Kadın ruhlu bir efsane: Şahmaran

Şeyhmus Çakırtaş Independent Türkçe için yazdı

Kolaj: Independent Türkçe

Küçüklüğümden beri zihnimde olan bir söylence var. Bugün hala Mardin, Adana, Tarsus çevresinde oldukça sık anlatılan ve değişik versiyonları birçok kentte dile getirilen Şahmaran mitolojisi çok eskilere, tarih öncesi dönemlere kadar gider.

Sümer ve Hitit mitolojisinde bahsedilen, Yunan mitolojisinde anlam bulan ve Mezopotamya'da bambaşka bir ruh kazanan Şahmaran hikayesi yeryüzünde dilden dile dolaşır, Sümer kitabelerinde ölümsüzleşir, Evliya Çelebi'nin günlüklerine yansır, bazı toplumların tarihi vesikalarına girer ve günümüze kadar gelir.

Öyle bir yayılır ki, hemen hemen her toplum kendine has bir anlamlandırma ile söylenceyi anlatarak, yaşamasına olanak sunar…
 

neşe topsakal pinterest.jpg
Fotoğraf: Neşe Topsakal/Pinterest


Küçükken annemin anlattığı ve oturma odamızın çelpekli beyaz toprakla sıvanmış duvarına asılı, bez üzerine işlenmiş Şahmaran betimlemesi, o yıllarda hemen hemen her evde bulunur, söylencesi masal şeklinde anlatılırdı.

Ayrıca çocukluğumda Şahmaran hikayesini resmeden ressamlar, halı ve kilimlere dokuyan, kanaviçe olarak işleyen genç kadınlar vardı.
 

mardin (1).jpg
Selim Gökçen adlı Şahmran ustası, Mardin'de yıllardır ahşap üzerine yakma tekniğiyle resimler yapıyor. Atölyesinde efsanelerin dilini resimle canlandırmaya çalışıyor / Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş


Bugün bu ustalardan kalan olmuş mudur bilmiyorum ama özellikle Mardin yöresinde Şahmaran betimlemesinin halen işlendiği ve anlatıldığına tanık oluyoruz.

Cama değişik renklerde çizilen, ahşap levhalara yakma tekniğiyle ifade edildiğine tanık oluyor, okuyor, izliyoruz.
 

mardin (2).jpg
Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş

 

Eskisi gibi olmasa da, Şahmaran hala bazı tarihi konakların, ev ve iş yerlerinin, modern mekanların duvarlarını süslemeye devam ediyor.
 

Dony Gift pinterest.jpg
Fotoğraf: Dony Gift/Pinterest

 

Peki, nedir bu Şahmaran hikayesi? Geçmişi nereye, hangi kavime ve zamana dayanıyor?

Bu sorunun cevabını bulmak için bir süredir zihnimi biraz zorlayıp, dinlediklerimi kafamda demleyerek ve günümüzde yazılanlara göz atarak ortaya bir fotoğraf çıkartmaya, yorumlamaya çalışıyorum.

Ben zihnimi zorladıkça yeni bilgiler çıkıyor ortaya; tarihin karanlık tünelinin en gerisinden ışık huzmesi ortalığı aydınlattıkça merakım artıyor ve ben Şahraman hikayesinin peşine düşüyorum.
 


Tarihin derinliklerini kazdıkça yol uzuyor, ta Sümerlere, hatta gerilere kadar ulaşıyor ve 6 bin yıllık bir söylencenin tam ortasında kendimi buluyorum.

Şahmaran bir söylence olsa da, tarihin bir özeti gibi. Çünkü insan için yılan imgesinin bütün çağlarda öne çıktığı gerçekliği var.
 

DSC_4320.JPG
Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş


Her devir, her çağ yılan imgesiyle şu ya da bu şekilde ilgilenmiş ve yılana farklı farklı anlamlar yüklenmiş. 12 bin yıllık geçmişi olan Göbeklitepe'de bulunan taş anıtların yüzeylerine yılanlar çizilmiş.

Göbeklitepe'de taşlara kazınan yılanların hangi amaçla yapıldığını tam olarak bilmemize imkan yok, belki hiçbir zaman bu sorunun cevabına ulaşamayacağız.
 

DSC_4518.JPG
Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş


Ama bütün uygarlık katmanlarında yılan imgesinin olması bir tesadüf mü yoksa insanın özellikle seçtiği bir özne mi?

Benim için zor ve henüz yanıtı olmayan bir soru.Tarihin karanlık tünelinde o kadar çok yılan imgesi var ki, hangisini hangisine bağlayacağımı bilemiyorum.

Bildiğim şudur ki, yılan bütün zamanların en gizemli hayvanı, iktidar ve güçlü olmanın sembolü.

Kimi zaman insan için bir koruyucu, kimi zaman gücün temsilcisi ve aynı zamanda bir iyileşme iksiri, belki kutsal. Kötücül yönü ise bedeninde ölümcül bir zehir taşıması.

Toplumların yılan imgesini sık sık kullanmasının nedeni korku da olabilir, tanrısal bir yaklaşım da.
 

fikret otyam.jpg
Görsel: Fikret Otyam


Gerçek olan şu ki yılan tarih boyunca var olmuş, kendisini değişik mecralarda yaşatmış, tarih sayfalarına konu olmuş, güç ve gösterişin sembolü olmuş.

Her hayvan, her coğrafyada, her mevsimde yaşamıyor; ama yılanın yaşamadığı yer yok gibi. Bu bile tek başına tarih sahnesinde başrol almasına neden olabilir.

Hiç unutmuyorum, annemin yıllar önce Şahmaran hikayesini anlattığı sesi hala kulaklarımda, zihnimde ve dilimde.

Zaman zaman anlatırdı kendiliğinden ya da birileri sorardı da anlatmaya başlardı. Tane, tane ve olağanüstü bir Zazacayla dile getirir, ifade ederdi.

Dinlerken hepimiz mest olurduk ve zaman zaman korkar, sinerdik, gece rüyalarımıza girdiği de olurdu Şahmaran'ın.

Şimdi artık hayatta olmayan rahmetli annem derdi ki:  

Şahmaran kadın yüzlü, insana benzeyen bir yılandır. Yerin yedi kat altında yaşardı ve bütün yılanlar ona bağlıydı, hiçbir yılan onun emrinden çıkmazdı, çünkü o yılanların şahıydı. Gövdesinin yarısı insan şeklinde dünyalar güzeli bir kadın yüzü, diğer yarısı ise kocaman bir zehirli yılandı.


Annemin bahsettiği, uzun kış gecelerinde anlattığı hikayenin kökeninin Sümerlere; belki de daha eskilere kadar dayandığını söylemek mümkün.

M.Ö 4000-2000 yıllarında Mezopotamya'da varlığını sürdüren ve tarihte yazıyı bulan kavim olarak geçen Sümerlerde yılan hayatın kötücül tarafını sembolize etse de ağaç köklerinde yaşadığı için yaşamı da temsil eder.

Bedeninde hem zehiri, hem de panzehiri barındırdığı için de kutsal kabul edilir. Sümerlerin yılan mitine Thasman adı verilen yazılı kaynaklarda rastlanır.

Keza benzer yılan mitleri Sümerlerden önce tarih sahnesine çıkan ve aynı tarih sahnesinin bir bölümünü paylaşan Hititlerde de görülür.
 


Doğu kültürü birbirini etkileyerek, yılan miti bütün coğrafyayı sarıp, dünyaya yayıldığında, Yunan mitolojisinde bambaşka bir varlığa dönüşür. Saçlarında çok sayıda yılan olan bir kadından bahseder söylence.

Medusa adı verilen mitolojik varlığı görenleri kör edecek kadar güçlü ışıklar yayar ve kendisini göreni kör eder.

Tahsman, Medusa ve Şahmaran aynı anlatımlar olmasa da benzerlik gösterdikleri açık.

Yer, zaman farklı da olsa, yılan miti tarih sahnesinde hep yer almış, önemli bir canlı olarak insanla birlikte varlığını sürdürmüş ve zaman içinde mitleşerek günümüze ulaşmış.
 

şeyhmus çakırtaş.JPG
Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş


Şahmaran hikayesinin geçtiği coğrafya belli olmasa bile, anlatımlardan çıkarımlar yapılarak bazı yerlerin söylenceyi sahiplenmesi doğaldır.

Hiçbir zaman olayın geçtiği yer belli olmamış, böylelikle daha geniş alanda varlığını sürdürmüştür.

Ama belli olan söylencenin doğu uyarlığının merkezi sayılan Mezopotamya'dan yayıldığı, varlığını sürdürdüğü ve buradan dünyanın değişik bölgelerine dağıldığıdır.

Bu nedenle Şahmaran doğu kaynaklıdır ama artık insanlığın ortak sözlü mirasıdır. Yani artık bir yere ait olmasa da, kanımca en çok Mardin'e yakışır.
 

seyhmuscakirtas.jpg
Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş


Dengbejlerin dilinde, şairlerin dizelerinde, kadınların zılgıtlarında yaşayan bir efsane olması Şahmaran'ın yaşadığının göstergesidir.

Söylencenin değişik anlatımlarını okusam da annemin anlattıkları ben de olağanüstü bir etki yaratmış olduğunu belirtmek gerekiyor.

Ancak bütün anlatımları derlemek, bir senteze gitmek de gerektiğini düşünerek, bir özet halinde değişik kaynaklardan derlediğim metin bir fotoğraf olup, zihnimde oluştuğunda sizinle paylaşma gereği hissettim.

Bu söylence bildiğimiz söylence, herkesin kendisini biraz gördüğü, kendinden bir şeyler kattığı yılların söylencesi.
 


Zamanın birinde anne ve kardeşleriyle yaşayan yetim bir çoban varmış. Bütün hayatı üç beş keçi ve bir iki koyundan ibaret olan çoban, bir gün keçilerini dağa otlamaya götürmüş. Baharın sıcaklığına yorgunluk da eklenince kendisini bir ağacın gölgesine atmış. 

Uyku ile uyanıklık arasında gidip gelen çobanın gözleri, kayaların arasındaki bal arılarının dansına takılır. Merak eder arıların kaya çevresinde dönüp, dolaşmalarını.

Merakını yenemeyip, elinde ki çubuğuyla arıların girip çıktığı deliği eşelediğinde, giderek daha geniş ve derin bir oyuk ortaya çıkar.

Oyuk büyüdükçe daha fazla bal arısı oyuk çevresinde dansa durur.  Biraz daha eşelediğinde petek petek bal olduğunu görür. Bir iki petek alsa da, asıl bal, oyuğun arka kısmında olduğunu görür.

Daha fazla bal almak için oyuğun girişinde ki taşı kaldırmaya çalışır ama gücü yetmeyince iki sevdiği arkadaşını da çağırır.

Üç çoban birlikte taşı oynatınca, derin bir kuyuya benzeyen mağaranın alabildiğince bal petekleriyle dolu olduğunu görürler.

Bu olağanüstü manzara karşısında ne yapacaklarını şaşırsalar da, daha fazla bal almak için kendi aralarında iş bölümü yaparak, bal toplamaya başlarlar.

Birkaç gün boyunca, yapılan iş bölümü gereği balı bulan yetim çoban iple aşağıya iner, petekleri tek tek toplar, arkadaşları da yukarıya çeker. İş biter, düşünemedikleri kadar bal toplamışlardır.

İş yetim çobanın yukarıya çekmeye gelmiştir artık. Ama maalesef arkadaşları çıkarılan balın çokluğu karşısında gözleri dönmüş, bir başlarına sahip olmak gerektiğini düşünmüşlerdir.

Böylelikle balın yerini gösteren, arkadaşlarını mağarada bırakarak, bütün bala sahip olurlar, mağaranın üzerini kapatıp, oradan ayrılırlar.

Çobanın annesi dağ bayır yollara düşse de, bütün ağaç kovuklarına ve mağaralara baksa da oğlundan bir iz bulamaz. Çobana ihanet eden arkadaşları ise balı satmış, ceplerini doldurmuş, varlıklı olmuşlardır.

Mağarada mahsur kalan çoban sesini kimseye duyuramaz, birkaç gün boyunca ne yapacağını düşünür, yorgun, argın uykuya dalar. Kaç gün, ne kadar uyuduğunu bilemez, tam umudunu kaybedeceği sırada karanlıkta bir ışık görür.

Çubuğuyla ışığın geldiği yeri kazmaya başlar ve birden oyuk çöker. Çöken oyuk, bambaşka bir dünyaya açılır ve adımını attığı gibi de, daha aşağılara yuvarlanır, dehlizden derinlere sürüklenir.

Düşmenin etkisiyle bir süre kendisine gelemeyen çoban gözlerini açıp etrafına baktığında, her türlü güzelliğin, çeşit çeşit sebze ve meyvenin olduğu bir yerde olduğunu görür.

Bu muhteşem dünyanın içinde etrafında yılanlardan başka bir canlı yoktur. Bu manzara karşısında hem şaşırır, hem de korkmaya başlar. 

Çobanın yanına yanaşan iki büyük yılan, onu kocaman büyük bir salona götürürler. Salon oldukça gösterişlidir. Salonun ortasında koltuğun üzerinde beline kadar yılan, belden yukarısı ise insan olan bir kadın oturur.

Kadının güzelliği çobanı büyüler. Yarı insan yarı yılan kadının, başındaki taç yılanbaşlarıyla süslüdür. Salonun etrafında da farklı farklı yılanlar vardır.
 


Koltukta oturan yarı yılan yarı kadın kendisini Şahmaran yani "Yılanların Şahı" olarak tanıtarak kendisini tanıdığını ve karşılaştığı ihanet hikâyesini bildiğini söyledikten sonra "Korkmana gerek yok. Ben burada olduğum sürece yılanlar ne sana ne de diğer insanlara bir şey yapmaz. Tacımdaki yılanlar da beynime bağlıdır" der.

Çobanın başından geçenleri sanki kendisi yaşamış gibi ona anlatır. Çoban bu ilginç manzara karşısında şaşkına döner, neredeyse dilini yutar. "Bütün isteklerin yerine getirilecek, rahatına bak" der.

Çobanın yapacağı bir şey yoktur, yılanlar ülkesinde kalmaktan başka. Zaman içerisinde Şahmaran ve çoban arasında bir yakınlık oluşur ve yerin yedi kat altında bir aşk filizlenir.

Aradan bayağı zaman geçer. Şahmaran'dan istekte bulunmanın zamanının geldiğini düşünür ve "Her ne kadar seni sevsem de annem ve iki kız kardeşimi de özlüyorum Onlara bakacak kimse yok. Ne yapar, ne ederler bilmiyorum. Senden isteğim beni onların yanına göndermendir" der. 

Şahmaran çobanı çok sevdiğinden dolayı göndermek istemese de onu kırmaz. Ona "Seni göndereceğim. Ama biliyorum, seni göndersem ölümüm senin elinden olacak, beni öldürteceksin" cevabını verir.

Çoban "Benim ölümüme de mal olsa seni asla ele vermeyeceğim" sözünü verir. Şahmaran Çobana "Senin bilmediğini ben biliyorum. Senin gidişin benim ölümümdür. Ancak senin isteğin gitmekse seni göndereceğim" der.

Çoban sözünde ısrarcı olsa da Şahmaran'ın her şeyi bilip gördüğünü de bilmemektedir.

Aralarındaki bu konuşmadan sonra Şahmaran; "Seni göndermeden önce sana bazı şeyler anlatacağım" der:

Yüksek yaylaları olan bir ülke vardır. O yaylaların üstünde de yüksek bir dağ vardır. O ülkenin halkı her yıl yaylalara geliyor. Yılda bir gün halk pınarın başına gelip eğlendikten sonra kâselere süt doldurup bırakıyorlar. Halk gittikten sonra da tüm yılanlar gidip o kâselerden süt içip geri geliyoruz. Bize adanmış olan o gün ben de oraya gelmiş olacağım.


Sonra, çobanın istediğini yerine getirmek için yılanlara talimat verir. Yılanlar onu yerin yedi kat altından yeryüzüne çıkararak bırakırlar. Böylelikle çoban Şahmaran'ın sırını öğrenir.

Çoban uzun bir aradan sonra köyüne döndüğünde kız kardeşlerinin büyüdüğünü, annesinin de keder ve ağlamaktan gözlerinin kör olduğunu, ona ihanet eden iki arkadaşının da baldan kazandıkları paralar ile zengin olduklarını görür.

Annesinin yanına gittiğinde annesi oğlunun kokusunu alarak onu tanır ve sevinçten gözleri açılır. Annesi oğlunun büyümüş ve güzel bir genç olduğunu görür. Yetim çoban köyde annesi ve kız kardeşleri ile bir süre yaşar, arkadaşlarının foyası ortaya çıkar.

Çoban, köyüne döndükten sonra ülkede kralın hastalandığı duyulur. Kralı iyileştirmek için tüm hekimler çağrılır. Kralın hastalığına çare bulamayanların kafası kesilir. Geriye tek bir hekim kalır. Kral onu da çağırır ve hastalığına çare bulmasını ister.

Diğer hekimler birçok ilacı denediklerinden hekim ona tek bir seçenek sunar. Kral'a "Senin ilacın Şahmaran'dır. Etini pişirip yersen iyileşirsin. Onun dışında senin hastalığına çare olacak ilaç yoktur" der.

Kral "Peki, Şahmaran'ı nerede bulabilirim" diye sorar. Hekim Kral'a "Senin ülkende Şahmaran'ı gören biri var. Görenin sırtında Şahmaran işareti vardır. Büyük bir hamam kuralım ve ülkedeki tüm erkekleri getirtip bu hamamda yıkanmaları için üstlerini çıkarmalarını isteyelim. Sırtındaki işaretten Şahmaran'ı göreni tanırız" şeklinde öneride bulunur.

Bunun üzerine ülkedeki tüm erkeklerin kralın hamamında yıkanmaları için ferman çıkarılır. Gelen erkeklerin tümü elbiselerini çıkarırken Kral ve hekim tarafından vücutlarında Şahmaran işareti aranır.

Ülkede ne kadar erkek varsa hepsi kralın hamamında yıkanır, ancak aradıkları işaret hiçbirinde bulunmaz.

Çünkü Şahmaran'ı o güne kadar gören olmamıştır. "Geriye kim kaldı" diye sorup soruşturulur. Kralın vezirleri bir yerde yaşlı bir kadının oğlunun kaldığını, yıllar önce kayıp olduğunu ve bir süre önce eve döndüğünü söyler. Bunun üzerine hamamda yıkanması için çobanı çağırır.

Çoban sırtındaki Şahmaran'ın işaretinden habersizdir. Kralın fermanı üzerine saraya gider. Üstünü çıkardığında sırtında iki kürek kemiği arasında altın renginde Şahmaran'ın işareti ortaya çıkar. 

Hekim "Aradığımız adam bu" diye haykırır. O zaman Kral çobanı tutuklamaları için muhafızlara talimat verir. Çobana Şahmaran'ı nerede gördüğünü söylemesi için işkence yapılır.

Çoban Şahmaran'a verdiği sözünü tutar ve Şahmaran'a ilişkin tek bir söz söylemez. Çobandan hiçbir şey öğrenemeyen Kral çobanın annesini ve kız kardeşlerini getirtir. Çobana Şahmaran'ın yerini söylemezse ailesini öldürmekle tehdit eder.

Bunun üzerine çoban zayıf düşer ve Şahmaran'ı gördüğünü itiraf eder. Ülkenin yüksek yaylalarında bahar yeşerip, çiçekler açtığında yılda bir yaylacıların bir pınar başına koydukları süt kâselerini içmek için yılanların yer altından çıktığını anlatan çoban, Şahmaran'ın da ancak o zaman ortaya çıkacağını söyler.

Çoban, Şahmaran'ın dediği gibi ona ihanet etmiş, ölümüne neden olacak tüm bilgileri krala vermiştir. Kral çobanın anlattıkları üzerine hazırlıklarını yapmış Şahmaran'ın görüneceği günün gelmesini beklemeye başlamıştır.

Sonunda kralın beklediği gün gelir. Kral yanında hekimi ve muhafızları ile birlikte Şahmaran'ı yakalayacağı yere gider ve süt kâselerinin bırakıldığı pınarın başında pusuya yatar. O gün yaylaya çıkanlar yine pınar başında toplanır.

Eğlenir, ritüellerini yerine getirir, süt kâselerini pınarın başında bırakarak orayı terk ederler. Halk gittikten sonra her yıl olduğu gibi yine tüm yılanlar adanmış sütlerini içmek için birer birer yeraltından çıkarak süt kâselerinden birini içip geri yuvalarına dönerler.

Bu şekilde gün yarılanır. Şahmaran'ın geleceği yerde Kral ve askerleri pusuda bekler. Padişah yarı yılan, yarı kadın Şahmaran'ın da iki büyük yılanın sırtının üzerinde sütü içmek için pınarın başına geldiğini görür. Bunun üzerine harekete geçen askerler, Şahmaran'ı pusuya düşürür.

Şahmaran pusuda esir düşmüştür, çırpınması, didinmesi işe yaramaz. O artık tutsak edilmiş, zincirlere vurulmuştur. Şahmaran,çobana dönüp dayanamayarak "Beni ele vereceğini biliyordum. Ancak beni götürmeden önce bırakın yılanlara bir şey söyleyeyim" der.

Ve Şahmaran insanlar ile yılanlar arasında sonsuza kadar bir düşmanlığının olmaması için "Şimdi bir savaşa girişmeyin. Ben gidiyorum, ama haftanın dokuzuncu gününde geri döneceğim. Ben o zaman geldiğimde insanlara karşı savaş başlatacağız. O güne kadar yılanlar yer altından çıkıp dünyanın her yanına dağılmalıdır. Ben gelinceye kadar her biriniz dünyanın bir yerinde olmalısınız" der.

Şahmaran bu şekilde esaretinden dolayı insanlara savaş açmaya hazırlanan yılanları engeller. Yılanlar ancak Şahmaran'ın talimatı ile yer altından çıkarak dünyanın her tarafına dağılmaya başlarlar.

Padişah esir aldığı Şahmaran'ı alır götürür. Hekimin öğütleri üzerine bir kurban gibi kesilen Şahmaran kafa, gövde ve kuyruk kısmı olmak üzere üç parçaya ayrılır.

Her parçası da farklı bir tencerede kaynatılır. Hekim kafanın olduğu tencereyi kendisine, gövdeyi çobana, kuyruk kısmını da Krala ayırır.

Kafa kısmından yiyen hekim tüm canlı ve bitkilerin dilinden anlamaya başlar ve olacak olayları öncesinden görmeye başlar.

Gövde kısmını kralın baskısı ile yiyen çobana bir şey olmaz ama dostu ve sevdiğine ihanet edip onu ele verdiği için vicdan azabı ile yaşamaya başlar. Yılan zehrinin toplandığı kuyruk kısmının bulunduğu tencereden yiyen kral ise ölür.

 

 

Kaynak: Vikipedia, zernews...

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU