İman; “ihtiyaçtır.” Yani “iman”, insanın kemale olan ihtiyacıdır.
'İman'da derece diye bir şey yoktur. Derece sevgidedir.
“İman”; “özgürlük”, “itikat” ise icbarcılıktır. Şayet insanın elinde Allah’ın varlığına dair deliller olur ise, o taktirde Allah’ı kabullenmeye mecbur olur. Dolaysıyla, deliller ile elde edilen iman, cebir olur. Cebrin ise hiçbir kıymeti yoktur. Mütedeyyin birinin dindarlığı şayet mecburiyetten olursa, onun da bir kıymeti yoktur.
Müslüman kelam alimleri der ki, “insan kesin deliller üzerinden Allah’a ve diğer itikadi meselelere iman etmelidir.” Buradan hareketle, şayet kesin deliller ile örneğin imam Ali’nin imam/halife oluşunu tespit eder iseniz, onu kabullenmeniz şarttır. Bu ise, “cebir” olur.
Fakat, yukarıda da söylediğimiz gibi cebrin, bir değeri olmaz. Zira bir insan, şayet kesin bilgiler ile bir şeyin varlığını tespit eder ise, artık onu kabullenmeye mecbur kalır. Yani onu kabullenip kabullenmemekte serbest olamaz.
Kesin deliller ile imam Ali’nin hilafetteki hakkaniyetine iman ettiğimizi farz edelim. Bu taktirde bizim onun hilafetine imanımız da kesin ve cebri olur. Dediğimiz gibi cebrî olan bir şeyin de değeri olmaz.
Cebrî bir şeyin değerinin olmadığını, Allah’ın kendini gizli tutmasından ve insanların gözlerinden saklamasından da anlamak mümkündür. Zira Allah, şayet kendini açıkça göstermiş olsaydı, insanlar O’na cebren iman etmiş olurdu. Çünkü apaçık olan bir şeyi, kimsenin inkâr etme hakkı olmazdı. Buradan anlaşılıyor ki Allah, hiç kimseden icbarî bir iman istememektedir, kendi isteği ve iradesiyle iman etmesini istemektedir.
Daha açıkçası insanın bir şeyi kabullenmesi için önünde iki yolu vardır; bunlardan birisi cebren onu kabullenmesidir diğeri de kendi hür iradesiyle onu kabul etmesidir.
Yukarıda da vurguladığımız gibi, cebir ile kabul edilen bir şeyin hiçbir değerinin olmadığı bilinen bir gerçektir.
Örneğin, ahlak meselesi de aynen iman meselesi gibidir. Yani insan, kendi isteği ve hür iradesiyle ahlaklı olmayı tercih etmelidir. Şayet icbar ile ahlaklı olmayı kabul eder ise, o ahlakın hiçbir değeri olmaz.
Mesela birinin size hem iyilik hem de kötülük yapmaya gücü olur da fakat size iyilikte bulunmayı tercih eder ise, o taktirde ona “salih insan” denir ve yaptığı iyiliğin de bir değeri olur. Yok şayet size iyilik etmeye mecbur olursa, o iyiliğin hiçbir değeri harbiyesi olamaz.
**
Öyle görülüyorki, insanın Allah’tan uzaklaşmasının ana sebebi “dindarlıktır.” Fakat “iman” öyle değildir.
“İman” hareket ettiricidir. Yine “iman” sevgi, duygu ve vücudi bir varlıktır. İmanı anlamak için, Allah’ı anlamak lazımdır.
Şöyle bir itiraz yapılabilir:
“İman, din ile ilgili bir konudur. Şayet yer yüzünde semavi veya arzî bir din olmaz ise, imanın da bir anlamı olmaz. Dolaysıyla dinsiz iman olmayacağı gibi, itikat ile iman da birbirinden ayrı şeyler değillerdir. Çünkü iman, o dine inanmak olduğu gibi, itikat da o dinin içinde yer alanlara kalbi bağlılıktır.”
Cevap:
İmanın ne olduğunu anlamak için, Allah’ı anlamak lazımdır. Yani iman; Allah ile, itikat ise din ile ilgilidir. Bunları birbirinden ayırt etmek gerekir.
Allah’tan kastedilen şudur:
“Dedik ki insan, ihtiyaçlar bütünü bir varlıktır. Allah ise mutlak hayır ve kemaldir. Elbette bizim burada Allah’tan kastımız, “mutlak hayır” olan Allah’tır, yerin ve göğün Yaratıcısı olan Allah değildir.
Yani biz insanların “Yaratıcıya” değil, hayır ve kemale ihtiyacımız vardır. Dolaysıyla, bizim Allah’tan muradımız, mutlak hayır ve mutlak kemal olan Allah’tır. Yalnızca yaratıcı olan Allah değildir.”
Fakat dindarlar, hep yaratıcı Allah’tan bahseder ve böyle bir Allah’ın varlığına delil getirirler. Ama böyle bir Allah’ın varlığına hangi ölçülerde delil getiriliyorsa, yokluğuna dair de aynı ölçülerde delil getirmek mümkündür. Yani müminler o Allah’ın varlığına delil getirirlerken, materyalist filozoflar da onun yokluğuna delil getirmişlerdir. Üç bin yıl önceden başlanılarak kıyamete kadar hem onun varlığına hem de yokluğuna dair delil getirip durmuş ve o şekilde de devam ede duracaklardır.
Hasılı, iman sahibi kimseler, Rab (eğitici) Allah’a ihtiyaç duyarlar. Dindar olan itikat sahibi kimseler de yaratıcı Allah’a ihtiyaç duyarlar.
Peygamberler hiçbir zaman insanları, yaratıcı Allah’a iman ettirmek için gelmediler. Çünkü öyle bir Allah’ın varlığını müşrikler de biliyorlardı.
“Ve onlara “gökleri ve yeri kim yarattı?” diye soracak olursan, “Allah” diyeceklerdir.” (Zümer: 38)
Demek ki insanların kafasında her zaman “Yaratıcı Allah” inancı vardır. Fakat peygamberler insanları, “Rab” (eğitici) olan Allah’a iman için davete gelmişlerdir.
Evet, Batılılarda da Allah inancı vardır, fakat onlar Allah’a ihtiyaç duymaz ve derler ki: “Evet. Allah evreni yaratmıştır, biz bunu inkâr etmiyoruz. Fakat bizim Allah’a ihtiyacımız yoktur. Hastalıklarımızı kendimiz iyileştiriyoruz. Ekonomimizi (rızık sorunumuzu) kendimiz hallediyoruz. Diğer işlerimizi de devlet ve millet olarak el ele verip çözüme kavuşturuyoruz. Artık bizim Allah’a ne tür ihtiyacımız olur ki?”
Eski dönem insanları Allah’a ihtiyaç duyarlardı. Birisi hastalandığında Allah’a sığınıp, O’nun şifa vermesini talep ediyordu. Ve yine birisi yoksul olduğunda Allah’a yakarıp rızık istiyordu vs.. Fakat günümüz insanları tüm sorunlarını kendi ve devletlerinin imkanlarıyla halletmekteler. Şayet insanlar çalışır ve devletlerini de güçlendirip sosyal devlet seviyesine çıkarabilirlerse, artık kendilerini de Allah’a muhtaç hissetmezler.
**
Kanaatimce insanların maddi yönden Allah’a ihtiyaç duymasından daha ziyade, günümüzde onların ruhunun ihtiyaç duyduğu şeylerin neler olduğuna bakmak lazım.
Şu bir gerçek ki insanın insanlığı, ancak iman ile kemale ulaşır. Zaten önemli olan da budur. Fakat bu konunun geniş bir şeklide izahı gerekir. Dolaysıyla biz, imanın asıl olduğunu söylediğimizde, Allah’ın adediyle ilgili tartışmalar gündeme geliyor.
Dindarlar “Yaratıcı Allah’a” iman ettikleri için, onlar Allah’ta sayı hususunu kabul etmezler. Hatta Kuran bu Yaratıcı Allah’ı kastederek şöyle der:
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar olsaydı, mutlaka (yer ve gök) bozulurlardı.” (Enbiya: 22)
Dolaysıyla dindarlar, Zerdüştlerin hayrın ve şerrin ilahı dedikleri “saneviliği” (ikiliği), Hristiyanların da teslis (üçlü) diye tabir ettikleri “baba-oğul ve kutsal ruh” inancını kabul etmezler. Dindarlara göre iki ya da üç ilahı kabul eden her kes kafirdir. Ve o türlere dair bakışları da hep menfi olmuştur.
Fakat “sevgi” anlamındaki imana sahip bir mümin (Arif) için Allah’ın sayısal anlamda iki, üç, beş olmasının hiçbir önemi yoktur. Yani bunlara göre Allah, bir diktatör gibi “yalnızca ben varım, benim dışımda böyle bir iddiada bulunanı hemen yok ederim” demiyorlar.
Ariflerin öğretisindeki tevhit ile, dindarların öğretisindeki tevhit birbirinden farklı şeylerdir. Dinarların öğretisindeki tevhit, illaki Allah’ın tek olacağını söyler. Şayet “Allah tektir.” demez isen, “Allah seni ateşte yakar” derler.
Dindarların algısındaki Allah da aynen bir diktatör gibidir. “İlla da tek yönetici benim” diyor ve birisi rakip olarak çıktığında derhal onu yok ediyor.
Oysaki arifler açısından Allah’a “ister tek ister ondur” de, Allah böyle şeylere ihtiyaç duymaz.
Yani arifler açısından gerçekte insanın tek olmaya ihtiyacı vardır Allah’ın değil. Yani ariflere göre insanın duyguları, aklı ve yönelişi yek vücut ve bir bütünlük içerisinde kemale (mutlak kâmil olan Allah’a) doğru hareket halinde olmalıdır.
Demek ki, irfanî öğretide Allah’ın tekliğinden ziyade, insanın tekliğine önem verilir ve onun tekliğine ihtiyaç duyulur. Şayet Allah üç de olsa ve bir insan onun üçlüğüne de iman etmiş bulunsa, şayet hayır veren birisi ise, ona, “salih insan” denir.
Diğer bir ifadeyle, şayet birisi, şerre karşı durup hayırdan yana olsa ve yine o insan şayet aklı, fikri ve duyguları hayır istikametinde hareket eden birisi ise, o taktirde, velev ki Allah iki veya üçtür dese de yine tevhit ehli (muvahhit) bir insandır. Dolayısıyla, arifler için Allah’ın sayısı önemli değildir.
Aslında Allah’ın sayısallığı, beşerî düşünceden kaynaklanmıştır. Örneğin Zerdüştler göre Allah, “hayrın Allah’ı” ve “şerrin Allah’ı” diye ikiye ayrılmış ve öyle inanılmıştır. Kimisi şerrin ilahından yana olmuş, kimisi de hayrın ilahından yana tavır koymuştur ve sonunda galip gelecek olanın, hayrın ilahı olacağı kabul edilmiştir.
Dindarlara göre ise, biz Müslümanların peygamberi de demiş ki hayır, Allah tektir. Hayır da şer de tek olan O Allah’ın elindedir. Nitekim hidayet eden de delalete salan da Allah’tır. (Yani insanlar hayır-şer ilahı sorunundan kaçarken, gelmiş “hidayet ve delalet” sorununun kucağına da düşmüşlerdir.)
Arifler der ki; “peki hem insanı hidayet eden hem de sapıklığa sevk eden Allah, insanoğlunu nasıl sevebilir? Bu inançlar iki zıddın bir araya gelmesi değil midir? Bir taraftan “muvahhidiz” diyoruz, diğer taraftan da “Allah saptırıcı ve intikam alıcıdır” inancını taşıyoruz.”
Yeri gelmişken burada şu konuya da işaret etmenin faydalı olacağı kanaatindeyim:
“Sünniler sürekli, “Şiiler müşriktir, evliyaya, ehli beyte, kabir ve türbelere sığınıyorlar” diye onlara itiraz ederler.”
Şiilerin de onlara şöyle cevap verme hakları vardır:
“Siz şekilci/kabukçu Müslümanların, algınızdaki şekilci İslam’da tasvir ettiğiniz Allah, korkulan Allah’tır. Peki sen, acaba seni cehennem azabında yakan ve ateşe atan Allah’ı nasıl sevebilirsin. Örneğin sen, hafif bir hata yaptığında sana işkence eden bir devlet başkanını sevebilir misin?”
Dolayısıyla, bu türden tasviri yapılan bir Allah’tan elbette ki korkulur ve muhakkak ki böyle biri korkunç olur. Bunun için olsa gerek, İslam kültüründe insanlar sürekli “takvaya” (Allah korkusuna) davet edilir. Sürekli “Allah’tan korkunAllah’tan korkun” vurgusu yapılır. Peki kendisinden korkulan birisi sevilir mi? Oysaki Allah sevilir. Acaba korku ile sevgiyi bir araya toplamak, mümkün mü? Yani Allah korkusunu insanların kalbine ekeceğimize, O’nun sevgisini eksek olmaz mı? Nitekim şöyle bir rivayet de vardır:
“Kim bir şeyden korkarsa ondan kaçar, kim de bir şeyi severse, ona taraf yönelir.”
İşte bu türden korku sorunlarını halletmek için Şiiler şöyle bir yol bulmuşlardır:
“Kuran: “Yalnızca sana kulluk eder ve yalnızca senden yardım dileriz.” (Fatiha: 5) der. Ve yine birçok ayette; “Allah’tan başkasını çağırmayınız.” (Cin: 18) denilir. Fakat buna rağmen, Şiiler Ali, Fatıma, Hüseyin, Abbas, on iki imam vs. den yardım talebinde bulunurlar. Sürekli “Ya Ali Medet.” (Ey Ali bana yardım et)” derler. Açıkçası Şiiler bu sözleriyle Sünnilere göre açıktan açığa şirklerini ilan ediyorlar.”
Peki bunun bir sebebi var mıdır?
Ben buna “iyi-haklı şirk” diyorum. Evet, şirk olduğu doğrudur, ama bu şirk “mübah şirktir.” Çünkü Müslümanların algılarındaki Allah anlayışı; “O’nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur” (Şura: 11) gibi bir anlayıştır. Yani onda duygu, hissiyat, muhabbet, merhamet, halden anlama, duygudaşlık vs. gibi şeyler mevcut değildir. Şayet bu durumların onda olduğunu söyler isek, bu saydığımız şeyler beşerî sıfatlar olduğu için O’nda bulunmaları söz konusu olamaz. Dolayısıyla Şiiler, mecburen imamların mertebelerini Allah’a yakın bir dereceye çıkardılar. Yani onları, Allah’ın birazcık aşağısına yerleştirdiler ve imamların ağızlarıyla da şu sözü naklettiler:
“Bize Allah demeyin de ne derseniz deyin.”
Yani bize; “tekvini velayet sahipleridirler.”, “Gaybi bilgilere sahiptirler.”, “Cehennemden kurtarıcıdırlar.”, “Hesap ve kitabımız sizin elinizdedir.”, “Sıkıntıya düşenler çağırdıklarında, onların yardımına koşanlardırlar vs., vs.” deyin.
Kısacası Şiilere göre Allah’ın tüm işleri onların elindedir.
Peki Şiiler niçin bunları söylediler? Oysaki onlar bu söylenenlerin tümünün hurafe olduğunu bilmekteler.
İşte bu sözleri söylemelerinin nedeni, İslam’ın tasavvur ettiği Allah’ın, korkutucu Allah olmasından dolayıdır. Zira İslam’ın tanıttığı Allah’ın duyguları yoktur. O Allah’ın; “benzeri gibi hiçbir şey yoktur.” Oysaki insan, kendini ateşte yakmayan ve azap etmeyen birini sevmek ister.
Peki böyle biri var mıdır?
Elbette ki vardır ve o da Ali, Fatıma, Hüseyin, Abbas ve on iki imamlardırlar. Çünkü bunlar (ve özellikle de Fatıma) yalnızca sevgi, merhamet ve de duygudurlar. Bunların hiç birisi günahkâr olanları cezalandırmazlar. Dolayısıyla insanlar, İslam’ın tarif ettiği bir Allah’ın kendilerini cezalandıracağından korktukları için, gelip bu türden şahsiyetlere tevessül ediyorlar.
Bundan ötürü, önceden de işaret ettiğimiz gibi, ilahların fazlalığı hiçbir zaman “tevhit” ile çelişmez. Çünkü ilahın tek olmasından ziyade, insanın tek olması önemlidir.
İnsandan istenen, münafık (birkaç yüzlü) olmamasıdır. Duyguları, aklı, kalbi, vicdanı, içi ve dışının tek olmasıdır. Bu değerleri ile yek vücut olup hayır yolunda yürümesidir. Münafık ve dış gösterişli olduğu için görünürde “ben hayrı seviyorum” der ama, batınında başka türlü olur. Riya, nifak, iki yüzlülük, vs., peki bunları Allah ister mi?
Allah aşkınıza, günümüzde Müslümanlarda mı daha fazla iki yüzlü insanlar mevcuttur yoksa Batı topluluklarında mı?
Müslümanlarda “tevhit”, Batılılarda ise “teslis” vardır. Fakat onların teslislerinin onlara sağladığı fayda, bizim tevhidimizin bize sağladığı faydadan daha fazladır. Acaba bizdeki tevhit batıl da onlardaki teslis hak mıdır dersiniz.
İster tevhit ister teslis, şayet bir akide insanı “salih insan” yapıyorsa, işte o itikat doğru itikattır.Demek ki Allah’ın tekliğine ya da teslisliğine inanmaktan ziyade, insanın doğru/salih insan olması önemlidir. Yani insanın münafık biri olmaması gerekir. Diğer bir deyişle, insanın riyakâr, yalancı, münafık, kıskanç, dünyaperest ve kendi çıkarlarını toplum çıkarlarının üstünde tutan insan olmamasıdır. Allah’ın bizden istediği budur ve insanlığın beklentisi de bunlardır. Bu, kemalin, insanlığın ve maneviyatın dosdoğru yoludur.
Açıkçası “tevhit”, Allah’ın tekliği değildir. İnsanın tekliğidir. İnsanın tek olması gerekir. Yani irfani ekolde “Allah tektir” diyen bir insan “muvahhit biri” değildir. “Muvahhit” insan, “muvahhet/tek” olandır. İşte böyle birisi ancak “muvahhit insan” olabilir. İnsandan beklenen de budur.
İtikatlarda Allah’ın tekliği, ikiliği, üçlüğü vs. konu ediliyor. Bu ilahların sayısallığı “irfan mektebinde” pek de önem arz etmiyor. Nitekim önceden de Allah’ın sayısal konusunun, beşerî ve kültürel bir mesele olduğunu söylemiştik. “Allah sayıyla ilgili bir delil üzerinde pek de durmamıştır.” Yani Yaratıcı, “Allah” ile ilgili sayısallık üzerine bir ayet göndermiştir o kadar.
Dindarlarda, kendi inançlarıyla ilgili kırmızı çizgileri vardır. Fakat ariflerde bu yoktur. Dindar birisine gidip “imam Mehdi diye bir şey yoktur” deseniz, sizi tekfir ederler. İrtidatla sizi ithamda bulunurlar. Sünni bir dindara da “sahabe adil değildir.” deseniz, onlar da sizi öyle nitelendirirler.
Tabi ki istisnalar da vardır. Buradaki istisnalardan kastım, mantıki istisna değil, örfi istisnalardır. Nitekim imam Ali de Kufe’ de Malik Eşter, Habib b. Mezahir, Meysem-i Temmar vs.gibi özel dostları bulunmasıyla birlikte, örfî istisnada bulunarak:
“Ey Kufeliler. Ey bölücü ve nifak ehli” diye buyurmuştur.
Ve yine Hz. Fatıma da kadın olması hasebiyle onun da içerisine dahil edilebileceği kadınlar hususunda şöyle bir söz söylemiştir:
“Kadınlar, akıldan noksandırlar.”
Peki, Fatıma’nın da aklı nakıstır diyebilir miyiz? Tabi ki diyemeyiz. Çünkü onun o üstün derecesi her kesçe malumdur. Fakat imam Ali burada örfi istisnada bulunmuştur. Yani her kesin Fatıma’nın ne olduğunu bildiğini bildiği için, onu ayrıca istisna etmemiştir. İşte buna “örfi istisna” derler.
Şunu da arz edeyim ki bizler, “imanı” Kuran’dan almıyoruz. Oysaki Kuran, “imana” vurgu yapmak için gelmiştir.
Önceden de dedim ki, diğer dinlere tabi olanlar ve hatta münkirler de “iman” sahip olabilirler. Yani onlar da “insani değerlere ve faziletlere” mümin olabilirler. O değerler de “imandır.”
Ariflerin nazarında “Allah”, “insanlığın” kendisi ve aslıdır. Kim insanlığa inanıyorsa ve insanlık yolunda zahmet çekiyorsa, zahirde “münkir” de olsa, onların nezdinde o adam “iman etmiştir.”
Yine ariflerin Allah algıları ile dindarlarınki farklıdır. Ariflerin algısındaki Allah, “değer”, “hayır””, “kemal” ve tüm insanların ihtiyaç duydukları şeydir. Allah, bunlardır.
Kimi düşünürlere göre Kuran ayetlerinin bir bölüm, indiği dönem içindir. Şeri hükümleri o dönemin şartlarına göre belirlenmiştir. Bu döneme göreyse uygunluğu kalmamıştır.
Buradan hareketle, Kuran ayetlerinden büyük bir bölümü tarih olmuştur. Hırsızın elini kesmek, zina eden kadını recmetmek, şahitlikte iki kadının bir erkek etmesi vs., bunlar artık tarih olmuştur.
Gayri Müslimlerden cizye (vergi) almak, artık günümüzde ortadan kalkmıştır. İslam dünyasının her tarafında müşrikler (Hristiyanlar) putlarına yönelip ibadetlerini yapıyorlar. Kimsenin onlara itiraz hakları yoktur. Çünkü artık İslam ülkelerinin birçoğunda demokrasi vardır. Yeni kültür budur. İnsan ve vatandaşlık hakları vs. mevcuttur. Artık insan, insan olduğu için saygındır. Fakat eski dini anlayışlarda insan, imana sahip olması şartı ile saygındı. Müslüman olması şartı ile muhteremdi. Şayet Müslüman değildiyse, saygınlığı ve hürmeti de yoktu.
Ehl-i kitap olanlardan “cizye/vergi” alıp onları küçümsüyorlardı. Kafir olduklarında da onları öldürüyorlardı. Kısacası eski dini ve kültürel anlayışlardaki insan, “şartlı insandı.” Yani saygınlığı şartlara bağlıydı. Müslüman olmayanlar hayvan ve hatta hayvandan daha aşağı bir yaratık gözünde gözüküyordu. Nitekim müşriklerin de öyle oldukları için öldürülmesi gerektiği hususu Kuran’da geçmiştir:
“Müşrikleri nerede bulursanız öldürün.” (Tövbe: 5)
Evet, bu ayetler doğrudur ve batıl değildir. Fakat o zaman için doğrudur. Yani o dönemin kültürü müşrikleri öldürmeyi gerekli görüyordu.
Bu ayetlerin batıl ve adalete aykırı oldukları söylenemez. Hak ve adilce olan ayetlerdir. Fakat toplum o toplum değildir, toplum değişmiştir.
Şu andaki topluluklar medenidir ve bedevi topluluklarla farklıdırlar. Kuran, bedevi topluluklara hitap ederken, bedevi kültür üzeninden hitap ediyor. Şayet Kuran şimdi yeniden gelmeli olur ise, yeni hükümlerle gelmiş olur. Yani onda cizye, zinayı recmetme, hırsızın elini kesme, müşrikleri öldürme, cihat hükmü vs. gibi hükümler olmaz.
Günümüzde Kuran’da geçen ayet ve hükümlerin tümünü almamız mümkün değildir. Örneğin “Ebu Leheb’ in iki eli kurusun, kendisi de yok olsun.” (Tebbet: 1) ayetinin günümüzde faydası ne olabilir? Veya “Allah’tan başka bağışlayan kim vardır.” (Al-i İran: 135) ayeti mucibince, insan hata yaptığında ve affedici birine ihtiyaç duyduğunda, tekrar o ilk döneme mi dönmesi gerekir. Ya da “şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı… emreder.” (Nahl: 90) ayetindeki emredilen adil davranmayı ve iyiliklerde bulunmayı gerçekleştirmek için de mi o zamana gitmek lazım? Kuran’daki bu emirleri bugün de almamız gerekir, çünkü kıyamete kadar insanların adalet ve iyiliklere ihtiyacı vardır. Bu türden durumlar, küresel ve nihayetsizdirler.
Fakat, Kuran’daki iman ile dindarlardaki iman fark ediyor. Eski ayetler ile günümüze taşınabilecek ayetleri birbirinden ayrıştırmamız lazım. Yine öyle mutlak ayetler ile muvakkat/geçici ayetleri de birbirlerinden ayrıştırmamız gerek. Fakat günümüze dek fakihler tarafından bu hükümler ve bu ayetler birbirinden ayrıştırılmamışlardır.
Şimdi de “İman” ın kalbî bir mesele olduğuyla ilgili birkaç ayet nakledeceğim.
“Allah’ın, İslam için göğsünü genişlettiği, böylece Rabbinden bir nur üzere olan kimse (kalbi katılaşmış kimseye benzer) mi?” (Zümer: 22)
Ayette Allah; “aklını açtığı kimse” demiyor, “kalbini açtığı kimseden” söz ediyor.
Yine aynı ayetin devamında:
“Allah’ı anmaya karşı kalpleri kaskatı olanlara yazıklar olsun.” diye buyuruyor ve yine kalpten bahsedildiğini görüyoruz.
Başka bir ayette de yine şöyle geçer:
“(Bu kitap) okununca, yüzüstü secdeye kapanırlar.” (İsra: 107)
“Yüzüstü yere kapanıp ağlarlar ve bu onların huşularını (korkularını) artırır.” (İsra: 109)
Dikkat eder isek, bu durumların tümü de vücudi (var olan şey) ve duygu halleridirler. Fakat itikatta duygu yoktur. Yani akli konularda doygu söz konusu değildir. Duygu, imani ve kalbi meselelerde vardır. Daha doğrusu huşu ve İpka (korku ve ağlayış), imanın belirtisidir.
Diğer bir ayette de şöyle geçer:
“Rablerine karşı içleri titreyerekkorkanların O’ndan (kitabın okunuşundan) derileri ürperir.” (Zümer: 23)
Ve şöyle devam ediyor:
“Sonra onların derileri ve kalpleri Allah’ın zikrine (karşı) yumuşar-yatışır.”
Yani mümine karşı Kuran (Allah’ın sesi) söylendiği/okunduğu zaman başka sesleri ve sözleri duymazlar. Nitekim imam Ali de savaştabacağına isabet eden bir oku, namaz kıldığı bir esnada çıkardıklarında, ağzında okuduğu o sözlerin, Allah’ın sözlerinin sesi olmasından dolayı, okun acısını ve tabibin de sesini duymamış oldu. Oysaki dindarların meclislerinde Kuran okunduğu zaman, o dindarların konuşma sesleri okunan Kuran’ın sesini bastırıyor ve bu da Kuran’ı dinleyenin olmadığını gösteriyor.
Diğer bir deyişle ne Kuran’ı dinleyen ve ne de derisi ürperen oluyor. Açıkçası Kuran’ın ayetleri, dindarların üzerlerinde etki bırakmıyor.
Ama Kuran müminler hakkında:
“Rablerine karşı içleri titreyerek-korkanların O’ndan (kitaptan) derileri ürperir.” diye buyuruyor. Alimler hakkında da şöyle buyuruyor:
“Kulları içinden ancak alimler, Allah’tan (gereğince) çekinirler.” (Fatır: 28)
Acaba günümüzde, Kuran okunduğunda derileri ürperen fakih var mıdır?
Kuran; “iman haşyettir/çekinmedir/korkudur” diyor. Dolaysıyla İman, insanın kalbindedir.
Yani iman; zihni ilim değildir. Zihni ilim ile insan korkmaz. Nitekim rivayetlerde de şöyle geçer:
“Fakih, kendisine baktığınızda size Allah’ı hatırlatandır.”
Acaba günümüz fakihlerinin yüzlerine bakıldığında bizlere Allah’ı mı hatırlatıyorlar, yoksa humus, para ve zenginlik gibi şeyleri mi hatırlatıyorlar?
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish