Başlığımızın konusu, yalnızca dini hususlarla ilgili değil, ilmî ve siyasî hususlar için de geçerlidir.
Dini inançlara göre hak/doğru tektir, dolayısıyla “hak din/inanç” da tektir, diğer “inançlar” ise batıldır.
Böyle bir düşünce, dinde yenilikçilik peşinde koşanlar için terstir. Diğer bir ifadeyle, yenilikçilerin inanç esaslarından birisi, “Hakkın birden fazla oluşudur.”
Yenilikçi olmayı murat eden her şahıs açısından bu durum, bilimsel, siyasal ve ekonomik perspektifler için de geçerlidir. Yani yenilikçiler, bu sözünü ettiğim dünyevi şeylerle birlikte inanç ve dinleri de aynı kategoride değerlendirirler. Kısacası yenilikçiler açısından “hak”, tek değil birden fazladır.
Şimdi biz burada hem “hak tektir” diyen gelenekçi İslamcıların hem de “hak birden fazladır” tezini savunan yenilikçi Müslümanların görüşlerini delilleriyle birlikte ele alıp incelemeye çalışacağız.
Yenilikçi Müslümanlar (yani irfan ekolünü benimseyenler) hakkın tek değil, çok sayılı olduğuna inanırlar. Bu ekolün başını çeken de ünlü arif ve filozof olan İbn. Arabi’dir. Bununla birlikte kimi arifler de hakkın çok sayılı olduğunu kabul ederler. Diğer bir ifadeyle, Allah’a giden yolun, insanların sayısı kadar fazla olduğuna inanırlar. “Ne ona giden yol tektir ne de “hak” tektir” derler. Nitekim şu şiir, İbn Arabi’ ye nispet edilir:
“Bir gün öncesine kadar arkadaşımı inkâr ediyordum.
Çünkü benim dinim onunkiyle aynı değildi.
Şimdi kalbim her şekli(.) kabul eder oldu.
Mer’a Ceylan içindir, Manastır Ruhbanlara aittir.
Ev putlarındır, Kâbe tavaf edenlerindir,
Levhiler Tevrat’ındır, Mushaflar Kuran’ındır.
Sevgi dinini din ediyorum üzengi nereye yönelirse,
Sevgi benim dinim ve imanımdır.
Yani benim dinim sevgi dinidir. Hem Allah’ı sevmek hem de insanlığı sevmek dinidir.
İşte ariflerin dini budur. İslam dininin aslı da bundan ibarettir.
Arifler açısından dinin cevheri imandır. İman, “inanç” değildir, “hub/sevgi” dir.İman; Allah’ı sevmek, O’na tevekkül etmek ve işleri ona bırakmaktır. Allah ile birlikte insanları da sevmektir. İşte dinin cevheri budur.
Dinin cevheri olan “sevgi”, farklı inançlar ile bir araya gelebilmektedir. Hristiyan, Hindu ve diğer inançlara mensup olanlar da Allah’ı ve insanları severler. Demek oluyor ki dinin cevheri bunlarda da vardır. Fakat sorun şuradadır:
“Müslümanlar dinin cevherinin sevgi değil, “zihni inanç” ya da “Kuran ve sünnet” olduğunu zannetmişledir. Dinin aslının “kalbi iman” olduğuna dikkat etmemişlerdir. Oysaki inançlar “imandan” ortaya çıkmıştır.”
Aslında inançlar, toplumun farazalarından, yani varsayımlarından, Kültürel kabullerinden ve ortak hayal güçlerinden oluşan şeylerdendir. Örneğin kim Şii topluluk içerisinde doğup büyümüşse, Şii olmuştur, kim de Sünni, Yahudi, Hristiyan, Hindu, Mecusi vs. topluluk içerisinde doğup büyümüşse, o da onlardan olmuştur. Kısacası insanların “dini inanışları” hiçbir zaman delile dayanmamıştır.
Dini itikatların oluşmasında, “deliller” değil “nedenler” söz konusudur. Yani toplumsal ve kültürel nedenler insanları sahip oldukları itikatlara sevk etmiştir.
Şimdi, “hakkın” birden fazla olduğunu iddia edenlerin delillerini aktarmaya çalışacağız. Onlar bu hususla ilgili 3 delil öne sürmüşlerdir:
1-Bu görüşü kabul edenlere göre Şiilik, Sünnilik, İslam, Hristiyanlık, Budistlik ve Mecusilik gibi inançların tümü de “haktır.” Çünkü bunların tümünde de Allah ve insan sevgisi vardır. O taktirde, bunlara göre öteki itikadi farklılıklar birer kabuktan ibaret ve sonradan dine dayandırılmış şeylerdirler. Diğer bir deyişle; “bir inanca sonradan dayandırılan şeyler, o inancın cevheri ve mihveri değillerdir.”
Bir Sünni şayet salih bir insan ise ve gerçekten Nebi Muhammed’in (s) sünnetine dayanıyorsa ve yine Allah’ı, hayır işleri işlemeyi ve insanları seviyorsa, bu Sünni hak üzeredir ve cennetliktir.
Bir Şii de aynı şekilde gerçekten imam Ali’yi izliyorsa, Allah’a iman edip insanların da hayrını istiyorsa ve yine imam Ali’nin iman ettiği gibi iman ediyorsa, o da “hak” üzeredir ve yolu da doğrudur.
Aynen öyle bir Hristiyan da gerçekten niyetinde samimi ve Mesih’i sevgisinde doğru ise, insanlığın da hayrını seviyorsa (ki bu durum, Hz. İsa Mesih’in de durumuydu), bu da hak üzeredir ve sonuçta bu da kurtuluş ehlindendir.
Elbette ki “hak” ehli iki türlüdür. Diğer bir ifadeyle, insanlar “hakkı” iki nedenden dolayı talep ederler. Bir kısmı, “hakkın” insanı hakikate ulaştırması için onu talep ederler. Diğer bir kısmı da “hakkın” insanı kurtuluşa götürmesi nedeniyle onun arayışı içerisinde olurlar. Bu kurtuluş, kıyamet gününde ateşten kurtuluş da olabilir, ariflerin dediği gibi dünyevi ateşten, ahlaksal rezilliklerden, kıskançlık, kin, vs. gibi manevi kötülüklerden kurtuluş da olabilir. Zaten insan bu türden bencilliği besleyen çirkinliklerden kurtulmadığı müddetçe, salih biri de olmaz.
Yine yenilikçiler/arifler şöyle derler:
“Dinî hak” ile “ilmî hak” birbirinden farklı şeyledirler. Oysaki Müslümanlar “dinî hak” ile “ilmi hak” kın aynı olduğunu tasavvur etmişlerdir.
“İlmi hak”, fizikte insanın dışında olan harici bir şeydir. Dindarlar, “şayet insanın itikadı hariçtekiyle mutabık ise, bu haktır” derler.
“İlmi hak” kın şöyle bir örneğini verebiliriz:
Bir telefonu düşününüz. Her kes onun telefon olduğunu hem kabul eder hem de söyler. Birisi kalkıp da ona “bu kalemdir” derse ya da “kitap” olduğunu söylerse, tüm insanlar onun o sözünün hata olduğunu dillendirirler. Dolaysıyla, telefona “telefon” demenin dışında ona söylenen “kalem”, “kitap”, “meyve” vs. gibi isimlerin tümü hem hatadır hem de batılıdır. Demek ki “hak”, dışarıda “tek” olan şeydir.
Dindar kesim, dindeki hakkın da ilimdeki hak gibi dışarıda tek olduğunu tasavvur etmişlerdir. Oysaki bu tasavvur Aristo’ya ait yanlış bir tasavvurdur. Yani o döneme hâkim olan düşünce, Aristo’nun bu felsefesiydi. Aristo hakikati tarif ederken; “hakikat, harici gerçekle mutabık olan şeydir.” diye tarif etmiştir. Onun bu düşüncesinden dolayı, döneminin din adamları da tevhit, nübüvvet ve mead’ ın hariçteki dünyada bir varlığının bulunduğunu tasavvur etmişlerdir.
Fakat yenilikçiler/arifler, bunların (dini hakikatlerin) zati/subjektif şeyler olduğunu söyleyip, harici varlıklarını kabul etmezler. Fakat bir takım esbap ve illetlere dayalı olduklarından bahsederler. Yani ariflere göre dini itikatlar, insanın ihtiyaç, eğilim, eğitim ve aklı ile ilgili şeylerdir. İnsan fazla okuduğu zaman, daha fazla hakikatlere ulaşabilir ve yeni keşiflerde bulunabilir. Hatta dinini dahi değiştirebilir ya da dini akidelerin gidişatına müdahale edebilir. Bundan dolayıdır ki arifler, itikatları çok da önemsemedikleri gibi, o itikatların tüm dinlerde hak olabileceğini de kabul ederler.
2“Hakkın”, birden fazla olduğunu destekleyen birçok deliller vardır. Onlardan biri de “vakiiyat” (somut kanıt) delilidir.
Şöyle ki, dünyada binlerce din ve mezhep görmekteyiz ve her geçen gün, bunların sayıları ha bile artmaktadır. İnanç olayı da şayet ilmi şeyler gibi dış varlığa sahip bulunsaydı, insanlar da aynen telefon gibi o inancın üzerinde ittifak sağlayıp onun varlığını ve hak olduğunu kabul ederlerdi. Nitekim Sünni-Şii, Hristiyan, Budist, ateist, Zerdüşt vs. den müteşekkil tüm alem, telefona “telefon” deyip onun üzerinde ittifak etmiş ve ihtilafa düşmemişlerdir. Fakat inanç ve dine gelince, her kes farklı bir algıya sahip bulunuyor. Peki neden bu kadar ihtilaf?
Şayet tevhit, nübüvvet, imamet, mead vs. gibi itikadi konular ilmi olup, aynen telefon, televizyon vs. gibi hariçte bir varlığa sahip olsalardı, öyle bir durumda insanlar, ilmi konuda hep beraber ittifak içerisinde oldukları gibi dini ve mezhebi konularda da asla ihtilafa düşmezlerdi? İşte bu, bize ilmi konuların objektif, dini konuların ise subjektif şeyler olduğunu gösteriyor.
Allah inanışı da öyle. Her ne kadar Allah hakikatinin yansımaları harici bir mevzu olsa da (yani dışarıda Allah’ın varlığının yansımaları bulunsa da.), fakat Allah’a iman konusunda ihtilaf söz konusudur. Yani mesele yalnızca Allah’ın varlığı, yokluğu, tekliği, ikiliği (seneviyet) ya da üçlüğü (teslis) meselesi değildir, mesele tevhide imandır. Demek ki tevhide iman, subjektif bir meseledir.
3-İnsanlardan her biri yaratılışı gereği üzerinde bulunduğu kendi yolunu severler. Örneğin Şiiler derler ki Sünniler yanlış bir yoldadırlar. Bu sözlerini tüm TV. Radyo ve minberlerde söylerler. Sünnilerin tümü de Şiilerin bu söylediklerini, delilleriyle birlikte duyar ve bilirler. Yani kesinlikle bundan haberdardırlar. Buna rağmen peki onlar niçin Şii olmuyorlar? Yani yüzlerce milyon Sünni’nin severek cehenneme gitmeyi istemesi makul olabilir mi? Şayet gerçekten Sünniler kendilerinin batıl bir yolda, Şiilerin de hak yol üzere olduklarını bilseler, onların Şia olmalarına engel olan ne olabilir? O taktirde peki niçin Şii olmuyorlar?
Hristiyanlar da öyle. Dünyada iki milyardan fazla Hristiyan’ın bulunduğunu söylerler. İslam kitapları onların dillerine de çevrilmiş ve okuyorlar da. Fakat buna rağmen Müslüman olmuyorlar. Şayet milyonda biri Müslüman oluyorsa, o da birtakım sebeplerden dolayıdır. Örneğin Müslüman bir kıza âşık olmuştur. Kız da ona “Müslüman olur isen seninle evlenirim” demiştir. O da mecbur kalmış İslam’ı kabul etmiştir. Ya da ona vahhabilerin parası ulaşmışsa, o da öylesine Müslüman olmuştur. Fakat şayet gerçekten “hak” tek olur ise ve onun da “İslam” dini olduğu ve bu dine girmeyenin cehennemde yanacağı düşünülür ise, insanın da tabiatı gereği kendi nefsini sevmesi mucibince, acaba tümünün de Müslüman olması gerekmez mi?
Diğer bir ifadeyle; şayet hak tek ise ve cehennem de güneş gibi ortadaysa, o taktirde denilebilir ki, bırakın da insanlar Şii ya da Müslüman olsunlar.
Elbette ki bu sözümüz, eski düşüncelerin karşısındaki yeni düşüncelerimizdir. Yani diyebiliriz ki yeni fikirler, eski fikir esaslarının karşısında olan birtakım değerler üzerine bina edilmiş fikirlerdir.
Dolaysıyla, hakkın tekliği ya da çokluğu, eski ve yeni fikirlerin semereleridir. Bu husustaki yeni fikirler, aşağıda sıraladığımız şu dört ilkenin üzerine bina edilmiştir.
A-Yenilikçiler derler ki, “hak”, açık ve anlaşılır değildir. Üzeri örtülüdür. Bundan dolayıdır ki, görüş ve düşünceler hep ihtilaflıdır. Ve şunu da söylerler:
“Hakikatin aslını oluşturan Allah, kendini gizlemiştir. Bundan dolayıdır ki “hak” üzerinde bir türlü ittifak sağlanılmıyor. Şayet Allah ortaya çıkıp kendini bir ağaç ya da dağ gibi ortaya koyup gösterseydi, hiçbir kul, Allah hakkında ihtilafa düşmezdi. Birisi vardır ötekisi yoktur demezdi. Ya da kimileri Allah “tektir”, kimileri de “iki” ya da “üçtür” gibi bir iddiada bulunmazdı. Demek ki insanlar O’nun hakkında ihtilafa düşsünler diye Allah kendini gizlemiştir. Yani ihtilafı isteyen Allah’ın kendisi olmuştur. Buradan hareketle diyebiliriz ki esas itibariyle hak, örtülü ve gizlidir. Nitekim birtakım rivayet ve ariflerin sözlerinde şöyle geçer:
“Allah kendini nurdan ve karanlıktan bin perde ile gizlemiştir.”
Ya da kimi rivayetlerde şöyle geçmiştir:
“Allah kendini nurundan bin örtü ile ve karanlıktan bin örtü ile perdelemiştir.”
Demek ki kullarından kendini gizleyen Allah’tır ve kulun burada bir suçu yoktur.
Aslında insan hayata başladığında da cahil olarak başlıyor. Çünkü insanın tüm ilimleri ihata etmesi mümkün değildir ve ayrıca buna ömrü de yeterli olmaz. Demek ki, hakkın gizli ve örtülü olması, ihtilafların sayısının çoğalmasının da sebebidir. Fakat kadim inanışa göre “hak” aynen güneş gibi gayet aşikâr ve her kesçe gözükmektedir.
Bu mantık üzerinden hareket edilirse şöyle denilebilir:
“Sünniler Şiileri görünce büyük bir şaşkınlık geçiriyorlar. Zira “sünnet (hak), güneş gibi ortada dururken, bunlar nasıl bunu görmüyor ve gidip boşu boşuna hurafelerin peşince koşuyorlar.” diyorlar. Şiiler de aynısını Sünniler hakkında söylüyorlar. Ve yine Müslümanlar da diğer din/inanç mensupları için aynı düşünceye sahipler. Zira Müslümanlar nezdinde “hak” olan tevhit, nübüvvet ve mead, güneş gibi ortadadır. Bunların ispatı için de delile ihtiyaç yoktur. Nitekim Kuran da öyle diyor:
“Gökleri ve yeri var eden Allah hakkında hiç şüphe edilir mi?” (İbrahim :10)
Yani kadim inanışa sahip Müslümanlara göre demek ki, Allah apaçık ortadadır. Fakat yenilikçiler şöyle derler: “Hak İlah” ve “hak din” örtülüdür. Şayet açık olsaydı bu kadar ihtilaf olmazdı.”
B-Yenilikçilerin dayandıkları ikinci ilke de şudur:
“Derler ki, “hak örtülü olduğu gibi, ona ulaşma yolu da pek kolay değil aksine çok zordur. Örneğin Einstein’ın görelilik nazariyesini anlamak ve ona ulaşmak çok da kolay değildir. İnsanın o görüşü anlayabilmesi için ilk, orta, lise ve Üniversite’yi bitirip, yüksek lisans ve doktora yapması lazım. Dini konular da öyledir. Çünkü dini konular, ilmi meseleler gibi hariçte bir varlığa sahip değillerdir. Yani ilmi konular objektiftirler, fakat dini konular subjektif oldukları için dışarıda bir varlığa sahip değillerdir. Bundan dolayıdır ki, daha derin ve anlaşılması daha karışık konulardır. Fakat eski düşüncelere sahip olanlar açısından “hak”, gayet açık ve aşikardır. Ve yine eski fikir sahiplerince o hakka ulaşmanın yolu da gayet kolay ve basittir. Onlar tevhidin aynen güneş gibi aşikâr olduğunu tasavvur ederler. Onlara göre güneş tektir ve gayet de aşikardır. Güneşin tek olduğunu ispat etme yolu da hayli kolaydır. Yani “Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed onun elçisidir” sözü, güneş kadar açıktır. Dolayısıyla, bu kadar açık olan hakikate iman etmeyenler ya kör ya sağır ya da kötü niyetli insanlardır. Nitekim Kuran da bunu söyler:
“Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, bu yüzden akledemezler.” (Bakara :171)
Yani olay onların (eski fikir sahiplerinin) nezdinde o kadar vazıh ki, kim tevhit, nübüvvet ve mead’a iman etmez ise, “bu şahsa ya sağırdır ya dilsizdir (Şeytandır) ya da kördür ve netice itibariyle de akletmeyendir (delidir)” derler.
Eski fikir sahipleri matematikte; 1+1=2 ettiği gibi, dini meselelerin de böyle olduğunu tasavvur ediyorlar. Şayet birisi onların tasavvur ettikleri gibi düşünmezse, adeta o, 1+1=3 veya 5 diyen birisi gibi onun kafasında birtakım arizaların olduğunu varsayarlar.
Evet bu, kadimin düşüncesidir. Bunlar hakkın tek ve vazıh olduğunu ve yine ona ulaşmanın da çok kolay bulunduğunu söylerler. Bunu böyle kabul etmeyenlere de ya “mümin değildir” ya da “aklından bir sorunu vardır.” yakıştırmasında bulunurlar.
Fakat yenilikçiler açısından “hakka ulaşmanın yolu” cidden çok zordur ve bu da hakkın birden fazla kabul edilmesinin sebeplerindendir.
C-Yenilikçilerin dayandıkları üçüncü ilkeleri de şudur:
“Derler ki, “A” ve “B” de belirtilen ilkelere binaen, Sünni -Şii tüm Müslüman cemaatlerin “hak tektir” dedikleri ve güneş gibi apaçık ortadadır sözleri, bunu böyle kabul etmeyenlerin de kör ya da kasıtlı Şeytan, mürtet, sapık, dünya ehli, çıkarcı vs. oldukları gibi yakıştırmalarda bulunarak onları itham altında tutmaları, tümüyle kötü niyetlerine dayalıdır. Bu kötü niyetli eski İslam algısına sahip olanlar, sapkınlıklarında o kadar ileri gitmişlerdir ki, onlar gibi düşünmeyenleri Hristiyan, dünya perest, vahhabi ve masonluk gibi şeylerle suçlamaktalar. Hatta bir Şii Sünni ya da bir Sünni Şii olduğu taktirde onun soyundan şüphelenip haramzade olduğunu bile ileri sürerler. Çünkü derler bu şahıs, Şii ise “velayeti”, Sünni ise “sünneti” terk etmiştir, dolayısıyla velayeti ya da sünneti olmayanın nütfesi de bozuktur. Onlar bu sözlerine dair uyduruk rivayetler dahi bulmuşlardır.
Kısacası onlar, mezhebini değiştirip Sünniliğe geçen bir Şii’yi ya da Şiiliğe geçen bir Sünni’yi direkt olarak itham altında tutmaktalar. Çünkü bunlara göre hak apaçık ortadadır. Yani güneş apaçık ortadayken nasıl birisi onu inkâr ettiğinde ya körlük ya da kötü niyetlilik ile itham edilir ise, bu da öyle olur. Özetlersek, bir kimsenin iki veya üç görüşe deliller üzerinden sahip olması, onlar açısından asla mümkün olamaz. Çünkü hak, onlara göre tektir ve bu da apaçık ortadadır.
Kısacası; yenilikçiler açısından, onların yenilikçi olmalarının üçüncü dayanağı, eski görüşe sahip olanların iddia ettikleri “apaçık ortada duran hakkı kabul etmeyenleri itham altında tutmalarının doğru olmadığına dayanmaktadır.” Bunlara göre bir insanın hak ve hakikat için delillere dayanan iki ya da üç, daha farklı görüşlerinin bulunabileceğini öne sürmekteler.
D-Yenilikçilerin dayanaklarından bir diğeri de kadim İslam görüşüne sahip olanların, kendilerinin kabul ettikleri hakkı, olduğu gibi kabul etmeyenleri ölüme mahkûm etmeleri, mürtet ve batıl saymaları ve buna inanmalarının doğru olmadığı hususudur. Yani yenilikçiler; kendilerinin ortaya çıkmalarını sebebinin, bu kesim olduğunu söylerler.
Toparlamalı olursak, yenilikçiler dört ilkeye dayalı bir düşünceye sahipler.
Bir: Hakkın açık olmadığına (Allah’ın kendini gizlediğine) inanırlar.
İki: Hakka ulaşma yolunun çok zor bir yol olduğuna (çünkü genelde insanların çok cahil olduklarına) inanırlar.
Örneğin birisi yalnızca “Budizm” in hak olduğunu iddia eder ise ve onun dışında kalan tüm inançların batıl olduklarını öne sürerse, böyle bir durumda insanların Çince ve Hindu’ca dillerini öğrenip onların kaynak kitaplarını öğrenmeleri gerekecektir. Acaba tüm insanların bunu yapmaları mümkün mü? Oysaki insanların tamamına yakını geçimlerini temin etmekle uğraşmaktalar. Bu türden insanların yer yüzündeki yüzlerce din ve mezhepleri inceleyip hak ile batılı birbirinden ayırt etmeleri acaba mümkün olacak mı? Her bir din ve mezhebi incelemenin bir yıl zaman aldığını farz eder isek, acaba en azından iki yüz dinin/mezhebin tümünü incelemek için, buna ömür kifayet eder mi?) İşte bu ikinci dayanak bize şunları söylüyor: “Tüm inançları inceleme imkânı bulunmadığından, hakkın tek değil, birden fazla olduğunu kabul etmemiz gerekir.”
Yenilikçiler sonra şöyle devam ediyorlar: “Mademki hak örtülü ise ve ona ulaşma yolu da zorsa, o taktirde her inanç mensubunu haklı bulup ve onu hak görüp, inandığı şeylerin de hak olduğunu kabul etmekten başka çaremiz yoktur. Dolayısıyla, o insana saygı göstermemiz gerekir.
Üç: Birinci ve ikinci ilkelere dayanarak Sünni ve Şiilerin “hakkın tek” olduğunu söylemelerinin doğru olmadığını ve bunu böyle kabul etmeyenlerin şeytan, sapık, çıkarcı ve nütfesi bozuk (karaktersiz) oldukları gibi hakaretamiz isnatlarda bulunmanın, onların kötü niyetli olduklarını gösterdiğini kabul ederler.
Dört: Farklı inançlardan olup kendi inancını hak bilenler ile ünsiyet kurabilmek için, onun hak gördüğü şeye saygın olunması gerektiğine inanırlar.
“Hakkın birden fazla kabul edilmesi hususu ise, o insanın kendi düşüncelerini “hak” olarak kabul ettiğine hürmeten onu kabullenmek içindir, o şahsa müsamaha göstermek için değildir” derler.
Yani İslamcılar “İslam dininin” müsamaha gösteren bir din olduğunu söylerler. Evet, zayıf olduğu dönemlerde müsamaha göstermiştir, fakat güçlü dönemlerinde asla müsamahakâr davranmamıştır. Fakat tesamüh (hoş görü göstermek), “taaddüt/çoğulculuk” ile çelişir.
Tesamüh ile taaddüt ayrı şeylerdir. Biz “taaddüdü”, hakkın müteaddit (çok sayıda) olmasından dolayı söylüyoruz. Başkasının görüşüne ihtiram etmek de onun yalnızca insan olması dolayısıyla değil hem insan hem de “akil” olması hasebiyle, onun o görüşünün hak olabileceğine inanmaktan geçer.
Ayrıca bizlerin elinde hak ile batılı ölçebilecek bir dış ölçek de mevcut değildir. Örneğin havanın sıcak ve soğukluğunu ölçme cihazı vardır. Bu türden derecelere hiç kimse itiraz etmez ve bunlar dış ölçümler için kullanılır. Fakat dini/inancı ölçmek için ve hangisinin hak hangisinin de batıl olduğunu ortaya koymak için elimizde herhangi bir ölçme cihazı mevcut değildir.
Örneğin ben bir şeye inanıyorum, siz başka bir şeye inanıyorsunuz. Hristiyan biri daha başka bir şeye inanıyor. Oysaki hiç birimizin elinde hak ile batılın doğru ölçümün yapacak tek bir tane dış ölçüm cihazımız mevcut değildir.
Bizler, bizim hak, Hristiyanların batıl olduklarını nereden anlayacağız? Elimizde bir hak-batıl ölçme aleti yok ki? Örneğin bir doktor ateş ölçme cihazını hastanın dilinin ya da koltuğunun altına koyup onun ateşini ölçebiliyor. Bu, bir dış ölçüm aletidir ve bu cihaz üzerinde, tüm insanlar arasında ittifak vardır. Fakat inanç ve dinlerde böyle bir şey söz konusu değildir. Hatta şayet çoğunluk hakkın ölçüsü azınlık da batılın ölçüsüdür dersek, o taktirde Hristiyanlık çoğunluktadır deyip onun hak olduğunu kabullenmemiz gerekecektir. Fakat onun da hak olduğu belli değildir.
4-Hakikatin birden fazla olduğunun dördüncü delili de şudur:
“Arif olan Müslümanlar Allah’a dair her zaman “hüsnü zan” (olumlu kanaat) taşırlar. İslam alimleri ise “hak tektir” demekle, Allah’ı büyük bir zan altında tutarak, ona zulmetmekteler.”
Şöyle ki:
“Şayet Allah kendini gizlemiş ve insana da eksik bir akıl vermiş ise (ki İslam alimleri aklın eksik olduğunu söyler ve “bu eksik ve kusurlu aklı da insana veren elbette ki Allah’tır” derler.) o taktirde peki niçin sonradan insanları cezaya çarptırıyor ve onlara neden hidayet olmadın diyor?
Bunu dışında üstüne üstelik hem Şeytan’ı var edip insanlara musallat kılıyor hem de onda şehevi duyguları var edip onu kıskaca alıyor? Bütün bu yaptıklarıyla birlikte bir de kulu cezalandırıyor ve neden doğru yolda yürümedin diyor.
Fakat ariflerin görüşüne göre insanların %90’ı hidayeti bulmuştur, geriye kalan %10 kesimi ise bilerek mücrim olmuşlardır.
Ariflerin bu sözünden hareketle, akla şöyle bir soru da gelmiş olabilir:
“Şayet ariflerin dedikleri gibi insanların büyük çoğunluk ıslah olmuş iseler, peki nasıl oluyor da örneğin Şiiler, yalnızca Şiilerin hak, diğerlerinin ise “batıl” olduklarını söylüyorlar?
Çünkü “batıl” demek, cehennemlik demektir. Buradan hareketle, dünya nüfusunun %5’inin Şii olduğunu düşünür isek, %95’i cehennemlik oluyordur. Ayrıyeten bir de Şiilerin içlerinde çeşitli gruplar vardır. Örneğin velaytçi, gulat, ahbari, usuli, bâtıni, vs. gibi birçok gruplardan söz etmek mümkündür.
Velayet-i Fakihçiler gulatı, ahbarileri ve ötekileri suçlarken, diğerleri de Velayetçileri suçlar.Mehdeviyetçiler de Usuli ve ahbarileri suçlarlar vs. Yani bu gruplara bakılırsa, 8 milyar insanlık alemi içerisinde Allah’ın var olan rahmetini getirip de topu topuna 5-10 milyon insana tahsis kılıyorlar. Peki bu nasıl bir ilahi rahmet oluyor.
Ama ariflerin görüşüne göre Allah’ın rahmeti sonsuz ve sınırsızdır. Onun hidayeti de fazlasıyla geniştir. Çünkü iman fıtridir, akait ise insan kaynaklıdır. Akide, kendi kıstaslarına göre iyi insanı belirlemek için icat edilmiştir. Fakat fıtrat hırsızlıktan, yalandan, cinayetten ve zulümden hoşlanmaz, bunları reddeder. Yani Fıtrat talime ihtiyaç duymaz ve fıtrat, dini güzelliklerle doludur.
**
Müslümanlar cephesinden insanlara baktığımızda, Şeytan’ın Allah’tan daha güçlü olduğunu görüyoruz. Oysaki Kuran, Şeytan’ın hilesinin zayıf olduğunu bildirir.
“Şeytan’ın hilesi gerçekten de zayıftır” (Nisa: 76)
Peki nasıl oluyor da Şeytan, 8 milyar insanın tamamına yakınını saptırıp cehenneme sevk ediyor da fakat Allah yalnızca 5-10 milyon insanı ancak hidayet edebiliyor. Böyle bir durumda Şeytan mı daha güçlü oluyor yoksa Allah mı?
Şayet Müslüman alemin dedikleri doğru olursa, bu ayeti tam tersinden tefsir ve tevil etmek gerekir. Çünkü Müslüman alimler insanların tamamına yakınını cehenneme göndermekle Şeytan’ı daha güçlü kılıyorlar.
Müslümanların en önemli istidlalleri “naslardır”, yani Kuran ve Sünnettir. Şimdi biz o nasları ele alıp inceleyeceğiz.
Düşününüz ki 100 tane Geyik vardır. İki avcı onları avlamaya gidiyor. Avcılardan biri onlardan yalnızca bir tanesini, diğeri ise 99 tanesini avlıyor. Acaba bu avcılardan hangisi daha güçlü olur?
Şayet 8 milyar insandan 7.900.000’ini Şeytan avlayıp cehenneme sevk ediyorsa, onlardan 100.000 tanesini de Allah hidayet edip cennetine sevk ediyorsa, acaba bunların hangisi daha güçlü olur? Allah mı Şeytan mı?
Kuran, Şeytan’ın şöyle dediğini nakleder:
“Ancak içlerinde ihlasa erdirilmiş kulların müstesna (diğer kullarını saptıracağım.) (Hicr: 40) Bunlar da enbiya, evliya ve Allah tarafından ihlasa erdirilmiş kullardırlar. Peki bu durum makul olur ve inandırıcı gelir mi?
Kısacası bu şekildeki iddialar (yani Şeytan’ın çoğunluğu saptırıp, Allah’ın da azınlığı hidayet etmesi ve Allah’a dair böyle bir suizan ’da bulunmak) Allah’ın o genişçe rahmetini sınırlamaktır ve yine Allah’ı, Şeytan’ı ve şehevi duyguları var edip insanın canına musallat kılmakla suçlayıp, onu zalimlikle nitelemektir. Ve yine hak verirsiniz ki bu anlayış, Allah’ın ilahlığıyla uyuşacak bir şey değildir.
5-Hakikatin birden fazla olduğunun delillerinden birisi de şudur:
“Dini okuma hususunda, tüm insanların aynı okumayı yapmada birleşip ittifak etmeleri mümkün değildir. Örneğin bir tek kitap olan Kuran’ın tefsiri için yüzlerce cilt kitap yazılmıştır. Elbette ki insanların düşüncelerindeki farklılıklar, tabiatıyla itikatlarına da yansımıştır. Dolaysıyla tek olan nassın, tefsirinin de tek olması mümkün değildir. Bu özel bir ilim alanıdır. İleride hermenötik olarak bunun açıklamasını yapacağızdır. Yani her tefsirin kendine has önceliği olan alt yapı ve yöntemi vardır. Şayet Kuran’ı tefsir eden şahıs Şii ise, onun Kuran’ı tefsir yöntemi de Şii’ce olur. Örneğin el-Mizan tefsirinin sahibi felsefeci ve büyük düşünürlerden biridir. Fakat Kuran’a yazmış olduğu el-Mizan Tefsiri, Şii’ce yazılmış bir tefsirdir. Şayet Kuran’ı tefsir eden şahıs Sünni ise, onun yaptığı tefsir de Sünni’ce olur. Örneğin Fahri Razi büyük düşünür ve felsefecilerden biridir. Fakat Sünni olduğu için Kuran’a yazdığı Tefsir-i Kebir’i de Sünni’cedir. Demek k insanın mesbukatı/geçmişi, Kuran’ın okunuş biçimine (tefsir şekline) de tesir eder.
İnsanın geçmişi kendi iradesiyle ilgili değildir. Onun çocukluğu, yaşadığı bölge, ailesi, aldığı kültür ve mizacıyla (eylemiyle) de ilgilidir ve bunların tümünün insanın okumalarında izleri vardır. Dolaysıyla, insanın boş bir zihin ile nasları okuması mümkün değildir. Bu konu, ilmi olarak ispatlanmış bir konudur. Bundan ötürü diyebiliriz ki, “Müslümanların Kuran’ın boş bir zihin ile tefsir edilmesi gerekir” gibi sözler, boş bir iddiadan öteye değildir.
Dolaysıyla, nasları farklı okumalar, hakkın birden fazla olmasını gerekli kılar.
6-Hakkın birden fazla olduğunun delillerinden birisi de şudur:
“Arifler derler ki dinin cevheri tektir. İtikat ise kabuktur. İtikat mihver ve cevher değildir. Bundan da şunu anlıyoruz: “İnsan için asıl olan ve fayda veren şey, kabuk değil, dindeki cevherdir.”
Ve şöyle devam ederler:
“Bizim için önemli olan şey, “insanlar için faydalı olan şeyleri tespit etmektir. Özellikle de içerisinde bulunduğumuz bu son asırda, inhisarı (sınırlılığı) kabul etmek, acaba insanlar için faydalı olur mu? Yani hakkın tek olduğu mu yoksa birden fazla olduğumu, bunlardan hangisi insanlık için daha faydalı olur, buna bakmak lazım. Nitekim Kuran şöyle der:
“Köpük bir kenara atılır, yok olup gider; ancak insanlara yararlı olan şey yeryüzünde kalır.” (Ra’d: 17)
Düşününüz, tüm bir dünya ya da farklı inanç müntesiplerinden müteşekkil toplumlar için, bunların hangisi daha yararlıdır? Tek “hakka” iman etmek mi? Yoksa birden fazla hakka iman etmek mi? Şayet “hak birden fazladır” dersek ve tüm bir dünya ya da farklı inançlardan müteşekkil ülkeleri oluşturan topluluklar için barış, sükûnet, huzur, selamet ve kardeşlik içerisinde yaşama imkânı oluşacaktır dersek, o taktirde diğer mezhep ya da din müntesipleri arasında düşmanlık, husumet, savaş, kin ve çekişmeler sürekli yaşanmış olacaktır. Yani bir Şii, Sosyalist, Zeydi, Sünni tarikatları, Yezidi, Yahudi ve Şiilerden olmayan tüm mezhep ve din müntesipleriyle, onları batıl bildiklerinden dolayı sürekli mücadele edip dünyayı ve üzerinde yaşanılan ülkeleri cehenneme çevirip duracaklardır.
Örneğin sizin arkadaşınız Sünni ya da Hristiyan’dır. İçinizde ve kalbinizde onun batıl olduğunu düşündüğünüz için ona, kendi mezhebinizden olan birine gösterdiğiniz saygının aynısını göstermiyorsunuz. O da size karşı aynısını yapıyordur. Dolayısıyla da karşılıklı aranızda bir samimiyet husule gelmemektedir. Çünkü karşınızdakini batıl ve cehennemlik olarak görüyorsunuz. Aranızdaki irtibat, gösterişten öteye geçmiyor.
Şimdi bunların hangisi daha yararlı ve üstündür?
Kuran diyor ki:
“İnsanlara yararlı olan şey yeryüzünde kalır.” (Ra’d:17)
Tekrar soruyorum. Acaba bunlardan hangisi insanlar için daha faydalıdır? “Hak birden fazladır” deyip ve karşıdakini de hak bilip ona saygı göstermek mi, yoksa yalnızca benim inancım haktır ve karşıdakinin inancını batıl bilip onunla düşman olmak mı?
Şayet denilse ki: “Ey Hristiyan. Şayet iyi bir insan olur isen, sen de hak üzeresin. Ey Sünni. Şayet sen de iyi bir insan olur isen, teröristlik etmez isen, insanların ve insanlığın hayrına olan şeyleri sever isen, sen de hak üzere olursun. Bir Şii ve Sosyaliste de öyle denilse, topluluklar arasında hiç kuşkusuz elbette ki güzel bir ortam oluşur. Dolaysıyla insanların çoğunluğu hakkı ve insanlığı seven yaratıklardır. Tümü de kardeşlikte samimi olmayı severler.
Mezhepçilikteki şu vahdetten söz etme ve birbirlerine zeytin dalı uzatmalar, tümüyle yapmacık şeylerdir. Fakihlerin “Sünniler bizim öz kardeşlerimizdir, bizler onları seviyoruz vs. gibi sözleri de tümüyle gösterişten ibarettir. Sünnilerin de Şiiler için söyledikleri sözler aynıdır. Bunların hiç birisi samimi değillerdir, gerçekte bunların hiç birisi diğerini sevmiyordur. Şiiler hep halifelere küfürler yağdırırlar. İster halkın önünde ister gizlide hep onu yaparlar. Sünniler de Şiilerin kendi kutsallarına sövdüklerini biliyorlar. Hatta bir Şii bir Sünni’nin karşısında her ne kadar halifelere “Radiyallahu anhu/Allah ondan razı olsun” dese de ve ona hazret diye hitap etse de o Şia’ya inanmazlar ve “takiye” ediyor derler. Kalbinde o Şii’nin münafık olduğunu düşünürler. Örneğin bir TV. Konuşmasında bir Şii alim, halifelerden birisine “Radiyallahu anhu” ya da “hazret” dese, onu tastık etmezler, çünkü onun halifelere küfrettiğini biliyorlar. Dolayısıyla Sünniler o Şii’yi sevmezler. Şiiler de öyledirler. Herhangi bir Sünni’yi sevmezler. Çünkü derler o Sünni, hilafete tabi olanlardandır. Halifeler de Hz. Fatıma’ya, İmamlara şöyle zulümler yapmışlardır.
İşte bu türden şeylerden kurtuluşun tek yolu, hakkın birden fazla olduğuna inanmak ve onu kabul etmekten geçer.
Şayet Şiiler olarak “şu Sünniler hak üzeredir” dersek, artık onlarla herhangi bir düşmanlıkta bulunmamız söz konusu olmaz. Çünkü biz onların kutsallarına ihtiram gösteriyoruz, onun farklı görüş ve inancına kalben saygıda bulunuyoruz.
Yani benim irfanî ve yenilikçi dinim, başkalarının inancına hakarette bulunmaktan beni engelliyordur. Bu da mezhepçilik taassubunun çözümü için tek asil yoldur. Yoksa gösteriş üzere yapılanların hiç birisinin bir faydası söz konusu değildir. Nitekim İran İslam Cumhuriyetinin her yıl vahdet için milyonlarca dolar harcayıp konferanslar tertiplemelerinin, takrip kurumu kurmasının, 100 yıldan bu tarafa Mısır, Irak, İran içerisinde kitaplar basıp yayınlamasının, elle tutulur hiçbir sonucu olmamıştır. Tam tersi her geçen gün mezhepler arasında terör artmakta, kanlar akıtılmakta, Afganistan, Pakistan, Irak, Suriye, Yemen vs. gibi ülkelerde Şii-Sünni kavgaları yüzünden kan gövdeye ulaşmaktadır. Demek ki bu türden çalışmalar, sorunları halleden türden değildir.
Dolayısıyla, şayet bu yolun yararlı bir yol olduğunu söyler isek, bu dinin (bu projenin) de doğru bir yol olduğunu söylemiş oluruz.
Buraya kadar yenilikçilerin görüşlerini aktarmış olduk. Şimdi de eski görüşü savunup hakkın tek olduğunu müdafaa edenlerin iddialarını burada aktarmaya çalışacağız.
**
Hakkın tek olduğunu savunanlar, hep naslara (Kuran ve Sünnete) vurgu yapmışlardır. Oysaki Kuran’ın durumu malumdur. İmam Ali’nin de vurguladığı gibi Kuran, “birçok boyutları barındırır.” ve net değildir. Yani kadim İslam algısını savunanlar Kuran’ın “Allah katında tek din İslam’dır.” (Al-i İmran:19) dediğini öne sürerler. Başka bir ayette de Kuran’ın şöyle dediğini dillendirirler: “Kim İslam’dan başka bir dini beğenirse, asla ondan kabul edilmeyecektir” (Al-i İmran: 85)
Şayet bizler dindarlar gibi bu ayetleri dinin içinden değil de dinin dışında olan akıl üzerinden (çünkü akıl dinin dışında olan bir şeydir.) ele alıp inceler isek ve hakkın birden fazla olduğunu ispat eder isek, hem Müslümanların ve insanların işini kolaylaştırırmış oluruz hem de bu iki ayeti doğru tefsirde bulunuruz. Zira ayette geçen “el-İslam” kavramı, “genel İslam’ı” kastetmektedir. Bundan maksat “Allah’a teslim olmaktır.” Çünkü Nuh nebi de: “Bana, Allah’a teslim olanlardan olmam emredilmiştir.” (Yunus:72) deemiştir. İsa nebinin Havarileri de diyorlar ki: “Şahit ol ki biz de Müslümanlardanız” (Al-i İmran:52) İbrahim Nebi de: “Ben Müslümanların ilkiyim” (En’am: 163) demiş, Hz. Muhammed de öyle diyor. Bunların tümü de “biz Müslümanlardanız” diyorlar. Bu taktirde Kuran: “Allah katında tek din İslam’dır.” dediğinde, bundan genel İslam’ı kastediyordur, özel anlamdaki bildik İslam’ı değil. Dolayısıyla “kafir”, “genel İslam’ı” kabul etmeyenler oluyor.
Buradan hareketle, yalnızca bildik Müslümanlar değil, Hristiyan, Yahudi, Hindu, Mecusi, Zerdüşt vs. gibi inançlara sahip olanların da Allah’a iman ettiklerini söyleyebiliriz.
İslam dini de “ahlak yönünden insanları önemseyen bir dindir.” Japonlar da çoğunlukla Budist’tirler ve ahlak açısından da insanların en iyilerindendirler. Dolayısıyla bunlara da mümin demek mümkündür.
Görüldüğü üzere akıl üzerinden o iki ayet tefsir edildiğinde, mümin ve kafir ile ilgili tefsir, fakihlerin tefsiriyle farklı oluyor.
Yenilikçilerin algısında iki tür iman ve iki tür küfür vardır. Biri “Kuranî iman ve küfür”, diğeri de “fıkhî iman ve küfür.”
Fakihler şöyle derler: Bir insan Kuran’a, nebi Muhammed’e ve İslam’ın getirildiklerine iman etmez ise o kafirdir. Buna “fıkhî küfür” derler.
Kuran ise şöyle der: Kim Allah’ın varlığına ve nebi Muhammed’in risaletene iman eder ise (yani şahadeteyni söyler ise) o Müslümandır. Hatta katil, çeşitli münker işlere mürtekip, insanlara eziyet eden de olsa, yine de Müslümandır ve temizidir. Bunun hukuku da diğer Müslümanların hukukunun aynıdır.
Kuran’ın İslam’ı, fıkhın İslam’ından farklıdır. Kuran İslam’ında Allah sevgisi ve insanların hayrını istemek vardır. Fakat bir insan şayet şahadetyni söylemiş (Allah ve resulüne itikadı) olsa dahi, insanlara zarar verip zulmederse, Kuran’ın nassı gereği o kafir olur. Nitekim İblis Allah’a ve mead’ a iman ediyordu, fakat buna rağmen kalbinde taşıdığı kibir ve insanlara karşı beslediği kin ve onları saptırmak istemesinden dolayı kafirlerden oldu.
“O kabul etmedi, büyüklük tasladı ve inkâr edenlerden oldu.” (Bakara: 34)
Demek ki İblis, itikat sahibi biriydi.Fakat bununla birlikte kafirdi de. Çünkü kalbinde kin taşıyordu. İnsanların zıddınaydı. Yani onları saptırmak istiyor ve insanlara karşı kibirli davranıyordu. İşte böyle birisi itikat sahibi olsa dahi, yine de kafirdir. Demek ki Kuran’ın küfür tarifi, yenilikçi Müslümanların söyledikleriyle uyum içerisindedir.
Diğer bir ayette de şöyle geçer:
“Şüphesiz, iman edenlerden, Yahudilerden, Hristiyanlardan ve Sabiilerden Allah’a ve ahiret gününe inanıp iyi işler yapanların mükafatları Rableri katındadır. Onlar için ne bir korku vardır ne de üzüleceklerdir.” (Bakara: 62)
İşte bu ayet, hakkın sayısının birden fazla olduğunun en bariz delilidir.
Ayetten anlaşılan şudur:
“Yani bir insan Yahudi ve iyi bir insan ise, bu da kurtuluş ehlindendir. Hristiyan ve Sabiinden olup, iyi bir insan ise, yine o da kurtulacaktır.”
Kuran’ın nazil olduğu o dönemde Arap kültüründe bu isimler vardı. Hindu ve Budist gibi isimler bilinmiyordu, bundan dolayı da ayette onlara yer verilmemiştir. İçerisinde bulunduğumuz şu günümüzde onlar da temiz insanlar olabilirler. Tao, Buda ve Hindular da iyi insanlar olabilirler.
Konuyla ilgili birçok ayet vardır. Fakat biz yalnızca bu ayet ile yetinmek istedik. Demek ki Kuran nasları, birçok boyutları olan şeydir. Birtakım insanlar bu ayetleri hasra yönlendirirken, biz de onları taaddüde (çoğulculuğa) yönlendiriyoruz.
Hakkı bir teke hasreden “hasırcılar”, bu konuda rivayetlere de istinatta bulunuyor ve şöyle meşhur bir rivayeti delil getiriyorlar. Güya peygamber şöyle demiştir:
“Benden sonra ümmetim yetmiş üç fırkaya bölünecektir. Bunlardan bir fırka kurtuluşa erecek, diğerleri ateşe düşecektir.”
Peki bu kurtuluşa erecek “Fırka-ı Naciye” kimdir? Şiiler kendilerinin olduğunu söylüyorlar, Zeydiler, Vahhabiler ve Sünniler de biziz diyorlar. Biz de diyoruz ki, “sizin bu iddianız”, Allah’ın rahmet ve adaletine aykırıdır. Nasıl olur da bir fırka kurtulur, 72 fırka da helak olur. Yani yüzlerce milyon Müslüman ateşe atılmış olur?
Bizce bu rivayet kesinlikle bunu kastetmiyordur. Ayetler gibi bu rivayet de birkaç boyut taşımış olabilir. Bu rivayet de bizim tefsirimiz ile (yani hakikatin çoğulculuğu ile) uyum içindedir. Yani bizce rivayet şunu diyor:
“Benden sonra ümmetim yetmiş üç fırkaya bölünecektir.” Peki bunlar içerisinde kurtuluşa erecek olan fırka hangisidir? (Tabi ki Sünni, ya da Şii vs. değildir.) Kurtuluşa erecek fırka, “Allah’a iman edip salih amel işleyen fırkadır.” Bu da ister Şii olsun ister Sünni ve yine Hristiyan, Hindu vs. fark etmez, bu tek fırka, “iman ve salih amel sahibi olan fırkadır.” İman ve salih amel sahipleri ise, çoğunlukta olanlardır.
Peki geriye kim kalıyor? Şiilerden olup da iyi insan olmayanlar ateştedirler. Sünnilerden olup da iyi insan olmayanlar ateştedirler. Hristiyan, Yahudi, Budist, Zerdüşt vs. gibi inançlara sahip olup da iyi insan olmayanlar ateştedirler. Kısacası herhangi bir din ve mezhepten olup da mücrim olanlar bu yetmiş iki fırkanın içerisine dahil olup ateşe atılacaklardır. Bütün bu din ve mezhep mensuplarından bir teki, yani iman edip salih amel işleyenleri, tek fırka sayılmaktalar ve bular “fırka-ı Naciye/kurtuluşa erecek olan” kesimdirler. Bunlar, Kuran’ın ifadesiyle, “iman edip salih amel işleyenlerdirler.” (Asır: 3)
Demek ki “Fırka-i Naciye” muayyen bir fırka değillerdir. Sünni, Şii, Zeydi, Vahhabi, Selefi, gibi gruplarda tek başına bu kesimi teşkil etmiyordur. Bunlar, her grubun içerisinde bulunan iman ve salih amel işleyenlerdir.
İşte yenilikçilerdeki var olan akli delil gereği bu hadis de, aktardığımız o yöntem üzerine tefsir edilmiş ve bu sonuç çıkarılmıştır.
Yenilikçilerin en önemli delillerinden birini daha aktarıp konumuzu tamamlamış olacağız.
Gelenekçi Müslümanlar şöyle derler:
“Hakkın birden fazla olduğunu kabullenmek tenakuz/zıtlık yaratır. Düşünce, itikat ve amelde insanlar arasında zıtlaşmalar üretir. Örneğin desek ki Hristiyanlık da haktır, o taktirde Allah’ın üç, içkinin helal ve domuz etinin mübah olduğunu da kabullenmiş oluruz. İslam da haktır dersek, yani Allah tektir, domuz ve içki haramdır vs. demiş oluruz. Bu da akide ve sülûk (manevi yola girme) de tenakuza yol açmış olur. Oysaki içkiyi içmek ya helaldir ya da haramdır.
İşte gelenekçilerin hakkın tek olduğuna dair getirmiş oldukları en güçlü akli delilleri budur. Dolayısıyla onlar açısından “hak din tektir” demekten başka herhangi çare kalmıyor.
Yenilikçiler de şöyle derler:
“Gelenekçiler her ne kadar itikat ve sülûk’ta hakkın tek olduğunu söylemiş olsalar da fakat kendi din ve mezhepleri içerisinde, farklı itikat ve fıkhi hükümler mevcuttur. Örneğin Sünniler birden fazla itikadi ve fıkhi mezheplere sahipler. Fakat sorsanız, “bunların hepsi de haktır” derler. Şiiler arasında da taklit ettikleri birçok müçtehitler vardır. O müçtehitler arasında da en azından bir mesele hakkında birden fazla farklı fetvalar vardır. Ama onlara “bu da neyin nesidir?” diye sorsanız, “bunların tümü de haktır” derler. O taktirde bunların tümünü hak olarak kabul ediyorsunuz da peki Şiiler olarak Sünnileri ve Sünniler olarak da Şiileri nasıl hak olarak kabul etmiyorsunuz?
Evet bir hüküm Sünni’ye göre hak, Şia’ya göre de batıl gözükebilir. Fakat bu, onlardan birinin sapık görülmesi ya da cezalandırılması anlamına gelmez. Allah için önemli olan şey, o hükümler birbirinden farklı olsalar dahi, onların bir işaret olarak kabul edilip insanı Allah’a ulaştırmasıdır. Kiliseye mi gitmişsin yoksa Sinagoga ya da Camiye mi, bunlar Allah için önemli değillerdir. Bunların tümü, insanı Allah’a ulaştıran birer araçtırlar. Nitekim ibadetin birer araç olduğu hususunda Kuran şöyle der:
“Namaz tüm çirkinliklerden ve kötülüklerden korur.” (Ankebut: 45)
Demek ki namaz, müminler için bir vesiledir. Şayet İşit gibi teröristlerin kıldıkları namaz, onları kötülüklerden korumaya vesile olmuyorsa, o namazın da bir faydası yoktur. Hatta diyebiliriz ki tekfirci teröristlerin namazları onları fehşa ve münkere davet ediyor. Bundan dolayı da onların namazları batıldır. Demek ki ibadet bir vesiledir. Bu ibadet Kilisede de olabilir Sinagogda da. Şayet Kilisede yapılan o ibadetler, Hristiyanların ahlaksal yönden düzelmelerine vesile oluyor, onları salih insan yapıyor ve iyi insan ediyorsa, işte o ibadet makbul bir ibadettir. Şayet 50 yıl cemaatle namaz kılmış ve camiden çıkmamış olmasına rağmen bu namaz insanı iyi bir insan etmemişse, kıldığı bunca namazlar tümüyle boş ve batıldır. Çünkü hadiste de buna işaret ediliştir:
“Allah sizlerin yüzünüze ve cisminize bakmaz, kalplerinize ve amellerinize bakar.”
En son olarak da şunu söyleyip, konuyu öyle kapatmak istiyorum:
“Gelenekçi dindarlar şunu da söylerler:
“Şayet bizler hakkın birden fazla olduğunu kabul eder isek bu kabulümüz, kafir diyebildiğimiz dinleri de kapsamı içerisine almış olur. Örneğin Hinduların ineğe ve putperestlerin de puta tapmaları sahih kabul edilmiş olur. Oysaki bunların batıl amel oldukları kesindir.”
Yenilikçiler onlara şu cevabı vermişlerdir:
“Şayet biz yenilikçiler “tüm dinler haktır” dersek, bu sözünüz doğrudur. Yani bizler “mutlak nisbiyeti” kabul etmiyoruz. Biz burada “sahih ve makbul nisbiyeti” kabul ediyoruz. Daha doğrusu üç türlü “nisbiyet” vardır:
1Mutlak nisbiyet.
2Makbul ve sahih nisbiyet.
3Merfuz (var sayılan) nisbiyet.
Merfuz nisbiyet şudur:
-“Şayet insan zihninde örneğin bir putun ilah olduğunu farz eder ise o, onun için doğrudur, başkaları için değil.”
Sokrates şöyle der: “Asalet insanladır.” Yani her şeyin aslı ve esası insandır. Akideyi de meydana getiren insandır.
Biz burada “mutlak nisbiyet” nazariyesini kabul etmiyoruz. Yani hakkın taaddüdiyetini kabul etmekle, bu gibi batıl amelleri de kapsayacak derecedeki “mutlak nisbiyeti” öne sürmüyoruz.
Örneğin ırkçı (Siyonist) Yahudiler de Allah’ın var ettiği en üstün ırkın kendileri olduklarını kabul ederler. Peki bu doğru mudur? Tabii ki değildir. Hakkın taaddüdünden bu türden anlamları kastetmiyoruz. Biz burada “makul nisbiyeti” kastediyoruz. Yani makul inanç ve dinlerin hakkaniyetini kabul ediyoruz.
Örneğin birisi “şu put Allah’tır” diyorsa, tabi ki bu, makbul değildir ve bu, bizim öne sürdüğümüz taaddüdün dışındadır. Biz buna da “batıldır” diyoruz. Fakat bizim bu türden “batıl” bakışımız, gelenekçilerin “bu müşriktir ve öldürülmelidir” bakışları gibi değildir. Biz deriz ki, bu da neticede bir insandır. İnsan olması hasebiyle onu kabul ederiz, fakat inancının batıl olduğunu da söyleriz.
Biz Yahudi, Hristiyan, Budist, Sünni, Şii ve her kesime deriz ki sen haklısın, fakat hak ve batıllık bu nispeti vermemizdedir. Yani yalnızca makul olan din ve mezhebi hak olarak görmeliyiz. Olmayanları değil. Fakat o batıl inançlara inananları da insan olmaları hasebiyle ihtiram göstermeliyiz. İşte bu ihtiram göstermenin kendisi haktır. İhtiramsızlık ise batıldır. Kuran da buna şöyle işaret eder:
“Biz Ademoğullarını şereflendirdik.” (Isra: 70)
Örneğin Yahudiler bir tek Yahudiliğin hak ve kendilerinin de tüm insanlardan üstün olduklarını kabul ederler. Bunu da Allah’a nispet verirler. Oysaki o görüş kesinlikle batıldır ve Allah her kesi ve her kesimi eşitçe yaratmıştır. Takvanı dışında kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur.
“Yahudiler ve Yahudilik tüm insanlardan ya da tüm inançlardan üstündür ve biz buna inanıyoruz” dememeliler. Ya da örneğin Naziler, Alman ırkının tüm ırklardan üstün olduğunu savunuyorlar. Veya ineğe tapanlar kendilerini bir farklılık içerisinde görüyorlar. Bunların hiç birisi “hakkın taaddüdiyeti” düşüncesine dahil değildir. Evet bunlar da yalnızca vatandaşlık hukukuna dahil insanlar gibi ihtirama tabidirler o kadar. Bunların da aynen müminler gibi yaşadıkları ülkelerde hukukları vardır. Bunların dışında, inkârcı olanlar (ateistler) de öyledirler. Bunların da vatandaşlık hukuku vardır. Fakat buna rağmen, onların inançlarının batıl olduğunu söyleriz. Yani ineğe ve puta tapmak batıldır deriz.Aynen öyle ateistlik de batıldır deriz. Kısacası, apaçık akla muhalif olan inançlar, asla “hakkın taaddüdi” dairesi içerisine giremezler.
Şöyle bir soru da yöneltiliyor:
“Şayet hak birden fazla olsaydı ve doğru kabul edilseydi, o zaman nebi neden kendini bu kadar zora soktu, etrafındaki Krallıklara mektuplar gönderdi, insanları İslam dinine davet etmeleri için o kadar davetçileri (tebliğcileri) seferber etti. “İslam’a girin, salim kalın” dedirtti. Mademki hak birden fazla olabilseydi, bunlara ne hacet vardı?”
Yenilikçilerin cevabı ise şöyledir:
“O dönemin zarfiyeti (toplumsal şartları) ile şimdiki döneminki aynı değildir. O dönemin şartlarında yeni gelen her dinin ve oluşturulan her mezhebin inhisar/sınırlama içerisinde olması gerekirdi. Yani dinin nebisi, getirdiği dinin en üstün din ve tek doğru yol olduğunu iddia etmeliydi. Çünkü onun getirdiği dinden önce gelen dinler, kısmî de olsa tahrif edilmişti. Hristiyanlık gibi tevhit dini, teslis (üç ilahlı) dine dönüştürülmüştü. Yine tevhit dini olan Yahudilik de ırkçılık dine evrilmişti. İnanışlara göre insanlar içerisindeki tek üstün ırk, kendi ırkıydı. Yine müşriklerin dinlerinin batıl olduğu da apaçık ortadaydı. Dolaysıyla kabul edilecek ve dinlerin en üstünü olacak din, nebi Muhammed’in getirdiği dindi. Bundan dolayı da bu son dinin “tek hak din” olarak sınırlandırılması gerekirdi.
Fakat içerisinde bulunduğumuz zaman içerisinde, ilmi açıdan da ispat edildiği üzere, şimdiki dünya üzerinde var olan inançlar, ihtiyaç üzere bina edilmişlerdir. Yani inançlar, insanların ihtiyaçları üzerlerine kurulmuşlardır. O dönemde nebinin ve müminlerin nezdinde yeni gelen dinin inhisarı/sınırlandırılması gerekli olabilirdi. Yani “tek hak din” düşüncesi üzerine bina edilebilirdi. Fakat şimdiki zamanda “tek hakka” ihtiyaç kalmamıştır. “Taaddüde” (hakkın birden çokluğuna” ihtiyaç bulunmaktadır. Bundan dolayı da hak dinin birden fazla bulunduğuna inanılması gerekir.
Daha açıkçası bu olaylar zatidir, mevzui değildir. (Yani doğası gereği öyledir, dışsal bir konu veya bağlama dayalı değildir.) Zati olaylar ise, ihtiyaç üzere tespit edilir.
Bakınız o dönemde İslam Mekke’de iken, cihat, humus, zekât, oruç, kısas, diyet vs. diye bir şey yoktu. Mekke’den Medine’ye intikal edince, insanların ve nebinin ihtiyaçlarından dolayı cihat, oruç, zekât, humus, hukuk, kısas, diyet vs. gibi şeylerle ilgili hükümler geldi. Kısacası birey ve toplumun tüm ihtiyaçlarıyla ilgili ayetler Medine’de nazil oldu. Yani zamansal ve mekânsal şartlar bu hükümlerin nebiye nazil olmasını gerekli gördü. Burada (Medine’de) nebiye öyle hükümler geldi ki, bunluların hiç birisi Mekke’de mevcut değillerdi.
Dolaysıyla, 1400 yıl sonra da şartlar değişti. İnsanların ihtiyaçlarını karşılamak dinin görevidir. Şu anda da tüm dünya insanlarının en büyük ihtiyaçlarından birisi, birbirleriyle kardeşçe barış ve huzur içerisinde yaşamaktır. Bu da ancak, birden fazla dinin “hak” olarak kabul edilmesiyle mümkündür.
İslam peygamberi döneminde dinin “tek hak” olması ile sınırlandırılması gerekli olabilirdi. Hatta bununla ilgili tüm ayet, rivayet ve naslar da sahih kabul edilip kıyamete kadar öyle de kalabilir. İslam dini ya da falan mezhep haktır diyen naslar da yerinde durabilir. Hatta imam Sadık’ın söylemiş olduğu “yalnızca Şiilik haktır” sözü de yerinde tutulabilir. Yine onun söylemiş olduğu “Bizim velayetimizi kabul eden Şiilerimiz cennette, etmeyenler ise cehennemdedir” sözü ve “bir kimse bin yıl namaz kılsa, bin yıl oruç tutsa…. Bizim velayetimizi kabul etmediği taktirde yaptıklarının ona hiçbir faydası dokunmaz” sözü de doğru kabul edilebilir. Fakat imam Cafer Sadık bu sözleri söylemiş olsa dahi (ki söylemiş ve bu sözleriyle de Şiileri korumuştur.) bizlerin, şu içerisinde yaşadığımız dönemin şartlarını göz önüne aldığımızda, bu sözlere dayanıp diğerlerini batıl görmemiz doğru değildir. Bu sözler, o zamanki şartlar içerisinde doğru olabilir. Zira o dönemde “velayete” iman edenler, ezilmiş ve zulme maruz kalmış bir tabakaydı. Yani o dönemdeki Şiiler mazlum insanlardı, onlara zulmeden zalimler ise, iktidarı ellerinde bulunduran Emevî ve Abbasilerdi. Şayet birisi Şii değildiyse ya Emevî taraftarıydı ya da Abbasi taraftarıydı. Dolayısıyla şayet imam Sadık “Şii olanlar cennete girecektir, olmayanlar ise (yani Emevî ve Abbasiler ve o zalimlere taraftarlık edenler) ateştedirler” sözü, çok yerinde ve haklı bir sözdür. Çünkü biri mazlum, diğeri zalimdir. Bunu Kuran da söylüyor. İmam tarafından da Şii olmayan fakat Şiilere tahakküm kuran o zalim tabakanın cehennemlik olduğu söylenmiştir. Çünkü onlar zalimlerdi ve zalimliklerinden dolayı cehenneme gireceklerdir. Yani onlar da her dönemin zalimleri gibi ateşi hak etmiş insanlardır.
Kısacası, o dönemdeki toplum çok sade ve rahat bir şekilde, aynen siyah ve beyaz gibi ikiye ayrılabiliyordu.Yani zalimler ile mazlumlar çok net bir şekilde birbirlerinden seçilebilirlerdi. O dönemin insanlları ya ezen ya da ezilenlerdi. Aralarında üçüncü bir kesim yoktu. Durum böyle olunca da imam Sadık’ın söylemiş olduğu o sözü de makuldür. Yani o dönemin şartları içerisinde bu sözleri söylediği için, o sözleri doğrudur.
Fakat şimdiki zamanda “hakikatin taaddüdü” demek, yani bu insanlardan bir sınıfı doğru, diğerleri batıldır anlamında değildir. Şimdiki Şii ve Sünniler içerisinde insanların çoğunluğu hayırlı ve iyi insanlardırlar. Hristiyanların içerisindeki insanlar da öyledir. Keza diğer topluluklardaki insanların çoğunluğu da iyi insanlardırlar. Dolayısıyla, “itikadı” ölçü kabul edip, bir milletin iyi ya da kötü, hak ya da batıl olduğuna karar vermektense, itikadın dışında başka bir şeyi ölçü karar kılmamız gerekir.
Örneğin Şiiler ile Sünniler arasında İmam Ali ile Muaviye’yi hak ile batılın ölçüsü olarak kabul etmek mümkün değildir. Şimdiki zamanda bunların taraftarları olan Şii ve Sünnilerin içerisinde hem hayırlı ve iyi insanlar hem de zararlı ve mücrim olanlar vardır. Durum böyle olunca, bu zamanki şartlar muvacehesinde artık hak ile batılın ölçüsü bunlar olmamalıdır. Yani hak ile batıl için “itikadı” ve dini şahsiyetleri ölçü olarak kullanmak doğru değildir. Başka bir ölçü bulmamız gerekir. O ölçü de kanaatimce Hz. İsa’nın söylediği şu kıstas olmalıdır:
“İsa nebinin havarileri kendinden şunu sorarlar:
“Ya Rab (Ey Hocamız.) Senden sonra biz yalancılar ile doğru olanları birbirlerinden nasıl ayrıştıracağız?”
-“İsa Mesih de havarilerine şu cevabı verir: “Onları bıraktıkları eserlerinden tanıyacaksınız, şayet insanlar için yararlı şeyler bırakmışlarsa, onlar doğru ve iyi insanlardır, şayet insanlara zararı dokunacak şeyler bırakmışlarsa, onlar yalancı ve kötü insanlardırlar.”
Bu sözden yola çıkarak ve İsa Mesih’in bu sözünü ölçü kabul ederek şöyle diyebiliriz:
“Bir insan ister Sünni ister Şii olsun, şayet geceleri namaz kılsa, bir yıl baştan sona oruçlu olsa, fakat insanlar için zalim biri ise ve bıraktıkları eserleri insanlara zarar veriyorsa, bu insan kötü ve yalancı biridir. Şayet yaptıkları işler adaletli ise ve geriye bıraktıkları eserler de insanlara hayır verip zulmü de yok ediyorsa, bu insan Hristiyan da olsa, iyi ve doğru bir insandır.”
Dolaysıyla bizler itikadı, hak ile batıl ve iyi ile kötü için bir ölçü karar kılmamalıyız. İnsanların yaptıkları işlerinin, insanlığa faydalı mı zararlı mı, adilce mi, zalimce mi olduğuna bakıp, onun amel ve davranışlarını hak ile batılın ve iyi ile kötünün ölçütü karar kılmalıyız.
Örneğin konulara bir devlet cephesinden bakar isek, Amerika Birleşik Devletleri köleliği iptal etti. O devletin köleliği iptalinden sonra, dünyadaki tüm devletler de ona bakıp kölelikle ilgili yasalarını iptal ettiler. Diyebiliriz ki Amerika’nın yaptığı bu iş, gerçekten kutsal bir işti ve tüm dünya için bir ölçüdür. Yine insan hakları hususunda hangi devlet öncü ise, onun öncülüğü iyilik ve adalet için bir ölçü oluyor. Bundan dolayı da o ülkenin itikadına bakılmamalıdır.
Bir kısım insanlar din ve mezheplerin iptalinden yanalar. Onların bu isteklerinin tahakkuk bulması hem mümkün değildir hem de akıl böyle bir şeyin talebinde bulunmaz. Çünkü hayatın gelişkinliği çeşitlilikledir. Örneğin Allah meyvelerin içerisinden yalnızca portakalı yaratmış olsaydı, onun o kadar da lezzeti olmazdı. Fakat görüldüğü gibi bir sürü farklı renk, tat ve yapıda meyveler var etmiştir ve bu farklılıklar ne kadar da insanlara hoş geliyor.
Dinler ve mezhepler de böyledir. İyi düşünüldüğünde bunların farklılıkları da büyük bir nimettir. Fakat bizler bunların birer nimet türü olduklarını bir kenara bırakıp insanlar arasında yarattıkları kin ve düşmanlıkları nasıl önleyebilmenin çaresine bakıyoruz.
Biz din ve mezhepleri iptal edelim demiyoruz. Dünya hayatının güzelliklerini bunların üzerinden temin etmeğe çalışalım diyoruz.
Her dinde “mezhep” olduğu gibi, her ilim dalında da mezhep vardır. Çünkü mezhep, günümüz ifadesiyle “metodoloji”, “yaklaşım”, “model” demektir. Örneğin “fizik” te mezhepler vardır. Newton bir mezhep sahibidir, Aristo, Kuantum ve Einstein de bir mezhep sahibidir. Fizikte bu dört mezhebin hepsi de haktır. Aristo fiziğine nispeten Newton fiziği daha iyidir diyemeyiz. Bunların her birisi kendi yoğurt yiyiş biçimlerine göre bir şeyi açıklıyorlar. “Ya nasıl oluyor, “fizik” tek ilim değil mi, neden dört tane bu hususta otorite vardır?” diyemeyiz.
Matematikte bile mezhepler vardır. Kurt Gödel’in mezhebi ayrı, Gorge Cantor’ un mezhebi ayrıdır. Örneğin Cantor’a göre sonsuzluk kavramı ve kümeler kuramı ayrıdır, başka bir matematikçiye göre de ayrıdır. Demek ki farklı görüşler bir tek dinlerde değil, ilmi konularda da vardır. Fakat ilim insanları, düşünsel farklıklarını din adamları kadar toplumsal fitne aracı olarak kullanmamışlardır.
Bakınız, batılılar son dönemlerde, inançlardaki farklılıkları ne kadar da güzel yoluna koyuyorlar. Afrika’daki kaybolmaya yüz tutan eski kültür, din ve mezhepleri, hatta ilkel kabile inançlarını koruyabileceklerinin ve yeniden nasıl yaşatabileceklerinin mücadelesini veriyorlar.
(Elbette onların bu işleri politiktir diyenler de olabilir.)
Amerika, Eskimolara ait inançları ve Kızılderililere ait kültürleri yeniden yaşatmak ve eski vahşi Batının vermiş olduğu tahribatları yeniden onarma peşinde koşuyor.
Evet, Batılılar İslam ile savaşıyorlar ama, o savaşı da İslam adına teröristlik faaliyetinde bulunalar yüzünden yapıyorlar. Onlar aslında din ve inançları bir kültür olarak değerlendiriyorlar. İslam’ın da siyasetle ilgili dünya görüşünü görünce, onu kendileri için tehlikeli bir rakip olarak değerlendiriyorlar.
Biz Müslümanlar ise, dünyada iki milyar beş yüz binden fazla taraftarı olan Buda’nın heykelleri ile savaşıp onların düşmanlıklarını kazanıyoruz. Oysaki Budistlerin ve diğerlerinin Buda vs. için yaptıkları o heykeller, beşerî bir sanattan öteye bir ey değildir.
Kısacası akil insan çeşitliliği sever. Ona düşmanlık beslemez. Çeşitlilik insanlığın güzelliği ve kültürüdür. Çeşitlilik ne kadar fazla olursa, o topluluğun gelişip büyümesi de o kadar fazla olur.
Amerikan’ın bu kadar gelişip ilerlemesinin nedenlerinden birisi de onlardaki kültür, ırk ve inançların çok farklı ve çeşitli oluşundandır. Onlar bu farklılıkları bir zenginlik olarak görüyorlar. Yani dünyanın tümü gelip Amerika’da toplanmıştır. Çinli, Afrikalı, Japon, Müslüman, Arap, acem, siyah, beyaz vs. gibi her ırk, inanç ve düşünceden insanlar orada bir arada yaşamaktadırlar. İşte bu bir çeşitliliktir. Bu durum, karşılıklı saygı ve sevgiye dayalı bir çeşitlilik olduğu için de o toplumu, durmadan yükseklere taşımakta ve dünyaya hâkim kılmaktadır.
Amerikalılar ve Batı toplumu, “din insan kültürüdür” diye düşündükleri için, her dinden insanlara o toplumda yer verilmiştir. Batıya gittiğinizde size Sünni-Şii veya herhangi bir kesimdenmişsiniz gibi farklı bir muamelede bulunmuyorlar. Yalnızca size bir insan olmanız hasebiyle davranıyorlar o kadar. Kişinin inancına göre davranmak, daha çok biz Müslümanlar arasında yaygındır. Daha doğrusu Batılılar insana, inancı üzerinden değil, insanlığı üzerinden puan verirler.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish