz psikoloji biraz da kültür-sanat olacak yazımızda, ama korkmayın; terimler değil, hisler sizleri metne çekecek çünkü hepimizin içinde biraz Yahya Kemal var diye düşünüyorum.

O zaman başlayalım! Bu yazıyı da Batuhan Bozbay ile birlikte yazdık. Çünkü biz beraber fikirleşmeyi severiz. Sosyoloji dendi mi kalemi ona veririm. Zaten bundan sonra bir yazı daha yazıp köşeme çekileceğim muhtemelen.

Çoğunuz fötr şapka ile gezen eski İstanbul beyefendilerinin artık olmayışına dair o serzenişleri işitmişsinizdir.

Evet, İstanbul bugün kaderine, zamanın ruhuna terk edildi. Elbette Herakleitos'un iddia ettiği "Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir" ifadesi doğru.

Ama İstanbul değişirken özünü, belirli ölçüde koruyamaz mıydı?

Sahiden de Avrupa'nın büyük başkentlerinde de zaman, neden kumun bitmez tükenmez şekilde üzerine gelen dalgalar gibi gelmedi?

Nerede hata yaptık biz? Peki bu avamlaşma bize ne getirdi?

Bu sorular bugün başlangıç noktamız olsun. 

İnsanlık tarihinde tüm bilimsel gelişimlerin belirli kontrol ihtiyaçlarından türediğini biliyoruz, sosyoloji de bundan bağımsız değildir.

Klasik sosyolojinin önemli isimlerin önlerine koyduğu pek çok konu da aslında sanayi devrimi sonrası ortaya çıkan kontrolsüzlüğe dair kontrol arayışıyla ilişkilidir.

Durkheim, Weber, Marx, Tönnis ve Simmel gibi klasik dönemin önemli isimlerinin önlerine koydukları tartışmalara özetle bir bakalım. 

Durkheim'a göre, sanayi devrimi sonrası pekişen kapitalizmde, fabrikalarda çalışacak kitlelere ihtiyaç duyulmuş, böylece kitleler aniden kentlere doluşmaya başlamış.

19'uncu yüzyılda aniden Paris, Lyon, Londra vb. sanayi şehirleri aniden nüfus artışına gitmiş ve kaotik bir tablo ortaya çıkmış.

İşte Durkheim'ın analizi de burada başlıyor. Ona göre, kırsal nüfusa ilişkin daha duygusal, geniş aile temelli "mekanik dayanışma" yerine, kentlerde bireyciliğin, anomi/sapmanın ortaya çıktığı "organik dayanışma" çıkmıştır.

Din, ahlak gibi kitleleri biçimlendiren "sosyal olgular" zayıflaşmış ve çeşitli düzeylerde anomiler/sapmalar gözle görünür hale gelmiştir.

Günümüzün sanayileşmiş Batı Avrupa ve Kuzey ülkelerindeki dindışı bakışın bir etkisi de budur. Hatta İtalya'nın sanayileşmiş kuzey ve kırsal gelenekçi güney bölgeleri arasındaki farkın sebebi de.

Durkheim'in bu yaklaşımı ortadayken Weber ise bu durumu "toplumsal eylem" kavramı ile açıklamaya çalışmış.

Ona göre sanayi toplumu yani kapitalizmin koşulları, bireyleri giderek daha yoğun şekilde amaçsal/zweckrational eylem tipine büründürmüştür.

Böylece sözgelimi bir ağaca kendi kültürü nedeniyle farklı anlamlar veren, onu kutsal gören bireyden bir anda ağacı para, statü için araç/zweckrational gören kitleler ortaya çıkmıştır.

Marx ise şehirlere kapitalist birikim için tıkılan kitlelerin derin bir sömürüye maruz kaldığı, ama aynı zamanda diyalektik şekilde bu durumun devrimci koşulları da pekiştirdiğine değinmiştir.

Tönnis ise, Cemaat/Geminschaft ve Cemiyet/Gesellschaft ikiliği ile bu geçiş sürecini okumuştur.

Durkheim gibi gelenelsel kodlarla yaşayan cemaat ruhu, şehirleşme ile cemiyet ruhuna evrilmiştir. 

Dikkat ederseniz tüm bu isimlerin ortak noktası sanayi devrimi sonrası şehirlere akın eden kitlelerin ortaya çıkardığı problemlere, bu problemin merkezinde feodalizmden, kapitalizme değişime uğrayan topluma dairdir.

Peki, Avrupa'da ne oldu da yukarıda ifade ettiğimiz zamanın dalgaları değse de, bir şekilde şehir silüetleri kendini korudu?

Uğursuzluğumuz nerede başlıyor? Nerede hata yapıyoruz?

Aslında buna Avrupa'nın sınıfsallık tarihinden yanıt vermek mümkündür. Avrupa uygarlığı Antik Yunan'dan itibaren sınıfsal bir yapının devamıdır.

Bu nedenle Avrupa'da değişime direnç, Türkiye gibi tarihinde belirli bir aristokrasi, burjuvazi geleneği görece zayıf ülkelere göre daha dayanıklı olmuştur.

Bizde zaten şehirleşme kültürü geç gelişti çünkü sanayileşme geç gelişti, hatta tam gelişmedi. Dahası ise, şehirlerin aniden silüetini değiştirecek 1980 sonrası gerçekleşen iç göçe ilişkindir.

Ülkenin başına gelen "muhafazakar" iddiasındaki Demokrat Parti'nin İstanbul'un tarihi yarımadasında ana caddeler açmak için giriştiği tarih katliamıyla yok edilen camilerin, çeşmelerin ve vakıf eserlerin haddi hesabı yoktur.

Adalet Partisi döneminde de şehirlere doldurulan kırsal nüfus işte bu yıkımın üzerine tüy dikmiştir.

1980'lerde Özal dönemiyle başlayan süreçte ise kırsal kesim bu kez iktidara daha da bir yaklaştı.

Cehaletini bilen ve cehaletini kabullenerek kenarda oturan kimselerin masumiyetini koruduğu son dönemdir Özal dönemi.

Sonrasındaki süreçte ise gayet Jakoben bir laik baskı, İslamcı kesimi ortaya çıkaracak, onu iktidara taşıyacak ve ülkenin dönüşüm serüveni geri dönüşü olmayan bir safhaya girecektir.

Üste çıkan alttakine baskı yaptıkça intikamla donanan ve iktidara susayan kesim, ipleri ele alacağı ve geri yıkımı başlatacağı dönemin hesabını yaparken ülke asır kaybedecektir.


Şimdi kafanızın karışmaması için durun ve birkaç saniye düşünün.

1980 süreciyle neoliberal politikalar tüm dünyada merkezi politikalar haline gelirken Türkiye'ye ne oldu?

Olan şey aslında milyonlarca insanın Anadolu'dan kaydırılarak İstanbul'a getirilmesiydi, yani tarım toplumundan hızla hizmet sektörü temelli bir topluma evrilme oldu.

İstanbul gibi bir şehrin 5 milyona ancak yetecek su kaynaklarının günümüzdeki gibi 20 milyona yakın bir nüfusa yetmek zorunda bırakılacağı dönemin şirazesi o dönemlerde koptu.

Tarım toplumu hizmet toplumuna dönerken din-tarım toplumu din-hizmet toplumuna dönmek zorunda kalır.

Din, ister istemez geri plana itilir ya da kırsaldaki masum yerinden çıkar, şehirdeki kadrolaşma, cemaatleşme ortamlarında yaşatılır.

Tarımdan hizmete geçişte aradaki önemli, ama aynı zamanda burjuvaziyi tarihsel olarak besleyen, şehirlere belirli bir biçim, ruh katan sanayi halkası es geçildi.

Deyimi yerinde ise tekerleği bilen Türkiye kırsalı, mekanik devrimi hiç yaşamadan otomobile bindi.

O mekanik ve mühendislik evrelerin gelişimi, o parçaların, o donanımın üretilerek ve bilginin kuşaktan kuşağa aktarımı, sermayenin kuşaktan kuşağa artırılıp büyütülmesiyle devam eden sanayi burjuvazisi bizde hiç gelişmedi ya da pek güdük kaldı. Aristokrasi ise zaten neredeyse hiç yoktu.


Hâlihazırda Osmanlı nedeniyle İstanbul merkezli büyümeye alışmış olan ülkemiz, bir de sanayi halkasını atlamış, bunun üzerine beşeri sermayesi zayıf kitleler bir anda İstanbul'a akın etmek zorunda bırakılmıştır.

O sermayeye kavuşmak ana amaç olmuş, 1950'lerde İstanbul'da pavyonlar ve gazinolar, 1970'lere doğru ise binlerce batakhane bu insan tüketim kültürünün çarkına su taşımıştır.

Türklerin bu dönüşümü onların ahlaki bedeni olan kültürlerinin tam kalbine paslı bir hançer saplamış ve o paslı hançer hep "Anadolu irfanı", "güçlü kültürümüz" gibi kavramlar sıklıkla dillendirile dillendirile çürümeyi görmeyi reddetmişizdir.

Bir yandan "Anadolu irfanı" derken diğer yanda tren yapmış giden varoş kültür ve TV'de izlediğimiz rezilliklere şahit oluyoruz.

Rumeli gibi güzel bir medeniyet kültürünün teritoryal bazda bizdeki tek kalıntısı olan Trakya toprakları ise metamfetamin tüketimi, gençler arası evlilik dışı ilişkiler, rekor düzeyde alkol tüketimi ile özdeşleşmiş halde neredeyse.

Avamın yüceltilmesi, bir çay bardağı ve simit fotoğrafı ile on binlerce insanın beğenisinin kazanıldığı sosyal medya fotoğrafları, şehirlerdeki çürümede bu bahsettiğimiz sebep sonuç ilişkilerine örnektir.

Aynı zamanda ibadetini, haccını, umresini paylaşan insanlarla içkisini paylaşan insanların görgüsüzlüğü de avamın yüceltilmesinden başka bir şey değildir.

Bunların ikisi de şehirli değil, kökeninde köylüden daha köylüdür. Bedevidir. Medeniliğin zıttı olan bir bedeviliktir bu.

Aynı bedevilik sebebiyle yatırım bahanesi ile içine edilen ve yüksek katlı bloklara peşkeş çekilen araziler ve bu arazileri betonlara boğan kimseleri de anmak gerekir.

Aralarında laik, İslamcı, milliyetçi ve hatta sosyalist solcu onca kimse vardır bu şehir katillerinin.

Esenyurt gibi bir yerin vücuda getirilmesi ve sosyalist görüşlü bir belediye başkanı eliyle İstanbul batısının tahkim yeri olması öngörülen alanın yapılaşması ve günümüzün yabancı deposu haline getirilmesinin de üzerinde hiç durulmamıştır.

Müteahhit belki bu yapıların son halkasında söz sahibidir. İlk halka ise kuralsızlık, amaçsızlık, vizyonsuzluk ve deli bir hırstır.

Oysa Avrupa'daysa şehir silüetlerini besleyen, onları bayındır kılan aristokrasi kadar belirli bir burjuva kültürünün olmasıydı.

Orta Avrupa böyleyken Baltıklar ve Polonya'da da eski Alman asiller vasıtasıyla tohumlandırıldığı şehirler görmeniz mümkündür.

Orta Avrupa'da bile Avusturya Macaristan sayesinde belli bir kalite aktarımı yine başarılmıştır.

Bizde ise Osmanlı'dan kaynaklı zaten belirli bir aristokrasi yokken, bir de burjuvazimiz sanayi sorunumuzdan eksik kaldı ve şehirlerimiz atıl kaldı, toplu tecavüze uğradı.

Şimdi bir tarafta tarihsel olarak aristokrasi ve burjuvazinin eksikliğinden doğan hafıza sorunu, sanayi toplumu ile pekişen şehirleşmenin kültürünün geç gelişmesi; öte yanda İstanbul gibi bir şehre aniden, başka imkânları olmadığı için gelen milyonlar birleşince İstanbul'un siluetinin bir anda bambaşka bir hal alması ve kaderine terk edilmesi kaçınılmaz hale geldi.

Bu şehir, kendi şehir kültürü olan o güzel şehir değildir. Çoğu İstanbullunun ayağı haftada biri geçtim ayda bir bile çimene değmemekte.

Sokağa elindeki çöpü rahatlıkla atan bu insanları eğitmek için onları eğitecek olanları kaybetmemeniz lazımdı.

Ancak bu insanları eğitecek o yaşlı gerçek İstanbullular öleli en az 30 sene olmuştur.

Derslerimizden adab-ı muaşeret derslerini "gereksiz" diyerek çıkaranlar bu ülkenin hainidir. Bizleri tipsiz kutu tarzı binalarda oturmaya itenler de haindir. 


Peki, İstanbul'a gelmek zorunda olan milyonlara ne oldu?

Olan şey kültür şokudur. Tıpkı Avrupa'nın sanayi devrimi sonrası yaşadığı gibi kitleler, şehirlere gelince ani bir kültür şoku ile karşılaştı, ama orada tarımdan sanayiye geçişte işçi sınıfı kazandığı haklar ve bugünden bakıldığında "elitist" görünen hükümetlerce belirli ara geçiş süreçleri sağlandı.

Konut imkânları, serbest zamana imkân tanınan süre ve 20'nci yüzyıl ortasında yoğunlaşan sosyal devlet anlayışı ile tarım toplumundan koparılarak şehirlere getirilen Avrupalı işçiler bir anda sanayi devrimi sonrası yeşeren şehirlerin siluetlerine adapte edildiler.

Ya bizde?

Her şeyde olduğu gibi milyonlarca insan sadece şehirlere getirilip bırakıldı. Bu plansızlığın sonucu ise kültür şoku ve oydaşma arayışı oldu ve bunlar şehirlerin silüetlerini, ruhunu bozmanın dışında avamlığı da pekiştirir oldu.

Zenginleşenler, şehir tecavüzü bayrağını aldı ve tecavüze devam etti. Sermayesi elveriyorsa gökdelen, vermiyorsa apartman dikti.

Taksim ve Süleymaniye'deki tarihi yapıları yakıp, birkaç hafta sonra küllerini temizleyip otopark olarak kullananları gördü bu gözler.


Yukarıdaki serencamı biraz daha açalım. 1980 sonrası kentlere gelen kitle, kendilerini bir anda şehrin arka sokaklarında buldu.

Çoğu akrabalarına yakın yerlerde gecekondu diye tarif edilen yaşam alanlarında yaşama tutunmaya çalışırken, karşılarında bambaşka bir kültüre sahip kentli insanları buldular.

Bu kafa karıştırıcı durumun yarattığı kültür şoku ve korunma ihtiyacı beraberinde oydaşma arayışına kitleleri sürüklerken, çeşitli köy derneklerinin arkasındaki mekanizmanın da nedeni oldu.

1990'lara gelindiğinde İran'da rejim değiştiren ve Türkiye'de Erbakan'ı getiren şey, bir ölçekte işte bu kültür şokudur.

Elbette bu dönemin müzik anlayışının da arabesk olması şaşırtıcı değildir. Freudiyen psikanalizmin bize öğrettiği şey, dürtülerin sadomazoşistik şekilde de doyuma kavuşturulabileceğidir.

Milyonlarca insanın kültür şoku altında öfkenin, nefretini dışarıya değil de kendi bedenlerine jiletlerle yansıtması da aslında bu yanlış şehirleşmenin sonucudur denilebilir.

Zaten rezalet mahallelerde yaşayan ve aslında "scorched earth" tarzı bir şehir estetiğinde büyüyen gençler de o depresif ve karanlık atmosferi psikolojilerine taşıyıp mahallenin koruyucusu, namus bekçisi olacaktır.

Liseli dönemi hiç atlatamamış gençlerin bıçkın halini biraz daha devam ettirip, zamanla iş güç derdiyle boyun eğmeyi ve emir altında çalışmaya başlayıp dinginleştiren bu süreç, onları ilk trafik tıkanıklığında ya da basit bir tartışmada tekrar içlerinden eski canavarı çıkarıp zincirlerini çözmeye iten psikolojinin de sebebidir.

Ya trafikte dışarı çıkar o psikoloji, ya ayrılmak istediği eşinin peşine düşüp şehrin ortasında bıçaklatır.

Asla şehirli olamamıştır çünkü. Varoşta yaşamış, şehir kültürü kapamamış, babasını eleştiren bir çocukluk geçirip, babasına benzeyen bir maço olmuştur.

İşyerinde patrona karşı boynu eğik olan adam, evinde karısına buyurgan, çocuklarına otoriter olmaktadır.

Onun çocukları da aynı otoritenin taşıyıcısıdır ve buna muhafazakarlık diyerek kendilerini avuturlar.

Muhafaza edilen ne bir şehir görüntüsü, ne ev ve mesken estetiği ne kılık kıyafet özeni ne de bir dil zenginliği vardır.

Muhafazakarlık, cehaletin, avamlığın, arabeskliğin beleşten paket programa dökülmüş bir köksüzlüğün adıdır.


Peki, gelelim 2000'lere.

Neoliberalleşme sonucu elitist devlet anlayışının Türkiye'de çöpe atılmasında kararlı olunan o saçma liboş sürece.

Neoliberalizm demek kamuculuğun imhası, böylece devasa bir hayatta kalma ikliminin devletleri, kitleleri kaplaması demektir.

Bir diğer ifadeyle tüm dünyada olan şey, sermaye karşısında kitlelerin desteksiz bırakılmasıdır. 

Kendinizi bir anda aslanların, sırtlanların koşuşturduğu Afrika savanlarında düşünün. Organizmanın en temel ilkesi olan hayatta kalmayı dikkate alırsak, ilk yapacağınız şeylerden birisi, size benzerlerle belirli bir sosyal ağ kurma çabası olacaktır.    

Antilop musun? Öyleyse etli budunu garantiye almak için binlerce antilopun arasında olmalısın.

İşte neoliberal politikalar altında 1980'lerde başlayan 2000'lere doğru hızlanan şey buydu.

Hayatta kalma adına; Tönnis'in "cemaat" olarak tanımladığı, Durkheim ise "mekanik dayanışma" olarak gördüğü modern insana yakışmayan feodal bağlara geri dönüş yaşandı.

Sonuç ise feodalizmin geri dönüşü oldu. Akrabacılık, aşiretçilik, hısımcılık, adam kayırmacılık vb. daha niceleri işte neoliberal savana ikliminde hayatta kalma refleksinin sonucudur.

Demokrasi ve şehir medeniyetinin tüm kazanımlarını tersine çeviren ve kutsal kişilere kul, emirlere ram olmanın miladı da budur.


Böylesi bir hayatta kalma durumunun en temel niteliği belirsizlik, rekabet ve buna karşı belirli olma mecburiyeti olunca, yukarıdaki feodalizme ilişkin cemaat alışkanlıklarının pekişmesi kaçınılmaz oldu.

Bunun ötesinde bugüne devam eden, ortalama kitlelerce övülen çeşitli popüler kültür olguları da görebiliriz: Mafyacılık, kavgacılık, nezaketin aşağılanması vb.

Ortaokulda Türkçeyi çok düzgün konuşan bir arkadaşımıza "nonoş" lakabı takmışlardı. Çocuk bana çok yakında oturan, çok kitap okuyan; bence mükemmel biriydi.

Ama ona "nonoş" lakabı takanlar ise Levent'in az ötesindeki işçi yerleşmeleri olan Gültepe, Çeliktepe, Seyrantepe ile daha ötedeki Ayazağa ve Pınar Mahallesi'nden gelen gençlerdi.

Onlar için böyle kibar ve zengin Türkçe konuşan bir çocuk, sadece "nonoş" olabilirdi.

Bir süre sonra bu genç de dilini bozmaya ve "Napıyon?", "Neydiyon?" demeye başladı.

Avamlık ortasına aldığı şehirli adacığı eritti. Bir süre o mirası ben devralmaya çalıştım ama bana da benzer lakap takmaları korkusuyla ileri gidemedim.

Çareyi sınıfımın değiştirilmesinde gören ailemin büyük baskısı sayesinde o sınıftan kurtuldum.

Meğerse okulda ben ve benim gibiler için birkaç rezerve edilen sınıf daha varmış. Nereden bilebilirdim ki? Aileniz biraz baskı yapıyorsa ve biraz da nüfuzlu ise sizi o sınıfa alıyorlarmış.

Geldiğim sınıfta ise subay çocukları vardı ve onlar arasında nispeten daha rafine bir ortamda kalmayı başardım.

Bu sınıfta benim gibi çokça çocuk vardı ve ilk çıkan yabancı şarkıları öğrenir, gelişmeleri takip eder, Dünyada ne olup bitiyor elden geldiğince ilgilenir, okurduk.

Diğer sınıfla aramdaki zihniyet farkı zamanla makasın uçlarının açılması gibi açıldı. O çocukların çoğunu üniversite sonrasında gördüğümde aralarında en iyi durumda olanı, bir kafe işleteni idi.

Diğerleri ya tezgahtar ya bir fabrikada gece bekçisi ya da kamyon şoförüydü. Birini de bakkalda görmüştüm ve bana boşuna okuyorsun burada haftalık 150 bin lira kazanıyorum diyordu.

O bahsettiği para, bir öğretmen maaşının muhtemelen onda biriydi ama ona büyük geliyordu.

Makası açmaya devam etmenin yolu, çevrenizi rafine etmektir. Mahallenizi, eğitim gördüğünüz alanı, konuştuğunuz insanları, izlediğiniz kanalları, okuduğunuz kitapları... İnancınızı ya da inancınızı aldığınız kaynağı rafine etmektir.

Bunların hepsi aslında birer sonuç; neden ise yukarıda ifade ettiğim tablo. Nasıl ayak tabanlarımız sert zeminle temas ede ede sertleşirse, böylesi bir hayatta kalma durumunda kitlelerin mafya dizilerinden türeyen karakterler ile özdeşleşme arzuları da kaçınılmaz olacaktır.

Marx'ın yıllar önce ifade ettiği şey olan "Katı olan her şey buharlaşıyor" iddiası bu anlamda doğrudur.

Hele hele neoliberal politikalar altındaki kapitalizmde daha da doğrudur diyebiliriz.

1980 sonrası şehirlere kamyonlardan boca edilen kitlelerin derdi bu buharlaşmada, katı kalmaya çabalamaktır.

Kalpler, değerler, birçok şey artık katılaşmaktadır. Kurallar kimine esnekken kimine katıdır. Cezalar da öyle…


Sosyoloji bizlere suçlu ya da mağdur vermez; ilişkileri ve ilişki biçimlerini, bunların olmuş ya da olası sonuçlarını verir.

Bu yazıda klasik sosyologların tarif ettiği feodalizmden kapitalizme geçişte kullandıkları çeşitli kavramlardan söz ettik.

Yaşadığımız, şehirlerimizi kaybettiren sürecin feodalizme geri dönüş olduğuna ve maalesef giderek feodalleştiğimize değindik.

Hatta feodalizme geri dönüşten de öte garip, çarpık bir dönüş olduğuna değindik. Ancak şu unutulmamalı ki, İstanbul'un başına gelen şey, Avrupa'da yukarıda ifade edilen hafıza nedenlerinden daha yavaş gerçekleşse de tüm dünyada hâkimdir çünkü çekirdek etken olan neoliberalizm her yerde baskındır.

Bir tarafta sitelerinde güvenlikli alanlarda, dünyanın korunaklı merkezlerine jetleriyle ulaşabilen yüzde 1'lik zengin kesim, öte yanda ise hayatta kalma savaşının yaşandığı modern savanalar olan şehirlere tıkılan, burada hayatta kalmaya zorlanan, kamucu devletin yokluğunda adapte edilmemiş milyonlar.

İsmet Özel'in "İşte şehirleri bayındır gösteren" diye tarif ettiği, neoliberalizmin, dolayısıyla da vahşi kapitalizmin yarattığı çelişkili sonuç budur: Bir tarafta şehirleri var eden, öte yanda onları içten içe kanser gibi yok eden olgu.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Başıboş köpeklere dair duyarla sivrilen ve sabah akşam sosyal medyada onlarla alakalı paylaşımlar yapan bir kadın bana çok yakında oturur.

Villasındadır ve beyaz arazi aracıyla yemyeşil ve gölet kenarındaki yaşam alanından çıkarken görürüm onu. Ya konserine gidecektir ya da alışverişe…

Sokaklarda köpek kakasına basması söz konusu bile değildir. Yaşadığı göletli alana köpek girmesi yasaktır.

Orada tek bir köpek gezinmez çünkü o bahçeyi bekleyen bekçi tam 3 kez bu sebepten değiştirilmiştir.

Ama bahçeli villalı yaşam alanına almadığı köpekleri şehrin başına bela etmekten çekinmez. Çünkü kendisi de bir feodal düşes olmuştur.


Aşağıdaki köleler ise hayatlarını köşe başına köpek yemi koyup pis yoğurt kaplarına su koymakla geçirir.

Köpekler yediğini yer, kalanını ise böcekler ve farelerin çoğalması için sunar tabiat. Evet, tabiat diyorum çünkü Türk şehirleri, kuralsızlığa, tabiata teslimdir.

Şehirlerimiz birer savandır. Bu savanda serengeti ormanlarında koşan antiloplar gibi kalçamızın etli ve lezzetli bir yerinden ısırılacağımız günü bekliyoruz.

O ısırığı, o haracı vermeden geçemeyiz. Bu lordlar ve düşeslere isyan edecek kimseler ise azdır.

Köle, kendisine öğretilen, kuralsızlıkla alıştığı şeyi yapmaya devam ederken lordlar kazandıkça kazanır.

"Oğluma üç kıştır kaban almadım şu köpeklere mama parası ayırmak için" diyen avel teyzelere anlatacağınız hiçbir şey yoktur.

Bunlara gülün, geçin. Çevrenizi rafine tutun. Bu insanları yaşam alanınıza alsanız da almasanız da, onlarla samimi olmasanız da onların pislettiği şehirlerde ne kadar rafine kalabilirseniz o kadar kalın.

Şunun şurasında bir yetişkinin ülkede yaşayacağı ömrü, yetişene kadar geçen ömründen çok daha fazlası değildir ve maalesef Türkiye'de insanlar geç olgunlaşır, olgunluğun rahatlığını da az bir süre yaşayarak hayata veda eder.

İyisi mi biraz gün görelim. Rafine şehirleri, güzel şehirleri hak ediyoruz. Ama bunun için kural ülkesi olmalıyız.

Laik / İslamcı / ittapar / sosyalist / bölücü gibi kimseler ne yaparsa yapsın değil, kanun ve kuralların insanı üstün tuttuğu, şehirleri yaşanabilir kıldığı bir ülke meydana getirmeliyiz.

Yoksa dünyaya medeniyet adına vereceğimiz şey, sokaklardaki köpek kakalarından fazlası değildir. Ona da medeniyet değil bedeviyyet denebilir.


Yabancı elçilikler ve ülkelerin haber kanallarının artık kendi halklarını uyardığına şahit oluyoruz. Bunları hak etmiyoruz.

Çevremizdeki kuralsızlık, şehir görmemiş veya şehir kültürüyle büyümemiş muhafazakarların ve yine şehir kültürüyle büyümemiş laiklerin ortak tecavüzünün bir sonucudur.

Tımarhanelere tıkılması gereken din manyaklarının kanaat önderi olduğu, tımarhanelere tıkılması gereken mizantropistlerin kendilerine "hayvansever" dediği ve köpeklerine "çocuğum" dediği bir dünyada cesedi sokağa düşen, ısırılarak, kudurarak can veren çocukların "köpek" kadar değeri yoktur.

Her çocuk bir Mehmetçiktir. Mehmetçiği cephede arkadan vurmak ne ise o çocuklar büyümeden onları sokaklarda ite köpeğe yem etmek de onları arkadan vurmaktır.

Devlet vatandaşını arkadan vuramaz. Kanunlarla destekler. Kanunla arkalar. Boş bırakmaz, sahipsiz bırakmaz.

Üç beş nasipsiz için çocukların ve yetişkinlerin, yaşlıların, engellilerin sokaklarda saldırıya uğramasına sessiz kalamaz. O devlet insanı yüceltecek bir devlet iddiasını sürdüremez yoksa.

Katı olan her şeyi buharlaştırdık. Köpek kakalarını ise toz halde yutuyoruz. Kuduz geldi, veba kapıda.

Bizler üstün bir kültür meydana getirmiş necip bir milletiz. Bu aşağılanmayı da hak etmiyoruz.

Ya bedeviliğin medeniyetle takas, ya da hastane ve kaldırımda köpek kakası.

Seçim sizin.

Bir yazı daha kaldı. Sonrasında köşemize çekilip kitaplarımızı yazmaya döneceğiz.


Selam ve saygılarımla.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU