"Nuh Tepesi" filminin yönetmen ve senaristi Cenk Ertürk: Her kelimeyle, küçük susma anlarıyla güreşen biriyim

"Ölüm, hakkında düşünülmesi gereken tek şey gibi geliyor. En azından şimdilik... Ölüm hakkında düşündükçe daha sahici yaşıyormuşum gibi hissediyorum"

Başrollerinde Haluk Bilginer ve Ali Atay'ın oynadığı "Nuh Tepesi" filmi, Robert de Niro'nun öncülüğünde gerçekleşen New York Tribeca Film Festivalinde "En İyi Senaryo" ve "En İyi Erkek Oyuncu" ödüllerini alarak uluslararası alanda çok önemli başarılar elde etti. 

"Nuh Tepesi" filminin yönetmen ve senaristi Cenk Ertürk ile sanat dolu bir söyleşi gerçekleştirdik.
 

Cenk Ertürk-.jpg
Cenk Ertürk


Değerli öğrencilerim; Armağan Can, Arzu Anlar Saraç, Behiye Sağlam, Canel Işık, Deniz Toprak, Dilara Sulu, Gözde Özbenigör, Gülen Çiçek, Nuray Elçin, Özden Çelik, Özlem Doğan'a söyleşiye sundukları katkılar için teşekkür ederim.
 


- "Nuh Tepesi" her ne kadar baba oğul çatışması üzerine kurulmuş olsa da sahnenin başında ve sonuna doğru Elif karakterinin kadraja girmesi, ayrıca karakterin isim anlamı bağlamında Ömer'in iç çatışmasına bir çözüm getirmeye çalışması bana Virginia Woolf'un "Kendine Ait Bir Oda" kitabında değindiği kadınların toplumsal konu ve rollerini hatırlattı. Bu konu hakkında fikirleriniz merak ediyorum.

Teşekkür ederim, hızlı başlamış olduk. 'Nuh Tepesi'ni yazarken bunun bir baba oğul hikâyesi olduğunu bilmekle beraber filmin Türkiye'de kadın olmakla alakalı ufak da olsa bir şeyler söyleyebilmesini istiyordum.

Filmdeki kadın karakterleri hatırlayalım: Öğretmen kadın, avukat kadın, sonra köy marketinde bir anlığına gördüğümüz kadın. Hiçbirinin doğrudan sesini duymuyoruz, hatta ilk ikisinin yüzünü dahi görmüyoruz.

Sonra Elif geliyor, Ömer ve İbrahim'in başından geçen hikayedeki en büyük kırılmalardan birine sebep oluyor.

Bu kırılmanın, filmin uzun ve hiç acele etmeyen bir Elif planıyla başlıyor olmasının, filmde duyduğumuz son sesin Elif'in sesi olmasının, kendimce orada bir parantez açıp kapatıyor olmamın sorunuz ışığında tekrar değerlendirilmesi hoş olabilir. 
 


- Türk toplumunun inançları göz önüne alındığında bir nesne olarak ağaç figürünün seçmenizde özel bir sebep var mı? Ağaç olmasaydı bu konuyu başka hangi nesne üzerinden ele alırdınız?

Yazarken bu tip imgelerin, özellikle böyle arketip değerleri olan, çok hızlı bir şekilde sembolleşme kabiliyeti olan imgelerin her ne kadar farkında olsam da ''Dur bir ağaç yazayım ve o şunu temsil etsin.' diye düşünmekten kaçınıyorum.

Sinema sanatının 'zaman'la kurduğu ilişkinin büyülü bir tarafı var. Kadrajı ve kadrajının dışı doğru tasarlanmış herhangi bir imaj, hızlıca kendisinden daha büyük ve daha derin bir şey haline gelebilir.

Bizim filmdeki ağacın hikayesi ise şöyle... Babamın köyündeydim. Babamla yürüyüşe çıkmıştık. Bir ağacın devrildiğini gördük. Ağacın yanına gittik, ne olduğunu anlamaya çalıştık; ağacı birisinin kesmediğini, ağacın kökünden boşalarak devrildiğini anladık.

Yürümeye devam ettik. Babama ''Ağaç demek kök salmak demektir, toprağı kavramak demektir, bu ağaç çok kolay düşmedi mi baba? Ya yürüyüşe on dakika erken çıksaydık? Ya on dakika geç çıksaydık? Ne ağacın düşme anını, ne de düşmüş ağacı görecektik. Çok garip değil mi?'' diye bir şeyler söylediğimi hatırlıyorum.

Eve vardık. Balkonda biraz oturduk. Babam sigarasını yakmış, derin derin içine çekiyor, uzaklara bakıyordu. Sonra ''Oğlum, ağacı sordun ya, çok kolay düşmedi mi diye... O ağacın köklerini yıllardır ne yiyor, ne kemiriyor; o ağaç yıllardır kim bilir neyle mücadele ediyor bilmiyoruz ki ve asla bilemeyeceğiz'' dedi.  

O son anlarına, ölümüne şahit olduğumuz ağaç zorla kendisini zihnime ve kalbime kazıdı sanırım. Dünyada biten hayatını başka yerlerde ve şimdi bir imge olarak filmde sürdürüyor. Sanırım ağaçlar öyle oluyor; ölmüyor, öldürülemiyorlar. Bir şekilde yaşayacak bir yer buluyorlar.
 


"Ölüm gelip her şeye nokta koyana dek, yalnızca yaralarından berelerinden acı duyarsın. Oysa kim bilir; esas acı, insana en acı veren yara bereden değil de, az sonra öleceğini bilmekten kaynaklanan acıdır" demiş Dostoyevski. İbrahim'in, çocukluğunda dikmiş olduğu ağacın altına gömülmek istemesini bu sözle nasıl ilişkilendirirsiniz?

Budala'da Mışkin'in giyotin, idam ve işkence hakkında konuştuğu bölümden olması lazım bu cümlelerin. 'Nuh Tepesi'ni yazarken Budala hep yanıbaşımdaydı. Filmde de Ömer'in yanıbaşında.

Bundan önce birçok kısa film çektim ve neredeyse hepsi bir şekilde ölüm hakkındaydı. Sonra bir yerlerde Tarkovski'nin "Ölüm varken neden başka bir şey hakkında film yapalım ki?" gibi bir cümlesine denk geldim.

Ölüm benim yazdığım metinlerin bir yerinde kendisine yer buluyor. Camus'nun "İntihar tek sorundur" demesi gibi... Bana da ölüm, hakkında düşünülmesi gereken tek şey gibi geliyor. En azından şimdilik... Ölüm hakkında düşündükçe daha sahici yaşıyormuşum gibi hissediyorum.

İbrahim'in ağacın altına gömülmek istemesini anlamaya çalışırken filmde onun söylediklerine kulak vermek, ayrıca ağacı gerçekten İbrahim'in dikip dikmediği sorusunu da kafamızın arkalarında bir yerinde tutmak iyi olabilir.
 


- Dostoyevski'nin Budala romanının bir sahnede vurgulanması ile filmdeki Ömer karakterinin kitaptaki Prens Mişkin ile güçlü benzerlikleri olmasından, hatta Dostoyevski'nin Mişkin karakterinde kendi karakterini yazmasından yola çıkarsak Ömer'in ve anne baba benzerliğinin Dostoyevski'den esinlenildiğini söyleyebilir miyiz?

Dostoyevski'nin duyguların üzerindeki örtüleri kaldırıyor olması, konuşulması gereken ne varsa karakterlerini onlar hakkında konuşturuyor olması, bir coşku haliyle yazıyor oluşu, karakterlerinin iletişim açlığı beni çok etkiliyor.

Ömer'i yazarken bir Budala'yı yazdığımı biliyordum. Belki Elif de bunu bildiği için özellikle Ömer'den Budala'yı okumasını istiyor. Romanda da vardı öyle bir şey. Nastasya Rogojin'den bir kitap okumasını istiyordu sanırım. 
 


- Filmi hem yazıp hem de yönettiniz. Hangisi daha sancılıydı? Yazmak mı? Yazdığınızı seyirciye aktarmak mı? 

Bu arada Kerem Hocam çok güzel yerlerden geliyor sorular. Benim için sancılı kısmı yazmak, çünkü ben hızlı yazabilen bir insan değilim. Her kelimeyle, küçük susma anlarıyla güreşen birisiyim. Özellikle yazarken o güreş beni çok yıpratıyor.

Yazmak insanın kendisiyle çokça yüzleşebildiği bir yer. Yazarken kendim hakkında birçok şey öğreniyorum. Kendime dair yeni ve büyük bir şey öğrenmenin şaşırtıcı etkisiyle bazen durduk yere yazmaya ara vermem gerekebiliyor. Bu ara vermelerle, kelimelerle, duygularla, sessizlikle, ritimle uğraşırken çok yoruluyorum.

Yazar olarak yazmayı bitirdikten sonra bir de yönetmen olarak yazdığım bir süreç oluyor. Yönetmen olarak yazmak çok başka bir şey; kelimelerle düşünmeyi bırakıp imajla, mesafeyle, postürle, bakışla ve zaman parçacıklarıyla düşünmeye başlıyorsunuz.
 


- Dünyanın en eski sporu olarak bildiğim ama çok bilinmeyen petank oyununun filmde vurgusu neydi? O oyundaki amaç hedefteki topu vurmak ya da topun çok yakınına gitmek. Peki, siz hedefinizi vurduğunuzu düşünüyor musunuz? 

Ben o oyunu babanın Fransa'dan gelirken yanında getirdiği, ama artık muhtemelen eskisi kadar kolay eğilip kalkamadığı için çok da oynamadığı, belki de kendisinden sonra oğlu, torunu oynasın diye bıraktığı bir oyun olarak görüyorum.

Hedefi vurmak konusunda bir şey söylemek gerekirse... Bir yönetmenin çeşitli tavizler vermeden filmini bitirebilmesini ve dünyayla paylaşabilmesini hedefi vurmak olarak değerlendirirsek, işler 'Nuh Tepesi' için yolunda gitti diyebiliriz. 
 

Derviş Zaim AA.jpg
Derviş Zaim / Fotoğraf: AA


- Boğaziçi Üniversitesi'nde ekonomi eğitimi aldınız ve Derviş Zaim Hoca'nın Seçmeli Sinema dersi ile sinemaya giriş yaptınız. Hem Derviş Zaim  Hoca'nın sizi nasıl yönlendirdiğini, hem de Boğaziçi Üniversitesi'nin insanı manevi anlamda yükselten Güney Kampüsü'nü sormak istiyorum.

Boğaziçi'nde Ekonomi okuyordum. Orta kantinde çay içerken yan masadaki kalabalık bir grubun coşkulu konuşmasına kulak misafiri olmayı çok seviyordum.

Boğaziçi Üniversitesi ile duygusal bağım orada okurken değil, sonradan sonradan kuruldu. Ekonomi doktorası planları yapıyordum. O sıralar Derviş Zaim'den seçmeli bir sinema dersi aldım. Kalbimi daha hızlı attıran bir şeyi bulmuş oldum.

Sonra Derviş Hoca beni o yaz çekeceği 'Nokta' filminin setine asistanı olarak çağırdı. Gittim, çalıştım. Derviş Hoca hem benim hem de Türkiye sinemasının başına gelmiş en güzel şeylerden biridir. Özel bir sinemacı ve düşünürdür.

İyi ki yolum önce Boğaziçi'ne, sonra Derviş Hoca'nın dersine düşmüş ve -kendi ifadesiyle- beni ''sinemaya bulaştırmış''. 


- İnsanları dışarıdan çok kolay yargılarken, ideallerine tanık olduğumuz zaman onlarla empati yapmaya başlıyoruz. Filminizde de bunun en güzel örneklerine şahit olduk, izledik. Siz bu filmi yazarken önceliğiniz neydi yani nasıl karar verdiniz? 

Yazmaya, kafamı bir süredir çok yoğun bir şekilde meşgul ettiğini tespit ettiğim bir soru ile başlıyorum. O soru bütün önceliğim oluyor. 'Nuh Tepesi'ni yazmaya da eminim peşine takıldığım bir soruyla başlamışımdır.

Bu tip soruları kendim cevaplamaya çalışırken karşıma çıkan şeyleri, ortayan çıkan yeni soruları çok seviyorum.
 

aa.jpg
Fotoğraf: AA


- New York'ta aldığınız sinema eğitiminden bahseder misiniz?

Amerika'daki birçok film okulu daha çok endüstriye öğrenci yetiştirir ve dünya sinemasının çok da farkında değillerdir. New York Üniversitesi (NYU) bu anlamda farklıydı. NYU Tisch Sanat Okulu, öğrencisini kurgu, görüntü yönetimi, ses, yönetmenlik, yazarlık, yapımcılık gibi bir tek alanda da yetiştirmez mesela.

Okuldan sinemanın tüm departmanlarını bilerek mezun olmanızı çok önemserler. Orada çok kıymetli hocalarım oldu. Her birinden çok özel şeyler öğrendim ama hepsinden öğrendiklerimin fazlasını sınıf arkadaşlarımdan öğrendim desem abartmış olmam.


- O dönemde Darren Aronofsky senaryonuz hakkında size neler söyledi?

Darren Aronofsky zaman zaman New York Üniversitesi'nde ders veriyor. Öğrencilerini, neden bizi sınıfına kabul etmesi gerektiğini kendisine anlattığımız niyet mektuplarımızı okuduktan sonra seçiyor.

Ben 2014 sonbaharında Darren'ın sınıfına seçtiği on iki öğrenciden biri oldum. Sınıfta önce senaryolarımızı birlikte geliştiriyor; sonra da senaryodan seçtiğimiz sahneleri sınıfın ve Darren'ın önünde gerçek oyuncularla canlandırıyorduk.

Darren'dan oyuncu yönetimi anlamında o kadar çok şey öğrendim ki... Darren'ın dersi için, filmi izleyenlerin 'marketteki kavga sahnesi' ve 'Ömer'in ağacı kesmeye gittiği sahne' olarak bilebilecekleri sahneleri seçmiştim.

Darren, senaryoyu ve oyuncularla çalışma şeklimi beğendiğini zaman zaman açık bir şekilde ifade ediyordu. O zamanki ismiyle Nuh Ağacı olan projenin yolculuğunu kolaylaştırması için cömert bir destek mektubu yazdı. Şu anda çekmecemde duruyor o mektup. Kendisine müteşekkirim.
 


- Filmde İbrahim'in oğluyla yüzleştiği bir sahne var. Orada şöyle bir cümle geçiyor: "Neden sadece sevmek ya da nefret etmek zorundayız? Neden bu iki aşırı uca mecburuz? Arada bir yerde durmak bu kadar mı zor?" Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Arada bir yerde olmak birçoğumuz için çok zor. Uçlarda olmak daha kolay. O arada olan yer, sorumluluğun biraz daha arttığı, özgürlüğünüzü sırtlanmanız, yüklenmeniz gereken bir yer. Orada düşünme yükü artıyor. Birilerinin verdiği pusulayı kabul etmemek ve itiraz başlıyor. Ve itiraz etmek zordur. 


- New York Times'da Ben Kenigsberg'in film hakkındaki inceleme makalesinde anlatım dili Abbas Kiyarüstemi'ye benzetilmişti. Ben de o bağlamda şu soruyu sorayım. Tarkovski "Mühürlenmiş Zaman" kitabında ideal sinema anlayışını anlatırken "Bir insanın doğumdan ölüme kadar bütün hayatını bir kameraya çekeceksin ve oradan bir buçuk-iki saatlik bir kesimi alıp ekrana yansıtacaksın. İşte ideal sinema anlayışım bu" der. Bu bağlam da Cenk Ertürk'ün ideal sineması nasıl?

Kiyarüstemi'nin çok zor duygularla tereyağından kıl çeker gibi uğraşmasını çok seviyorum. Onun filmlerinden, suyun saflığına ve basitliğine benzeyen o şeyden öğrenecek çok şey var. Sadece sinemaya dair değil. Hayata dair...

Benimle ilgili kısmına gelince... Bir cevap vermiş olmak için söyleyeyim: Şimdilik,  ama şimdilik, sinemadan beklediğim, günlük hayatın telaşının bize doğru bir şekilde sormayı unutturduğu bir soruyu, önemli bir soruyu doğru sorabilmek.

Ya ilk defa o kadar net sorabilmek ya da soruya farklı bir perspektiften bakmayı sağlayabilecek şekilde sorabilmek...
 


- Haluk Bilginer'le; Türkiye'nin en büyük aktörlerinden biriyle çalışmak nasıldı?

Haluk abi öyle özenli, özverili ve aynı zamanda sevmeyi öyle iyi bilen bir insan ki siz sette onun hem sevgisini hem de birlikte yaratma tutkusunu hissediyorsunuz. Çok öğretici oluyor.

Filmi yazmaya başladığım ilk günden beri İbrahim karakteri için hep Haluk abiyi hayal ediyordum. İlk filmimde Haluk Bilginer, Ali Atay, Hande Doğandemir, Mehmet Özgür, Arın Kuşaksızoğlu gibi sanatçılarla çalışabildiğim için ne kadar şanslı olduğumu çok iyi biliyorum. Ne mutlu bana...


- Yeni filminizi ne zaman izleyebileceğiz Cenk Hocam?

Eğer her şey istediğim gibi giderse yakın zamanda çekecekmişiz gibi görünüyor. Çekersek de, ben her şeyi çok yavaş yaptığım için birkaç yıla izleriz. 


- Yoğun programınız sırasında bize zaman ayırdınız. Çok güzel bir söyleşi oldu. Çok keyif aldım.  Umarım siz de keyif almışsınızdır.

Ben teşekkür ederim. Ben de çok sevdim söyleşiyi. Herkese çok teşekkürler. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU