Tutkularının kölesi totaliter lider

Doç. Dr. Umut Hacıfevzioğlu, Independent Türkçe için yazdı

Yirminci yüzyıl Avrupası’nın SSCB, İtalya ve Almanyası’nda hüküm süren totalitarizmin geçmişin despotluklarından, tiranlıklarından çeşitli yönleriyle farklılık gösterdiğini söyleyebilirim. Tiranlık, kökleri Antikçağ’a kadar uzanan bir yönetim biçimidir.

Eski Yunan siyaset felsefesi geleneğinde Platon ve Aristoteles gibi düşünürler söz konusu yönetim biçiminin tanımını yapmışlar, yönetimleri sınıflandırırken yöneticilerin eylemlerinin etiğe uygun olup olmadığına bakarak ilke bulmaya çabalamışlardı.

Platon ve Aristoteles gibi klasik dönem düşünürleri, bir yönetim biçimini “iyi” ya da “kötü” olarak tanımlarken etik değerleri temel almış ve “iyi” ya da “kötü” yönetim biçimlerinin aslında yönetenlerin etik anlayışıyla ilişkili olduğunu ileri sürmüşlerdi.

Klasik siyaset felsefesine temel kavramlarını kazandıran her iki düşünür de devletin olanaklarını adalete göre dağıtmak yerine, bütün iyileri kendisine ve kendisiyle birlikte siyaset yapan dar bir siyasi kadroya ayıran, kendisine yakın olan kişilere yüksek mevkiler, makamlar vererek, servet artırmayı öncelikli amaç edinen tüm yönetimleri idealden sapmış yönetim biçimleri olarak tanımlamıştı.

Gerek Platon’un gerekse de Aristoteles’in gözünde tiranlık, iyiden, erdemden, adaletten sapan, tek kişinin hükmettiği bozuk bir yönetim biçimiydi.

Yalnız tiranlıklarda her ne kadar adalet göz ardı edilse, baskı ve zulüm egemen olsa da, bütün bir toplumun özgürlüğünün kısıtlanması olanaklı değildi.

Her şeyden önce tiranların totaliter rejimlerde olduğu gibi toplumun kılcal damarlarına kadar nüfus edebilecekleri, halkı kontrol altında tutabilecekleri örgütlü bir partileri yoktu.

Oysa yirminci yüzyılda deneyimlenen totaliter yönetimler, keyfi yönetmenin ya da yasaları yok saymanın ötesinde bütün bir toplumun yaşamını kuşatarak hükmetmeye çalışırken, bilim ve tekniğin olanaklarıyla geçmişin tiranlıklarından, despotluklarından çok daha acımasız bir yönetim kavrayışı ortaya koydular.

Totaliter liderlerin kullandığı en etkili araçlardan biri propagandaydı.

Orwell, distopik yapıtı Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te kamusal/özel alan ayrımı yapmadan her zaman, her yerde olan totaliter liderin propagandayı nasıl da etkili kullandığını gayet açık bir biçimde göstermişti.

Propagandanın dikkat çekici yönlerinden biriyse liderin karizmasının inşasındaki işleviydi. Deyim yerindeyse, totaliter liderin karizması olan değil propaganda aracılığıyla inşa edilen bir şeydi.

Totalitarizmi ve totaliter lideri geçmişin tiranlıklarından ayıran bir diğer olguysa, iktidar istencinin kurumsallaşması bağlamında ortaya çıkmasıydı.

Geçmişin despotlarının ya da tiranlarının güç ve iktidar istenci kendi yaşamlarıyla sınırlıydı. Oysa totaliter yönetimlerde parti örgütü aracılığıyla kurumlaşan güç istenci totaliter liderin ömrüyle sınırlı değildi.

Totaliter lider ve örgütü deyim yerindeyse “iktidarın ırgatı” konumundaydı. Dolayısıyla, herkes geçici ama “iktidar” kalıcıydı.

Tam da bu nedenle, totalitarizm tutkuların, özellikle de güç tutkusunun cisimleştiği bir rejim olarak tanımlanabilirdi. Güç tutkusunun egemen olduğu bir toplumdaysa kimsenin özgür olması olanaklı değildi.

Daha açık bir ifadeyle, totaliter yönetimlerde köleleşen yalnızca halk değildi. Aslında totaliler lider de bir köleydi. Ama tutkularının kölesi…

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU