Huş ağacının Auschwitz'deki soykırım tanıklığı

Mustafa Orman Independent Türkçe için yazdı

Georges Didi-Huberman

Ağaçlar, hastalandığında ya da böceklendiğinde yavaş yavaş çürümeye başlar ve toz halinde dökülürler.

Ağaç kökten kesilir, sadece kütük kısmı kalır. O kütük önce filizlenir, sonra da dal verir; kütükten çıkan dallar ve bu işlem "sürgün verme" olarak adlandırılır.

Huş ağaçları diğer pek çok ağaç gibi "sürgün verme" yoluyla da yetişir.

Kabuklanan, kabuklandıkça kabuklarını toprağa veren, izler bırakan, yaşını ve geçmişini kanıtlayan bir ağaçtır.

Ağaçlara atfettiğimiz güzellik, kutsallık, onların sistemlerine yönelik ince detayları görmezden geldiğimizde, onlara atfettiğimiz her şey anlamsızlaşır.

Çünkü onların da bakılmaya, görülmeye, dokunulmaya, suya, söze ihtiyaçları vardır; bunu belki de bir çiçekle konuşurken çiçeğin daha çok serpilip yeşermesinden biliriz. 


Tarihselliğe boğulmuş, yüksek cümlelerle donatılmış birçok acıyı ve tanıklığı yüzey yerine derinlerde aramak, olayın derinliğine gölge düşürdüğü, basitleştirdiği gibi, kimi zaman da duyarsızlaştırdığı deneyimlenen anlatılarla sabittir.

Tanıklığın insanların üzerine atılması, birçok tanıklık fırsatını ortadan kaldırmıştır. Çünkü insanı var eden hikâye, bazen o hikâye dil ile insan arasında bir krize dönüştüğünde hikâyeyi yok edebilir.

Hikâye, dünyayı anlamlandırma, aidiyet ve kimlik yükleme görevi üstlenir; hafıza da yaratır.

Geçmişe ait dehşetin ve olayların, tanıklık kriziyle reddedilişle karşılaştığında hikâye yönünü başka bir yerde çevreler.

"Tanıklık kriziyle" anlatılmak istenmese de hatırlama yoluyla bir sinema filmi sahnesi gibi tanığın zihninde oynar vahşet. Tedirginlik ve korku hakimdir tanıkta.

Bu krizi aşabilmek, bundan kurtulabilmek adına her zaman kendine karşı bir reddetme yolu izlenir, fakat bu reddetme sadece anlatma ediminde devreye girer, kişi kendiyle baş başa kaldığında ne kadar unutma çabasına girişirse girişsin hatırlamaktan kurtulamaz.

Çünkü kendine ait olanın, kendine yakın olanın vahşetine bakmak, en baştan red ile karşılaşır.

Dışarıya yansıyan derin suskunluk, köklerin çürüme ve yavaş yavaş tozlaşarak yok olmayla karşı karşıya kalması, tanıkta kendini başka bir biçimde reddederek ya da hatırlayarak yaşamaya çalışma yoluna ittirir.

Bir nevi yukarıda bahsettiğim ağaçlarda "sürgün verme" durumuyla karşılaştırılabilir.

Vahşetin tüm boyutlarına tanık olan kişi kökünü yok etmeden, vahşeti en derin yerine dek ortadan kaldırarak var olmaya çalışır.

Oysa ne kadar reddetmeye ve kaçmaya çalışırsa çalışsın, sürgün veren ağaçlar gibi dal verdiğinde kökünü asla unutmayacaktır kişi. 


Mekanın tasarımı, belleğin ölümü

Egemenin inşaası, egemenin doğası kahramanlık anlatılarına giriştiği gibi, kültürel mekânları müzelere dönüştürerek barbarlık anlatısını sürdürür.

Geçmişin suçlarıyla yüzleşmek adına yapılan mekânın egemen tarafından tasarımı, aynı zamanda geçmişi sergileyerek şimdinin krizine yol açar.

Devlet bizzatihi kendi eliyle mekânı işlevselleştirerek yeni bir kriz yaratır; yüzleşme adı altında yapılan bu mekânlar, yüzleşmekten çok bir kahramanlık sergisine dönüşür.

Zamanında insanların tutulduğu, öldürüldüğü yer "kamp" olarak anlamdırılırken artık günümüzde "kültür mekânı" ya da "müze" adını alır.

Öte yandan barbarlık endüstriyel olarak da kendini devam ettirir böylece. Bir egemen maskesi olarak önümüze çıkar kültür mekânları; yeniden üretimle insanlığa farklı amaçlarla gösterilir.

Georges Didi-Huberman, egemenlerin mekâna yönelik istilasına şu soruyu sorarak karşı çıkışını belirler, "Dünyanın her yerinde tüm kültür mekânları -kütüphaneler, sinema salonları, müzeler- Auschwitz'in hatırasını yaşatmaya katkıda bulunabilir, bunu söylemeye gerek yok. Ama Auschwitz'in hatırlamak amacıyla kurgusal bir mekân olarak tesis edilmesi için yerinde unutulması mı gerekirdi?"

Buradaki soru, egemenlerin "müze", "kültür mekânı" vurgusuyla, olan biteni, geçmişi yeniden tahrip ederek belleklerde, felaketi sergileyerek yüzleşmekten uzak durduğu gibi felaketi unutturduğuna, her şeyin anlamından birebir koparıldığını da belirtir. 
 

auschwitz.jpg
Fotoğraf: Wikipedia

 

Huş ağaçlarının 'Kabuklar

Georges Didi-Huberman, Kabuklar metninde "tanıklık krizi"ni aşmak ya da başka bir alan açmak amacıyla nesnelerin diliyle tanıklığı hem kültürel seyirde hem de insani boyutlarıyla derinleştirir.

"Zemin" ve "yüzey" üzerinden tanıklığın biçimini değiştirirken, çok boyutlu yollar da gösterir Huberman.
 


Şeylerin tanıklığını sözcüklerle çerçeveleyip bu tanıklığı, "bakış insanın eğilişidir" 1 cümlesine denk getirir; bakarken eğildiğini görebilmek, hissetmek anlamına taşırır.

Geçmiş, bellek, mağdur imgeleri üzerine kurulan ilişki başka özellikleri ve ayrıntıları bulmaya yol açar Kabuklar

Bunlar birkaç hafta önce Polonya'daki bir ağaçtan koparılan üç parça. Zamanın üç parçası. Benim zamanım da bu parçalarda: Bir parça hafıza, okumaya çalıştığım, yazılı olmayan şu şey; bir parça şimdiki zaman, orada, beyaz kağıdın üzerinde, gözümün önünde; bir parça arzu, yazılmayı bekleyen bir mektup, ama kime hitaben?


Georges Didi-Huberman, 2011 Haziran ayındaki Auschwitz Müzesi ziyaretinde, soykırım tanıklığını huş ağaçlarından kopardığı kabuklar yoluyla yeni bir tanıklık alanı ve görme biçimini ortaya çıkarır.
 


Kabuklar metninin tamamına anlam bina eden, metni geçmişin izleriyle ve tanıklığın içinde dolaştırarak "Hakikat kelimelerle değil (her kelime yalan söyleyebilir, her kelime herhangi bir şey ve onun zıddı anlamına gelebilir) cümlelerle söylenir" der.

Huberman, felaketin anlatılabilir yanını, kelimelerin sesiyle değil, cümlelerin çoğunluğuyla anlatabileceğine yönelik bir tavır geliştirir.

Özellikle huş ağaçlarından kopardığı kabuklar aracılığıyla hakikatin yollarını, tanıklığın izlerini sıradan, alışılagelmiş biçimlerde değil, bakışı daha uzaklara yönelterek bulunabileceğini işaret eder.

Bu işaret etme biçimi, kendi inşa etme yönelimiyle boyut değiştirir:  

O halde şunu asla söyleyemeyiz: Görecek hiçbir şey yok, görecek hiçbir şey kalmadı. Gördüklerimizden şüphe edebilmek için, hala görmeyi, her şeye rağmen görmeyi bilmemiz gerekir. Yıkıma rağmen, her şeyin silinmesine rağmen. Bir arkeolog gözüyle bakmayı bilmemiz gerekir. Ve işte böyle bir bakış, böyle bir sorgulama sayesinde, şeyler saklı mekânlarından ve mazilerinden bize bakmaya başlar.


Her taşın altında bir hikâye vardır, vurgusu kadar huş ağaçlarının kabuklarında da bir tanıklık vardır. Sadece taşın altında değil, taşın yüzeyinde de hikâye vardır.

Nesnelerin hafızayı harekete geçirerek kurbanı hatırlamaya taşıdığı noktaya götürür; çünkü tanık ortadan kalktıysa ya da yok olduysa artık tanıklık nesnelere geçer.

Huberman, nesnelerin tanıklığını ortaya çıkaracak, onları konuşturacak olan ise insanın bakma biçiminin üzerinde ısrarla durur:

Varlıkların yok edilmesi onların başka bir yere gittiği anlamına gelmez. Onlar buradalar, tam da burada: Burada kır çiçeklerinde, burada huş ağaçlarının usaresinde, burada binlerce ölünün küllerinin yattığı bu küçük gölde.

Göl, bakışlarımızın her saniye tetikte olmasını gerektiren durgun su. Suyun yüzeyine seyyahlar tarafından bırakılan güller hâlâ yüzüyor ve çürümeye başlamışlar. Ben suyun kenarına yaklaştığımda her yerden kurbağalar sıçrıyor.

Dipte küller var. Şunu anlamalıyız: Burada dünyanın en büyük mezarlığında, herkesin ayrı ayrı ve topluca katli için tasarlanmış aygıtların kalıntılarından başka "anıtı" olmayan bir mezarlıkta yürüyoruz.


Georges Didi-Huberman, dili görmeye yöneltir; insanın sınırlarını altüst ederek yanı başındaki görünmez olana, sessizliğe yönlendirerek tanıklığı dünyanın gözlerine bırakır.

Yazar, felaketi sergileme biçimini barbarlıkla eşdeğer gördüğü mekânlarda; mekânın uzağındaki her şeye bakışlar çevrildiğinde, birden çok nesnenin, bitkinin yeni görme biçimleri verdiğini ve yeni bir tanıklık yarattığını Kabuklar yoluyla gösterir. 

 

 

1. Walter Benjamin, Tek Yön, Syf. 57

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU