Latin Amerika'da demokrasi: Patronlar, politikacılar ve paralı askerler

Özgür Uyanık Independent Türkçe için yazdı

Latin Amerika'da devletin sorumluluk alanı daraldıkça çetelerin genişledi

Berlin Duvarı'nın yıkılışının birinci yıldönümünde ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin dağılmasından 3 ay önce Meksika'da "Vuelta" dergisi, Avrupa ve Latin Amerikalı çok sayıda entelektüeli Televisa kanalında canlı yayında bir araya getirmişti. 

İki Nobel ödüllü yazar; Perulu Vargas LLosa ve Meksikalı Octavio Paz da oradaydı.
 

2.jpg
Nobelli iki yazar Vargas Llosa ve Octavio Paz, 30 Ağustos 1990'da Meksika başkentinde karşı karşıya geldiler

 

Enrique Krauze yönetimindeki programın ismi "20. Yüzyıl Özgürlük Deneyimi"ydi. Esas olarak bu bir "Demir Perde"nin yıkılışını kutlama; demokrasi ve bilumum özgürlüklerin amiral gemisi ABD'nin zaferini kutsama programıydı.

O sırada Meksika'da halen PRI (Kurumsal Devrimci Parti) iktidardaydı ve -büyük bir komplocu olan- Carlos Salinas de Gortari devlet başkanıydı. 
 

3.jpg
Carlos Salinas de Gortari, 1989-1994 arasında Meksika Devlet Başkanı'ydı

 

Vargas Llosa, programın bir yerinde söze girdi ve konuyu Meksika'da PRI'nin uzun iktidarına bağlayarak tarihe geçen şu sözleri etti: 

Mükemmel diktatörlük Meksika'dır. Mükemmel diktatörlük komünizm değildir, SSCB değildir, Fidel Castro değildir. Mükemmel diktatörlük Meksika'dır. Kamufle olmuş bir diktatörlüktür bu. Diktatörlüğe dair tüm karakteristiğe sahip: Bir tek adamın değil, yenilmez bir partinin kalıcı diktatörlüğüdür bu.
 

4.jpg
1994'te herkes Luis Donaldo Colocio'nun Meksika devlet başkanı olacağına kesin gözüyle bakıyordu. Colocio PRI içinden fakat Parti bürokrasisine rağmen çıkan ilk adaydı. Ve bir suikasta kurban gitti. Komplonun arkasında kim olduğu ve katiller hiçbir zaman öğrenilemedi. Netflix Colocio cinayetini soruşturan bir belgesel yayımnladı

 

Llosa'nın sözleri orada bulunan herkeste şok etkisi yarattı. Zira kanal ve oradaki entelektüeller PRI ile çok yakındı.

Gerçi Octavio Paz gençliğinde İspanya iç savaşında Cumhuriyetçilere destek verecek kadar anarşistti ama nihayetinde o da iktidarla iyi geçinen bir entelektüele dönüşmüştü. 

Llosa bu konuşmayı yaptığı sırada PRI 60 yıldır kesintisiz biçimde iktidardaydı. Ancak bu tarihten 10 yıl sonra iktidardan düştü. 

Octavio Paz ve onun "çırağı" Enrique Krauze bir türlü susmayan Vargas LLosa'ya "iyi de biz bunun için buraya gelmedik" bakışı atıyordu. Llosa "partiyi" sona erdirmişti.

"Kent ve Köpekler"in yazarı, Latin Amerika'daki tüm diktatörlüklerin esin kaynağının PRI olduğunu söyleyecek kadar ileri gitti. 

Daha önce kimse bunu söylemeye cesaret edememişti. Zira Meksika'da hiçbir zaman Latin Amerika'nın geri kalanında olduğu gibi askeri bir diktatörlük yaşanmamıştı.

Üstelik Meksika her zaman Latin Amerikalı muhaliflerin sığındığı bir ülkeydi. 

Buna rağmen Nobel ödüllü Perulu yazar, PRI'nin iktidarını sürdürmek için "Meksika devrimini" demagojik bir retorikle kullandığını söylüyordu.

İşte "mükemmel diktatörlük" buydu: Sonsuz bir iktidarın muhalif kimliğine de el koyması.
 

12.jpg
Vargas Llosa'nın "Mükemmel Diktatörlük" kavramı yıllar sonra Luis Estrada'nın Meksika siyasetini anlattığı filminin ismi oldu

 

Octavio Paz bir noktada müdahale ederek, Meksika'da diktatörlük olmadığını sadece bir partinin hegemonyasından söz edilebileceğini söyledi.

Hatta PRI'nin sivil toplumu koruduğunu ve İspanya'da Franco'nun partisi gibi muhafazakar olmadığını da belirtti. 

Oysa Paz, Vargas Llosa'nın tam da bu durum sebebiyle kendisini "mükemmel diktatörlük" olarak tanımladığının gayet farkındaydı. Sözleri onun sağcı ve tutucu bir çizgiyi savunduğunu açıkça ilan ediyordu.

Bunun üzerine Vargas Llosa daha derin bir tahlil yaptı ve "Latin Amerika'da entelektüel ortamı, ona çok ince biçimde rüşvet vererek bu kadar verimli kullanan bir başka diktatöryel sistem olduğunu sanmıyorum" dedi.

Aradan 30 yıl geçti. Meksika devriminin mezar kazıcısı PRI iktidardaki tekelini kaybedeli 20 yıl oluyor. Fakat Vargas Llosa'nın tahlili geçerliliğini halen koruyor. 

Latin Amerika'da diktatörlük, hegemonya ve demokrasi iç içe geçmiş biçimde varlığını sürdürüyor.

Llosa, Sovyetlerin yıkılışının arifesinde belki de sadece bir romancıya nasip olacak bir hayal gücüyle, reel sorunun totalitarizm değil demokrasi retoriğini demogojik biçimde her açıdan kullanacak sorumsuz yönetimler olacağını hissetmişti.

Ya da aslında "Soğuk Savaş"la ara verilen eski bir hikayenin kaldığı yerden devam edebileceğini fark etmişti.
Bu noktada Arjantinli eski bir komünist entelektüel José Aricó'nun bir hatırası aklıma geliyor. 

Aricó 1945'de henüz Arjantin Komünist Partisi'ne bile girmediği bir dönemde, Farrell yönetimine karşı bir öğrenci eylemine katılıyormuş.

General Julian Farrel, ll. Dünya savaşı bitince içinde bulunduğu cuntayı devirip bir başka askeri yönetim kurmuş.

Öğrenciler de 15 yıldan beri süregelen askeri yönetime karşı sosyal adalet ve demokrasi talebiyle protesto gösterisi yapıyorlarmış. Karşılarına birden demiryolu işçileri çıkmış ve öğrencileri dövüp eylemi dağıtmış. 

Bu, işçilerin taş ve sopalarla öğrencilere saldırdığı olay, Aricó'nun ilk önemli siyasi deneyimiydi. 

Arjantinli komünist entelektüel, başından geçen tecrübeyi aktarırken "tarihsel anlaşmazlık" deyimini kullanıyor.

Çünkü işçilerle onlar için sosyal adalet ve demokrasi talep eden eğitimli grupların karşı karşıya gelmesi tesadüf değildi.

Aricó'nun tanık olduğu şey, aslında Arjantin'de Peronizm'in doğuşuydu. Zira Farrell'in Çalışma Bakanı, General Juan Domingo Perón'dan başkası değildi.
 

5.jpg
General Juan Domingo Perón, Arjantin modern siyasi tarihine damgasını vurdu. Politikaları tüm dünyada popülist liderlere ilham kaynağı oldu

 

Göreve gelir gelmez savaş yıllarında bulunduğu İtalya'da tanık olduğu Mussolini'nin korporativist siyasetini uygulamaya koymuştu. İlk ittifak kurduğu kesim de demiryolu sendikasıydı.

O tarihe kadar Arjantin sendikacılığı sosyalist, komünist, anarşist gruplarca yönetilen çok parçalı bir yapıya sahipti. Birçoğu yarı legaldi ve yasal dayanaktan yoksundu.

Ayrıca Arjantin'de henüz emekçiler 8 saatlik çalışma, eşit işe eşit ücret ve emeklilik gibi sosyal haklardan da mahrumdular. 

Perón sendikalarla masaya oturdu ve bu hakları içeren bir çalışma yasası çıkardı. Buna karşılık devlete bağlı tek bir merkez sendika kurdu ve dışında kalanları tasfiye etti.

Böylece Arjantin sendikal hareketi rejim dışı akımlardan korunmuş oldu. Ve elbette onlarca yıl Peronist siyasetin güdümüne girdi.

Perón, sendikal hareketi ömrünün sonuna dek gerek muhaliflerine gerekse de kendisini darbe ile iktidardan uzaklaştıran cuntalara karşı kullandı.

Ölmeden önce General Lanusse cuntasıyla anlaşıp yeniden iktidara döndüğünde sol hareketlere karşı "AAA" ( Alianza Anticomunista Argentina) adlı bir kontrgerilla teşkilatı kurup "Sol Peronist"lere yönelik bir savaş başlattı. 
 

6.jpg
Perón'un Lopez Rega ile bu resmi Arjantinli liderin Madrid'teki evinde çekildi. Perón henüz sürgünden Arjantin'e dönmemişti. Onun adayı Hector Campora büyük bir seçim zaferiyle iktidara gelmiş Perón'un geriye dönüşü için gerekli hazırlıkları yapıyordu. Lopez Rega, Perón'un sorunsuz biçimde ülkeyi yönetebilmesi için hareketin sol kanadını "pasifize" etme görevini üstlenmişti

 

Başında Perón'un Sosyal Refah Bakanı Jose Lopez Rega'nın bulunduğu faşist AAA örgütü 1973-1976 arasında sola yönelik 3 bin saldırı gerçekleştirdi, 2 bin sol muhalifi katletti. Öldürülenlerin içinde yüzlerce sendikacı vardı. Bunların çoğu da Peronist'ti. 

Yani Perón yalnızca işçi hareketini bölmedi, aynı zamanda sürgünde bulunduğu sırada kendi hareketi içinde güçlenen sol yapıyı bir kontrgerilla örgütlenmesiyle tasfiye etmeye kalktı.

Fakat bunu görmeye ömrü yetmedi. Onun başlattığı işi öldükten sonra Arjantin Silahlı Kuvvetleri tamamladı: 30 bin muhalifi Peronist- Komünist demeden yok etti.
 

7.jpg
Perón, üçüncü eşi Isabel ve Lopez Rega. Perón iktidara geldikten 1 yıl sonra ölünce yerine başkan yardımcısı yaptığı Isabel geldi. Gerçekte ise ipleri Rega eline almıştı. Darbeden önce İspanya'ya giden Rega hiçbir zaman yargılanamadı

 

Latin Amerika'da 20'nci yüzyıl ikinci yarısından sonra uzun askeri cuntalar ve genel olarak parlamenter demokrasinin kesintiye uğraması birçok açıdan önemli.

En başta siyasal toplumun doğal gelişimine indirilen bu darbeler, toplumların kendi iç çelişmelerini çatışma ya da uzlaşma yoluyla çözerek ilerlemesini engelledi.

Bu ülkelerin yetişmiş insan gücü tasfiye edildi. Ve ekonominin kendi dinamiklerine dayanarak gelişme şansı kalmadı.

Askeri cuntalar altındaki bu ülkeler aşırı borçlandırıldı ve üretimden uzaklaştırıldı. Sonunda neoliberal politikalara teslim oldular. IMF programları bu yıkımı derinleştirdi.

Ekonomik çöküş cuntalar gittikten birkaç on yıl sonra bile sürmeye devam etti.

Diğer yandan Latin Amerika cuntaları -genelde- bizim alıştığımızın tersine anayasalara ve yargının yapısına müdahale etmedi. Hatta akademiler bile belli oranda özerkliklerini korudular. Sendikalar da varlıklarını sürdürebildi. 

Bu yüzden siviller yönetime geldiklerinde demokratik düzeni hızla kurup yargı süreçlerini işletebildiler. Sonrasında Pinochet'in Şili'sinde bile anayasalar yüzlerce değişiklik ve yeni maddelerin katılımıyla reforma uğratılabildi.

Geride bıraktığımız 35 yılda bu reform süreçleri hiçbir zaman dinamizmini yitirmedi. Bugün sadece Arjantin, Uruguay gibi Avrupa geleneklerinin güçlü olduğu ülkelerde değil Brezilya gibi imparatorluk fikri ve Kolombiya gibi iç savaş içinde gelişen ülkelerin anayasaları bile dünyanın en özgürlükçü ve demokratik metinleri arasına girer.
 

9.jpeg
Alvarao Uribe Kolombiya'da vali olduğu dönemde gerillaya karşı paramiliter güçleri başarılı biçimde kullanınca başkanlığa kadar yükseldi. İktidarı boyunca paramiliter ordular kurup ülkeye yaydı. Daha sonra barış anlaşmasına karşı muhalefetin başını çekti

 

Böylece parlamenter demokrasiler siyasal açıdan kendini hızla tamir edebildi. Tartışmasız serbest seçimler tüm Latin Amerika'da yapılır hale geldi. Sandıktan çıkan alternatifler -1989'da Meksika ve Brezilya seçimleri gibi iki istisna hariç- sorunsuz biçimde iktidara gelebildi. 

Lula gibi işçi liderleri devasa Brezilya gibi ülkelerin başına gelebildi. Chavez gibi radikaller Venezuela gibi dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip bir Karayip ülkesinde seçimle başkan olabildi.
 

10.jpg
Altın ve değerli maden kaçakçılığının yaygın olduğu Venezuela'nın her yerinde paramiliter çeteler hüküm sürüyor. Zaman zaman ordu ile çeteler arasında şiddetli çatışmalar yaşanıyor

 

Solun yelpazesinden her renk Latin Amerika'da iktidarı tecrübe etti. Hatta bazıları 15-20 yıl boyunca bu deneyimi sürdürebildi. 

Ancak bu iktidar tecrübelerinden hiçbiri temel sorunlara kalıcı çözümler üretmeyi başaramadı. En iddialı oldukları konularda fark yaratamadılar: Sosyal refahı yükseltemediler. Sübvansiyonlar ve kredi artışı yoluyla sadece tüketimi yükseltebildiler. 

Yasal düzenlemeler yoluyla reformculuk ise sadece bu döneme özgü değildi. Darbelerle sıkışan Latin Amerika toplumları söylemde radikal ama yapısal değişikliğe neden olmayan bu reformlar yoluyla yönetile geldi. 2000'lerin sol yönetimleri sadece kalıpları biraz daha zorladı.
 

8.jpg
90'lı yıllar boyunca Peru'yu yöneten Alberto Fujimori, paramiliter yöntemleri politikada yaygın biçimde kullandı

 

Diğer yandan üst yapıdaki politik tezahürlerini bir kenara bırakır ve meseleyi kökten ele alırsak, Latin Amerika demokrasisinin sorunları bugün ortaya çıkmış değil.

Temelinde 5 asırlık sömürgecilikten kalan toprak rejimi, yarım asırlık neoliberal süreç ve gelir adaletsizliği uçurumu var.

Brezilyalı Marksist kuramcı Theotônio dos Santos 1966'da "Sosyalizm ya da Faşizm" başlıklı çalışmasında şu soruyu sormuştu:

Rantın belli ellerde yoğunlaştığı ve kapitalist gelişmenin özel biçiminin sonucu olarak toplumun çoğunluğunun marjinalleştirilerek dışlandığı, bağımlı toplum koşullarında istikrarlı bir demokrasi mümkün müdür?
 

11.jpg
Bağımlılık Teorisine büyük katkıları olan Brezilyalı kuramcı Theotonio dos Santos 2018'de hayatını kaybetti

 

Burada "demokrasi"den ziyade "bağımlılık" anahtar kelime gibi görünüyor. Çünkü bir ülkenin bağımlılık oranı azsa, egemen yapı, gelir dağılımındaki adaletsizliği farklı siyasal (ör. Çin) ya da iktisadi (ör. ABD) araçlarla manipüle edebilir.

Bu noktada "demokrasinin istikrarı" sistemin kendini sürdürme potansiyeli anlamına gelir. 

Çevre ülkeler daima merkeze tabidir ve onu taklit etmeye çabalar. Tabi bu doğrudan değil bir hiyerarşi dolayısıyla gerçekleşir. Örneğin Peru kendine Şili'yi örnek alır, Kolombiya Brezilya'yı.

Çünkü piramidin ucu, çevreden merkeze doğru baktıkça yükselir. Fakat örnek aldıkları ülkelerin kriz döngülerinden hiç ders çıkarmazlar. 

Nihayetinde bu ülkelerde politikacılara biçilen rol, kitlelerin idare edilmesi değil oyalanmasından ibarettir. Çünkü idare etmek için güç ve irade gerekir. 

Bu yüzden de patronların politikacılara, siyasetçilerin de paralı askerlere mecburiyeti hiçbir zaman bitmez. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU