Edebiyattan sinemaya: Bir benlik arayışı; Çölde Çay

Mehmet Erduğan, Independent Türkçe için 1990 yılında Çölde Çay ismiyle, Bernardo Bertolucci'nin yönetmenliğinde sinemaya uyarlanan Esirgeyen Gökyüzü (The Sheltering Sky) adlı filmi yazdı

Mark Peploe ve Bernardo Bertolucci'nin Paul Bowles'in 1949 tarihli varoluşsal açıdan kasvetli romanından rapsodik bir yorumla uyarladıkları The Sheltering Sky adlı bu büyüleyici film, kültürler arası keşif, seks, yalnızlık ve manevi yolculuk temalarını sinemaya zarif bir şekilde aktarıyor.

Romana kıyasla daha zayıf bir anlatıya sahip olduğu için film herkese hitap etmeyebilir ama edebiyattan hoşlananlar için bu olağanüstü film, izleyicisine son derece sıra dışı yolculuklar sunuyor.


Bir benlik arayışı; Çölde Çay

Yönetmen: Bernardo Bertolucci / Oyuncular: Debra Winger, John Malkovich, Campbell Scott, Jill Bennett, Timothy Spall, Eric Vu-An, Amina Annabi, Philippe Morier-Genoud, Sotigui Kouyaté, Tom Novembre, Mohamed Ben Smaïl, Kamel Cherif, Mohammed Afifi, Brahim Oubana, Carolyn De Fonseca, Veronica Lazar, Rabea Tami, Nicoletta Braschi, Samiri Menouer, Keltoum Alaoui, Mohamed Ixa, Ahmed Azoum, Alghabid Kanakan, Gambo Alkabous, Sidi Kasko, Azahra Attayoub, Maghnia Mohamed, Oumou Alghabid, Sidi Alkhadar, Paul Bowles, Mouss Zouheyri / Süre: 138 dakika
 

 

Time dergisi tarafından İngiliz edebiyatının en iyi 100 eseri arasında gösterilen Paul Bowles'ın 1949 tarihli romanından 1990 yılında Çölde Çay ismiyle, Bernardo Bertolucci'nin yönetmenliğinde sinemaya uyarlanan Esirgeyen Gökyüzü (The Sheltering Sky), bir çiftin durgun ve umutsuz evliliklerini yeniden canlandırabilme umuduyla Kuzey Afrika'ya doğru yaptıkları egzotik bir yolculuğu anlatmaktadır.

Bu öyle bir yolculuk ki; birbirlerini çok sevmelerine karşın iletişim kurmakta zorlanan Amerikalı çift Port ve Kit'in "Çölün ortasında kendilerine bir Batı kalesi kurma çabası" içinde benliklerini bulmaya çalışırken birbirlerini kaybetmeye kadar uzanmaktadır.
 

 

Kaybolmuşluğun içindeki benlik arayışı

89 yıllık hayatının 53 yılını Fas'ta geçiren ve yazar, gezgin, müzik etnoloğu kimliğiyle bu süreye beş roman, on dört öykü, üç cilt şiir kitabı sığdıran, yerel halkın birbirine sözlü olarak anlattığı hiç kaleme alınmamış geleneksel Fas öyküleri başta olmak üzere sayısız çeviri yapan, edebi dili ve kusursuz tasvirleriyle gezi yazıları yazan Paul Bowles, kariyerindeki bu ilk romanında insan ruhunun ıssızlığına dalıp yalnızlık halini sorgularken Doğu'nun gizemli karmaşıklığında Batılı insanın ruhsal çöküşüne de yaklaşarak kendini irdelemesine imkân sağlamaktadır.
 


Her ne kadar kendisinden önce kıta Amerika'ya ayak basanlar olduğu kanıtlansa da yine de kıtanın kâşifi olarak tarihin büyük anlam yüklediği Cenovalı denizci Kristof Kolomb'un, yaşadığı yerin kendisine dar gelmesiyle serüvenci yanını doyurmak ve o mistik Doğu'nun dillere destan olmuş zenginliklerini ele geçirmek maksadıyla yolculuğunu başlattığından bu yana Doğu, eserlerine malzeme arayan ya da kendilerini bulmak üzere yola çıkan tüm Batılı romantiklerin, entelektüel ve kentsoyluların cazibe merkezi haline gelmiştir.
 


Elbette böylesi bir süreçte yola koyulmanın çeşitli nedenleri, gerekçeleri olabilir; kişi hayallerinin peşinde, kimi zaman yeni zenginlikler, yeni bir yuva, ekmek, iş, başarı elde etmek, kimi zaman da sadece bir serüvene çıkmak amacıyla yola koyulabilir.

Ya da eğer hiçbir yere demir atmak istemeyen, benliğini kaybetmiş veya anarşist ruhlu biriyse o kişi, kendisini sürekli bir sürgüne mahkûm edişini de simgeleyebilir bu yolculuk hali ve serüveni; Çölde Çay hikâyesinde olduğu gibi…
 

 

Birlikte ama yalnız iki gezginin hikayesi

Biz turist değiliz, biz gezginiz; turistler, geldikleri an eve dönmeyi düşünen insanlardır, oysa gezginler hiç geri dönmeyebilir…


İkinci Dünya Savaşı'nın ardından, üç genç Amerikalı, New York'un kentsel güzelliklerini geride bıraktıktan sonra yeni deneyimler aramak için Tanca'ya gelir.

Port bir bestecidir; bir yazar olan karısı Kit ve Long Island sosyetesi olan arkadaşları Tunner, buraya farklı nedenlerle gelmişlerdir.
 


Kendilerini turist değil, gezgin olarak tanımlayan Port ve Kit, Kuzey Afrika kültürünü ve iklimini yaşamak, egzotik olanı tatmak ve kendileri için yasak olan şeyleri aşabilmek niyetindelerdir.

Bu yüzden aralarında büyük huzursuzluklar olmasına rağmen yaklaşık 10 yıldır birlikte kalan evli bir çift olan Port ve Kit bu yolculuklarında, bir iki haftalık ya da birkaç aylık sürenin sonunda evlerine dönmeye can atan turistler gibi değil, hiçbir yere ait olamadıkları için ağır ağır hareket eden, hatta yıllar süren dönemler içinde yolculuk eden birer gezgin olarak yolculuklarını sürdürmektelerdir.
 


Böylece yakın arkadaşları George Tunner ile birlikte İkinci Dünya Savaşı sonrasında anlam krizine giren Batı'dan uzaklaşıp modern dünyadan kendilerini tecrit ederek yitirdikleri benliklerini Sahra Çölü'nün sonsuz, anlaşılmaz, devinimsiz boşluğunda bulmayı arzularlar.

Fakat hayatları boyunca yaptıkları hataların, gezginlik zamanlarını da es geçmeyip onları yeni sorgulamalara, birbirleriyle bitmeyen kavgalara ama en çok da birlikteyken bile sonsuz bir yalnızlığa sürüklemesinden kurtulamazlar.
 


Çünkü Montaigne'in de söylediği gibi; ruh nerede bunalırsa bunalsın, hep aynı ruhtur. Bundan başka, saraydan ve pazardan el çekmekle hayatımızın baş kaygılarından kurtulmuş olmuyoruz.

Sokrates'e birisi için, seyahat onu hiç değiştirmedi, demişler. O da: Çok doğal, çünkü kendisini de beraberinde götürmüştür, demesi boşa değildir.
 

 

Hüzün dolu bir aşk

Basmakalıp bir varoluş modelini yinelemeyen, benzersiz anlatım diliyle bize hayatımızın olağanüstülüğünü duyumsatan böylesi bir hikâye, Doğu'ya karşı yeni bir ilginin uyandığı bir dönemde İtalyan yönetmen Bertolucci'nin de kadrajına girer.
 


Böylece Son İmparator (The Last Emperor, 1987) ve Küçük Buda (Little Buddha, 1993) ile birlikte oryantal üçleme olarak nitelenen zincirin ikinci halkası olarak filmografisine dâhil olur.
 


Vittorio Storaro'nun görüntü yönetmenliğinde Fas, Cezayir ve Nijer'in çarpıcı manzarasını fon alan, Debra Winger, John Malkovich ve Campbell Scott'un oyunculuklarıyla hayat bulan bu hüzün dolu aşk ve yok oluş hikâyesinde, iki sevgilinin tensel yakınlığının bir dışavurumu olan çöl ile ilişkilerindeki karmaşıklığın dışavurumu olan şehirlerin labirentsi yapısı içinde kendimizle de yüzleşerek harikulade görüntüler eşliğinde bir sinema deneyiminin yaşanılması kaçınılmazdır.
 


Film temelde Bertolucci'nin de söylediği gibi; duygusal açıdan karışık iki insanın son derece yalın olan öyküsüyle ilerleyen, her zaman karşımıza çıkabilecek türden bir aşkın içindeki mutsuzluğu ifade eden, sevgi olduğu halde huzurun bir türlü yakalanamadığı türden bir aşk hikâyesidir.
 


Fakat diğer taraftan Ortaçağ'dan bu yana bakir addettikleri Doğu'yu keşfetme girişiminde bulunan tüm diğer Batılı seyyahlar gibi karakterlerin adım adım içinde kaybolduğu o muhtelif mekânlar ve insanlar da alttan alta "oryantalist" bir bakışla Doğu-Batı tenakuzunu ifade eder niteliktedir.
 


Filmin zaman bilinci Doğu'nun geri kalmışlığına ve bunun devam eden bir süreç olduğuna işaret ederken karakterleriyle yaşattığı mekân bilinci ise Batı'nın geri dönüşü mümkün olmayan bir dağılma ve çözülme içinde olduğunun idrakine dayanmaktadır.
 


Ve film özünde, eğitimli, kitap kurdu, biraz yorgun Amerikalı entelektüellerin, medeniyetin sınırlarını çizdiği bir yerde okuyarak anlayamayacakları bir deneyim enginliğiyle karşı karşıya kalmalarıyla ilgilidir.
 


Egzotik bir dünya, pitoresk bir drama

Kendi cinsel özlemlerini örtülü bir şekilde romanına yazan Paul Bowles'un filmin başında ve sonunda hem anlatıcılığıyla hem de endamıyla arz ettiği Çölde Çay filminde, Bertolucci'nin kendi kültürel düş kırıklığı sonucu Batı'nın yollarını geride bırakacak şekilde yorumladığı romanın sinematografisini bilinçli olarak iki uyumsuz bölüm halinde kurgular ve üç Amerikalının New York'tan Tanca'ya gelmesiyle film başlar.
 


İlk yarı Port, Kit ve Tunner'in karakteristik yapılarını ortaya çıkaran seyahatleri sırasında birbirlerine olan sadakatlerini test ettikleri bazı kurnaz manevralar, diyaloglar, anlatımlar ve karşılıklı çekişmeler üzerine kurulurken filmin ikinci yarısına doğru akış, Port'un Tifo'ya yakalanmasıyla başlayan ölüm kalım sürecinde kişilerin yalnızlık, üzüntü ve hüzün dolu halleriyle yön değiştirir.
 


Port yabancı bir lejyon karakolunda öldükten sonra, Kit'in kafası karışır, elinde çantasıyla çölde amaçsızca dolaşır durur.
 


Kit'in bir tür trans halinde bilinçsizliğe ve unutulmaya yönelik yaptığı bu mistik yolculuk nihayetinde genç bir Tuareg kabile üyesiyle birlikte olduğu, sevgilisi olduğu ve bir çocuk kılığında haremin bir parçası olarak bir odaya kilitlendiği bir Sahra gizemine doğru ilerler.

İlk bölümdeki yoğun diyalogların aksine katmanlı olarak çölün derinliklerine doğru ilerledikçe bildik kelimelerin pek bir anlam ifade etmediği egzotik bir dünyada iç yolculuk ve varoluşsal çıkmazlar kendini göstermeye başlar.
 


Filmin ilk ve ikinci yarısı keskin sinema teknikleriyle birbirinden ayrılıp seyirci nezdinde genel kabul gören normların dışında bir kurguyla anarşik bir karışıklığa sebep olurken sona yaklaştıkça uyumsuzluğun uyumu bu manevi yolculuğu eşsiz bir şekilde tamamlar.

Böylece kaybolmuşluğun içindeki benlik arayışıyla başlayan olay örgüsü, Amerika-Batı uygarlığı ile kadın-erkek ilişkisinin ruhsal karşıtlığında, içinde bulunduğumuz dünyayı kavrayabilmek adına kışkırtıcı ve kapsamlı bir yaşanmışlığın izleğini ustalıkla aktaran bir başucu eseri olarak hayatımızda yerini alır.

 

Oryantalist motifler

126 yıllık geçmişi olan sinemanın yedinci sanat dalı olarak kabul görmesi ve elektronik medyanın doğuşundan bu yana filmler, yaşadığımız bu dünyayı ve kendimizi anlayabilme biçimimizi büyük ölçüde etkilemektedirler.

Üstelik sosyal bilimler ve kültürel çalışmaların içinde sinemanın gerek örtülü gerek açık göndermeleriyle en önemli ideolojik aygıtlardan birine dönüştüğü gerçeği de yadsınamaz.
 


Bu yüzden sinema artık sadece bireyler değil, uluslar için de "öteki" olanın resmedilmesi ve hatta tescil edilmesine olanak sağlayan bir sanat formu olarak, ulusların farklılıklar üzerinden kendi milli kimliklerini tanımlama ve milliyetçi söylemlerini empoze etme anlamında da önemli bir araç oldu.

Bu anlamda oryantalist yaklaşımlarda klasik oryantalizmden yeni oryantalizme kayan "ben" ve "öteki" algısını, yarattığı karakterler üzerinden aktaran sinema, kültürlerarası ontolojik ve epistemolojik ayrımın hem üreticisi hem de göstereni olarak önemli rol oynadı.
 


Romana aşina olmayan izleyiciler için, film muhtemelen eksantrik, belli belirsiz bir şekilde birbirine yabancılaşmış yolcular arasında, düşman çölün en derinlerine seyahat ettikçe giderek daha iyi (ama daha acımasız) hale gelen biraz sert bir drama olarak görünecektir.

Ama diğer taraftan Çölde Çay filmi de her ne kadar hüzünlü bir aşk hikâyesi görünümünde olsa da aslında yukarıda söz ettiğim bağlamlardan yola çıkarak öyküsünü kuran bir çalışma olmuştur.

Yani; birbirleriyle sorunlar yaşayan Batılı entelektüel bir çiftin Kuzey Afrika'ya doğru yolculukları oryantalist motiflerle örülmeye başlar ve böylece Batı'nın gerçekliğine karşı mistizm ve gizem, Batı'nın modern yapısına karşı gelenekler, Batı'nın gelişmiş toplum yapısına karşı geri kalmış klanlar ve bedeviler ile çoğunlukla Doğu'ya ait olduğu düşünülen sapkın cinsellik anlayışları ve Doğu'nun tekinsiz dünyası filmsel anlatıya yansır.

Velhasıl Edward Said'in 1978 yılında yayınlanan Oryantalizm kitabında da değindiği üzere "Nasıl garp belli bir yer değilse, şark da tam olarak belli olmayabilir."
 


İnsanlar hep farklı görür; kimimiz soğuk kış güneşine bakarken, kimimiz çöl ateşinde yanar.

Fakat şu bir gerçek ki tüm farklılıklarımıza rağmen insan denen varlık tek bir esirgeyen gökyüzünün altında yaşar.

Çöl kumundan bir kale misali, dokununca yıkılıveren duygularımızla ufka doğru baktığımızda kendimizden başka bir şey göremezken belki de sevgi denen şeyi kaçırıyoruz.

Yüksek egolarımızla hep daha fazlasını isterken elimizdekileri kaybettiğimizin farkına bile varamıyoruz.
Oysa Paul Bowles'un da dediği gibi;

Ne zaman öleceğimizi bilmediğimiz için, hayat hiç bitmeyecekmiş gibi gelir ama hiçbir şey çok tekrarlamaz kendini… Aslında çok az tekrarlar. Çocukluğunuzun bir öğleden sonrasını, öyle ki, hayatınızı onsuz düşünemediğiniz, sizi derinden etkilemiş bir öğleden sonrayı, daha kaç kez anımsayabilirsiniz ki? Belki dört, beş kez daha, belki o kadar bile değil… Dolunayın çıkışını daha kaç kez izleyebileceksiniz? Belki yirmi… Ama yine de her şey sonsuzmuş gibi gelir…


Ama elbette hiçbir şey sonsuz değildir…

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU