Afrika'da insan haklarının gelişim serüveni ve Kovid-19'un olumsuz etkileri

Yusuf Kenan Küçük Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Reuters

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres'in hafta başında 'The Guardian'da bir makalesi yayımlandı. 

Guterres makalesinde, Kovid-19'un ardından dünyanın şimdi de bir insan hakları ihlalleri salgınıyla karşı karşıya olduğuna dikkat çekti. 

Afrika ülkeleri şimdiye kadar Kovid-19'dan görece az etkilendi. 

Ancak Guterres'in bahsettiği diğer salgın olan insan hakları ihlalleri kıtada on yıllardır hüküm sürüyor. 

Dahası bu salgın, Afrika'da her yıl Kovid-19 kadar can alıyor. 

Bu bağlamda, Afrika'da Kovid-19 kaynaklı ölümler 72 bin civarında iken, Afrika'daki mevcut ihtilaf ve çatışmalarda her yıl yaklaşık 50 binden fazla kişi öldürülüyor. 

2018 yılında "The Lancet" adlı tıp dergisinde yayımlanan bir araştırmaya göre, kıtada her yıl ortalama 250 bin çocuk, savaş ve ihtilaflar nedeniyle temiz su ve sağlık hizmetlerine erişemediği için hayatını kaybediyor. 

Bu çerçevede insan hakları ihlallerinin Afrika için acil önlem alınmasını gerektiren bir salgın olduğu anlaşılıyor. 


Tarihi arka plan 

"Modernite" öncesi hemen her toplumda olduğu gibi Afrika'da da insanlar arası ilişkileri toplumsal aidiyetler belirliyordu. 

Haklar topluluk olarak talep edildiği gibi, cezalar da topluluğun tamamınca üstleniliyordu. 

Sömürgecilik dönemi ise birçok alanda olduğu gibi insan hakları alanında da ciddi bir kırılma meydana getirdi. 

Var olan siyasal, sosyal ve ekonomik haklar çok büyük oranda göz ardı edildi ve Afrika toplumlarına yeni değerler, otorite anlayışı ve sosyal örgütlenme modelleri empoze edildi. 

Keyfi ve baskıcı olan sömürge yönetimlerinin Afrika halklarına verdiği zararlardan belki de en önemlisi, herhangi bir kontrol-denge mekanizmasına tabi olmayan otoriter yönetim kültürü inşa etmek oldu. 

Kendi kaderini tayin ve insan haklarının teminat altına alınması sloganıyla kitleleri "bağımsızlık ideali" arkasında birleştiren Kwame Nkrumah ve Julius Nyerere gibi Afrika ülkelerinin bağımsızlık sonrası ilk liderlerinden birçoğu, bağımsızlığı takip eden dönemde toplumun tüm kesimlerine özgür ve insanca yaşam sunma ideallerini bir kenara bıraktılar. 

Baskıcı karakteri zamanla daha belirgin hale gelen yönetimler, vatandaşlarının temel hak ve özgürlüklerini yok saymak ve ihlal etmekte sömürge yönetimlerinden çok farklı değillerdi. 

Ve halk üzerinde baskı kurmak için mazeret olarak öne sürülen kalkınma ve siyasi istikrarın tesis edilmesi gibi hedefler de gerçekleştirilemedi. 

Bahsekonu otoriter yönetimler Soğuk Savaş şartlarında Doğu ve Batı bloklarından birinin desteğini alarak hayatta kalmayı başardılar. Ne var ki, demokrasi ve insan hakları için vazgeçilmez olan kurumlar ile sivil toplumun gelişimine ket vurdular. 

1963 yılında kurulan Afrika Birliği Örgütü'nün katı bir biçimde sadık kaldığı "ülkelerin içişlerine karışmama prensibi" insan haklarını ihlal eden ülkeler için kıta içerisinde önlem alınmasını engelledi. 

Öte yandan, uluslararası finans kurumları özellikle 1980'li yıllarda Afrika ülkelerine makroekonomik istikrarın sağlanabilmesi için yapısal uyum politikaları dayattı. 

Bu politikalar Afrika'da, özellikle ikinci kuşak haklar olarak addedilen ekonomik ve sosyal hakları ciddi erozyona uğrattı. 

Soğuk Savaş'ı takip eden on yıllık dönem, dünyanın diğer bölgelerinde olduğu gibi Afrika'da da demokratikleşme ve insan haklarının gelişimi için olumlu bir hava meydana getirdi.

Ancak, Afrika ülkelerinde yaygın olan neopatrimonyal yönetimler, bahsekonu alanlarda somut adımların atılmasını engelledi. 

Bu dönemde Afrikalı otoriter yönetimler ayrıca, hem içerden hem dışardan gelen demokrasi talepleri karşısında "mış gibi yapma"yı öğrenmişti. 

11 Eylül saldırılarından sonrasında ise güvenliği önceleyen politikalar benimseyen Batılı ülkeler, insan hakları alanındaki sabıkalarına rağmen bazı otoriter Afrika ülkeleri yönetimlerini "terörle mücadele"de müttefik olarak kabul etmeye başladı. 

Bu ülkelerdeki insan hakları ihlalleri de terörle mücadele adı altında görmezden gelindi.   
 

Afrika İnsan ve Toplum Hakları Mahkemesi üyeleri.jpg
Afrika İnsan ve Toplum Hakları Mahkemesi üyeleri / Fotoğraf: african-court.org

 

Kıtadaki insan hakları mekanizmaları ve etkinlikleri

Afrika ülkelerinde yaygın ihlallere rağmen tüm temel hak ve hürriyetler esasen kanuni düzenlemelerle garanti altına alınmış durumda. 

Bu minvalde Afrika ülkelerinin ulusal mevzuatlarını önemli ölçüde uluslararası insan hakları hukukuyla uyumlaştırdıkları, dahası Afrika Birliği çatısı altında insan hakları hukukunu ileri taşıyan düzenlemeleri dahi kabul ettikleri görülüyor. 

Nitekim, 1981 yılında kabul edilen "Afrika İnsan ve Toplum Hakları Şartı", İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nde kayıtlı hakların tamamını içeriyor. 

Dahası Şart'ın toplumlar arası eşitlik, uluslararası güvenlik ve barış hakkı, ulusal zenginlik ve kaynakların korunması hakkı gibi üçüncü kuşak hakları da benimsediği görülüyor. 

Bu Şart çerçevesinde oluşturulan Afrika İnsan ve Toplum Hakları Mahkemesi sivil toplum kuruluşları ve bireylerin ihlal başvurularını kabul ediyor. 

Ne var ki sorun uygulamada ortaya çıkıyor ve Afrikalı otoriter yönetimler insan haklarını pervasız bir şekilde ihlal ediyorlar. 

Birçok Afrika ülkesi lideri, bir taraftan Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin Afrika'ya taraflı ve önyargılı yaklaştığını iddia ederken, diğer taraftan kendi oluşturdukları insan hakları mekanizmalarını dahi zayıflatmaya çalışıyor. 

Bu bağlamda Afrika İnsan ve Toplum Hakları Mahkemesi'nin kuruluş protokolünü şimdiye kadar sadece 30 ülke onaylamış bulunuyor. 

Diğer taraftan Ruanda 2017 yılında; Tanzanya, Fildişi Kıyısı ve Benin ise geçtiğimiz yıl bireysel başvuruya ilişkin kabullerini geri çektiler. 

Dolayısıyla anılan mahkemeye bireysel başvuru hakkını hali hazırda sadece 6 ülke tanımış durumda. 

Bu durum mahkemenin insan haklarını korumadaki rolü ve etkinliğinin sorgulanmasına yol açıyor. 

Dahası Ruanda, Libya ve Kenya gibi bazı ülkeler, mahkemenin verdiği kararları uygulamadıkları gibi, açıktan bu kararları tanımadıklarını dile getiriyorlar. 

Öte yandan, son yıllarda Fildişi Kıyısı, Burkina Faso ve Mali, insan hakları savunucularının korunmasına yönelik yasalar kabul ettiler. 

Özünde olumlu bir gelişme olarak değerlendirilebilecek bu durum esasen, insan hakları savunucularının güvenlik güçlerinin keyfi uygulamalarına, cezalandırma amaçlı tutuklamalarına ve mahkeme süreçlerine tabi tutulduğunun zımni kabulü niteliğinde. 

İnsan hakları savunucularının da haddizatında hak ve özgürlüklerini devlete karşı korumak isteyen bireyler olduğu gerçeğini göz önünde bulundurulduğunda, durumun vahameti daha da belirginleşiyor. 

Otoriter yönetimler insan hakları savunucularını gözlerine kestirdiklerinde onları sindirmek, susturmak ve faaliyetlerini sonlandırmak için mazeret bulmakta zorlanmıyor. 

Nitekim, Afrika ülkelerinde birçok insan hakları savunucusu, yaptığı barışçıl eylemler nedeniyle değil, terörü teşvik etmek ve asayişi bozmakla suçlanıyor. 

Örneğin Mandela'nın avukatlığını yapan "apartheid" karşıtı Bram Fischer, Güney Afrika'nın o dönemdeki yöneticileri gibi "beyaz ırk" mensubu olmasına rağmen "komünizmi yaymaya çalıştığı" gerekçesiyle hapse mahkûm edildi ve cezaevinde hayatını kaybetti.

Kendi ulusal insan hakları mevzuatını dahi uygulamak istemeyen, uluslararası insan hakları hukukunu da görmezden gelen bu yönetimlere karşı uluslararası toplum tarafından kaydadeğer bir önlem alınamıyor. 

Zira, mevcut uluslararası sistem devletlerin egemenliğini önceliyor. Etiyopya'da devam eden iç savaş örneğinde de görüleceği üzere, sivillerin yargısız infazı ve katledilmesi ilgili devletin "içişleri" olarak addediliyor. 

Uluslararası toplumun insan haklarının gelişimini teşvik etmekteki rolü yadsınamaz. 

Gel gör ki birçok Batılı demokrasi havarisi ülkenin, "ulusal çıkarları gereği" insan haklarını hiçe sayan otoriter Afrika yönetimleriyle çalışmaktan ve onlara destek olmaktan çekinmediği görülüyor. 

Zaman zaman yapılan insan haklarına saygı çağrılarının da göstermelik olduğunu en iyi otoriter Afrikalı liderler biliyor. 

Çin ve Rusya gibi BM Güvenlik Konseyi ülkeleri ise özellikle son dönemde uluslararası insan hakları mekanizmalarının altını oyacak politikalar benimsemiş bulunuyor. 

Bu durum bir taraftan otoriter liderleri insan haklarını ihlal etmede daha cüretkâr kılarken, diğer taraftan kendini savunmasız hisseden birçok insan hakları savunucusunun söylem ve eylemlerinin etkisi azalıyor.  
 

Philimon Bulawayo Reuters.jpg
Fotoğraf: Philimon Bulawayo/Reuters

 

Küresel salgının etkisi

Kıtada uzun yılların mücadelesi sayesinde insan hakları alanında elde edilen sınırlı kazanımlar, son olarak Kovid-19 gerekçe gösterilerek rafa kaldırıldı. 

Örneğin İnsan Hakları İzleme Örgütü'nün 2020 yılındaki gelişmelere ilişkin raporuna göre Uganda'da seçimlere giden süreçte ifade özgürlüğü ve toplanma ciddi şekilde kısıtlandı. 

Uganda güvenlik güçleri muhalefetteki Bobi Wine'ın Cumhurbaşkanlığı seçimleri için düzenlemek istediği mitinglerini engellediği gibi, bu etkinlikleri takip etmek isteyen gazetecileri de tutukladı. 

Kovid-19 salgını sırasında zor durumda bulunan yoksullara yardım dağıtmak isteyen siyasetçiler, Cumhurbaşkanı Museveni'nin emriyle gözaltına alındı ve darp edildi. 

Öte yandan Uganda Parlamentosu İnsan hakları Komitesi, güvenlik güçlerinin gözaltına aldıkları ve kaçırdıkları şüphelileri "güvenlikli evler" olarak bilinen gayriresmi merkezlere götürerek işkence yaptığını ve işkenceciler hakkında hiçbir işlem yapılmadığını tespit etti. 

Yine mezkur rapora göre Zimbabve'de 2020 yılı içerisinde 70 muhalif güvenlik güçleri tarafından kaçırıldı ve işkenceye tabi tutuldu. 

Ülkede pandemi sonrası dönemde zorla kaybetme vakalarında artış yaşandı. 

Muhalefet partisi lideri Jacob Ngarivhume yolsuzluklara karşı ülke çapında gösteriler düzenlenmesi çağrısı yapması üzerine tutuklandı. 

Zimbabve polisi, muhalif gazetecilerden olan Mduduzi Mathuthu'nun evine baskın düzenledi. 

Adıgeçeni evde bulamayan polis, Mathuthu'nun aile bireylerini gözaltına altı ve iddialara göre yeğenine işkence yaptı.
 

AP.jpg
Sudan'da 2019 devrimi sırasında protestocular / Fotoğraf: AP

 

Sonuç

Afrika'da insan hakları alanında olumlu gelişmelerin yaşandığını da kayda geçirmek gerekiyor. 

Örneğin geçtiğimiz hafta içerisinde Sudan, işkencenin önlenmesi ve zorla kaybetmeye karşı BM sözleşmelerini onayladığı duyurdu. 

Bu gibi olumlu gelişmeler takdire şayan.

Fakat sorun yaşayan tek bir birey dahi olsa insan hakları alanında bardağın boş tarafında odaklanmak icap ediyor. 

Zira zorla kaybedilen, işkenceye maruz kalan veya diğer temel hak ve hürriyetleri kısıtlanan her bir bireyin haklarının tek tek gözetilmesi gerekiyor. 

Öte yandan, otoriter eğilimli siyasi iktidarın kontrolündeki devlet aygıtının özgürlüklerin arkasında durmadığı ve bu iktidarı denetleyecek mekanizmalar bulunmadığı sürece Afrika'da insan hakları ihlallerinin devam edeceği anlaşılıyor. 

Harry M. Scoble'ın dikkat çektiği üzere insan hakları hemen hiçbir durumda yönetici elit tarafından bahşedilmiyor; fakat halkın etkin ve başarılı mücadelesi neticesinde kazanılıyor. 

Birkaç cesur yürek insan hakları savunucunun kelle koltuktaki fedakarlıkları, sorunları gündeme getirmeye ancak yetiyor. 

Salgınla mücadelede sadece birkaç kişinin maske takmasının bir işe yaramaması ve tüm bireylerin üzerine düşeni yapması gerektiğine benzer şekilde, Guterres'in dikkat çektiği insan hakları ihlalleri salgınına karşı da topyekün mücadele gerekiyor. 

Bu yüzden Afrika ülkelerinde insan haklarının teminat altına alınabilmesi için, geniş halk kitlelerinin hak taleplerinde ısrarcı olmaları, barışçıl yollarla iktidarı politikalarını değiştirmeye zorlamaları gerekiyor.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU