Hayatımızın tercümanı, kelime avcısı: Çevirmen Vahdettin İnce

M. Xalid Sadînî Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: KurdTube (YouTube)

Uruguaylı Katolik bir ailede doğup, bir sürü siyasi maceralardan sonra tanınan bir yazar olan Eduardo Galeano'nun Hikaye Avcısı adında küçük hikayelerden oluşan bir kitabı var.

Okuduğumda bu kadar ünlenmiş bir kitabın aslında ününü hak etmediğini düşündüm. Zira eğer Eduardo Galeano bizim ülkemizde yaşasaydı bu hikayelerden çok daha ilginç binlerce hikaye bulabilirdi.

Bütün coğrafyamızın dillerinin hikayelerini bilen, onların örf adet ve geleneklerine aşina, o dillerin kelimelerinin benzerliklerine ve karşılıklarına vakıf, Adriyatik'ten Çin Seddi'ne, Rusya'nın Steplerinden Afrika'nın çöllerine, Cebeli Tarık Boğazı'ndan Hindistan sınırına kadar herkesin dilini konuşabilen, onlarla hemhal olabilen, dil-ziman-zeban ve lisanın inceliklerini kavramış bir arkadaşımdan bahsetmek istiyorum size.

Çünkü o Eduardo Galeano'nun ününe kavuşmamış olsa da onun hikayeleri çok daha ilginç bana göre.

O çağdaşımız olan her Kürt gibi başkasının varlığını sorun olarak gördüğü "Kürt sorunu" ile doğmuştu.

Erciş'in asıl ismi Pêrtax yeni ismi Dilence olan Geliyê Zîlan'ın yaklaşık 5 kilometre yakınında bir köyde 1961 yılında dünyaya gelmişti. 
 

Vahdettin İnce.jpg
Vahdettin İnce / Fotoğraf: Twitter


Geliyê Zîlan ya da Türkçe ismi ile Zilan Deresi olarak bilinen o belde, Vahdettin dünyaya gelmeden 30 yıl önce büyük bir katliamdan geçirilmiş, yaklaşık 20 köy ve mezradan oluşan bu derede taş üstünde taş, gövde üzerinde baş bırakılmamıştı.

Büyüklerinin anlattığına göre o katliamdan kaçan onlarca insan kendi köylerine sığınmış ve onları takip edenler, onların köyüne kaçan bu insanları tek tek yakalayarak köyün yakınında hepsini öldürmüşlerdi.

O garibanların öldürüldüğü o dereye Newala Kuştiyan yani Öldürülenler Deresi deniliyordu.

Bunca katliamın ve ölümün olduğu bir bölgeye doğmuştu. Doğal olarak duyduğu ilk sözcükler olan ölüm, katliam, Zilan Deresi, Newala Kuştiyan gibi kelimeler, küçücük beynine yerleşir ve bir daha çıkmaz. 

Gerçi Dersim Katliamı, Zilan Kırımı ve benzeri katliamlarından arda kalan insanlar ile onlardan sonra gelen yeni nesillere anlatılan korkunç hikayelerin, o insanların bilinçlerinde yarattığı travmatik haller, psikososyolojinin konusudur ve bu makalenin boyutunu aşar.

Onun içinde biz mevzubahis olan kahramanımızın büyüyüp ilkokula kendi köyünde başladığını söyleyerek hikayemize devam edelim.

İlkokula başlamadan önce köyün imamı tarafından yanına çağrılır ve Kur'an-ı Kerim alfabesinden başlayarak hem Kur'anı öğrenir ve hem de okuluna devam eder.

İlkokul 1. sınıf, 2. sınıf, 3. ve 5. sınıf derken hem Türkçe okuma yazmayı öğrenir hem de Kur'an-ı Kerim'den sonra Melayê Bateyî'nin "Mevlid"ini, Ehmedê Xanî'nin "Nubihar"ını, İbrahim Hakkı'nın "Akidename"sini, küçük bir Şafii fıkıh kitabı olan "Gayetul-İhtisarı", "Emsile", "Bina", "İzzi", "Zuruf" vb. Arapça dilbilgisi kitaplarını da okur.

Derken kendini Erciş'te ortaokul öğrencisi olarak bulur. Okumaya meraklıdır. Ders kitaplarını neredeyse ezberleyerek okur. Zira medresede okuduklarını zaten ezberlemiştir. Ortaokul biter. 

Çok fakir bir ailede doğmuş ve büyümüş olmasına rağmen babası imkanlarını zorlayarak da olsa onu okutmak ister.

O da babasının bu isteğini ve kendi imkanlarını bilerek Muş İmam-Hatip Lisesi'nin imtihanlarına girer, kazanır ve Erciş'ten daha soğuk olan Muş'a gider.

Muş soğuktur, onun harcayacak parası da yoktur ki kahvehane, pastane ve sinema köşelerinde dolansın.

Yatılı öğrencilere verilen bir miktar harçlığı da akıllı bir öğretmenleri Muş'taki bir kitapevine yatırır ve o da istediği kadar kitap alır oradan ve bütün kış boyunca okur.

O zaman Seyyid Kutub'un "İslam Düşüncesi" ve "İslam'da Sosyal Adalet" gibi kitaplar başta olmak üzere bulabildiği her kitabı okur.

Ama bir arkadaşının tavsiyesiyle, o zamanlar çok okunan Necip Fazıl, Yavuz Bahadıroğlu gibi nispeten ırkçı olan yazarların kitaplarından özellikle uzak durur. Böylece fıtratını da, akidesini de muhafaza eder.  
 


Yaz için de köyüne yanında kitap götürür. Ama zaten köyünde devam ettiği bir medresesi de vardır. Böylece zülcenaheynler gibi eğitimine devam eder.

Okulu 1979'da biter ve hemen Muradiye'nin bir köyüne imam-hatip olarak atanır.

Atandığı köye gider. Tüysüz bir imamın hocalığına pek kani olmayan köyün muhtarı; "Evladım. Bu köyde her gün bir kız kaçırma olur. Her gün değişik nedenlerle kavgalar olur. Bütün bu küslüklerin ve kavgaların barış elçisi de imamdır. Sen bu çocuk halinle ne yapabilirsin ki? Zaten fahri imamımızda var. Sen var git işine" der.

Kazaya gelir, muhtarla arasında geçen hikayeyi müftüye söyler. Müftü halden anlayan biridir. Kadrosu orada, kendisi müftülük memuru olarak üç yıl görev yapar.

Sonra üniversite hayatı başlar. Ama evlidir ve çocukları olmasına rağmen hem üniversite okuyup hem de görevine devam edebilecekken görevinden vazgeçer ve Atatürk Üniversitesi'nde Arap-Fars Dili ve Edebiyatı bölümüne kaydını yapar. 

Ama o öğretmenlerine yakın derecede Arapça'yı biliyordu zaten. Kürt olduğu için de ona göre Farsça da çok kolaydır.

Lakin eğitimine sımsıkı sarılır ve hem Arapça hem de Farsça'nın inceliklerine dalar. Bir gün İranlı bir arkadaşının elinde "Yaddaştayê Xaneyê Emwat" adında bir kitap görür.

Meğer bu kitap Dostoyevski'nin "Ölü Evinden Anılar"ı olmasın mı?..

Vahdettin, bu kez dünya klasiklerine merak sarar ve Dostoyevski, Balzac, Tolstoy ve diğer yazarların kitaplarını buldukça okur.

Zaten Muş'un soğuğundan daha beter bir soğuk vardır Erzurum'da ve soğuklar Vahdettin'in okuma kamçısıdır sanki.
 

KurdTube-YouTube (2).jpg
Fotoğraf: KurdTube (YouTube)


Ev arkadaşı Süleyman Karababa'nın dediğine bakılırsa daha onlar ismini dahi duymadan Vahdettin, Gazali'nin "Tehafutul Felasife" yani "Felsefecilerin Tutarsızlığı" ve İbni Rüşd'ün "Tehafutut-Tehafüt" yine yani "Tutarsızlığın Tutarsızlığı" adlı kitaplarını okuyordu. 

Bu arada Arapça, Farsça ve Türkçe dilleri günden güne gelişirken anadili geride kalıyordu.

Urfalı arkadaşı, çok sonraları TRT Kurdî'nin de kurucusu olacak olan Sinan İlhan onun sınıf arkadaşıdır.

Kendisinden Urfa civarında bulabildiği Kürtçe klasiklerini bulmasını ister. Zira o zamanlar Cizre, Mardin, Urfa ve Diyarbakır civarında, özellikle medrese çevrelerinde Melayê Cizîrî başta olmak üzere birçok Kürt klasiği bulunuyordu.

1982'de Sinan İlhan, ona, Melayê Cizîrî'nin bir nüshasını getirir. Zaten kendisinin de Mem û Zîn'den haberi vardır. Böylece diller arasındaki mukayeseli serencamı da başlar. 

1985'te üniversiteyi bitirir. Yüzlerce profesörün okumadığı kadar kitap çeviren, kitaplar yazan, bütün hayatını ilme ve irfana adayan, tercümeden kazandığı paralarla İstanbul gibi gerçekten meşakkatli bir yerde 10 çocuk besleyip büyüten, onları okutan, onlara akademik ünvanlar kazandıran, çocuklarının "adam olabilme hayaline" bütün ömrünü adayan Vahdettin İnce de bir zamanlar akademik bir kariyer yapmak için başvuruda bulunmuştu.

Aslında o, hem kendisini hem de bölümün yönetimini tanıdığı için kendisi başvurmuyor. Ama Nazif Hoca, (Nazif Şahinoğlu Hoca, ki şimdiye kadar gördüğüm ve tanıdığım ender Müslümanlardan biriydi. İhsan Süreyya Sırma Hocamla olan ilişkilerinden ve Beyan Yayınları'nın çiğköfte seremonilerinin başköşe müdavimlerinden biri olduğu için onu tanıyorum. Tabii ki Vahdettin ile olan bu ilişkilerinden 30 yıl sonra tanıdım ben) onu teşvik ediyor ve o da başvuruyor. Daha doğrusu başvurusunu yapmadan bölüm başkanı ile konuşuyor.

Bölüm başkanı, onun Arap-Fars Dili ve Edebiyatı dersinin hocasıdır, onun bu derslerdeki başarısının ilk şahidi olsa da, onun beyninin kıvrımlarındaki Kürtlük (bakınız Kürtçülüğü değil, halis muhlis Kürtlüğünü biliyor) duygusunun yerleşik olduğunu ve bu duygunun öyle kolay çıkmayacağını da biliyor.

Buna rağmen test etmek istiyor ve diyor ki;

Vahdettin, iyisin, çalışkansın, bu işi bilimsel olarak da yapabilirsin, lakin sanki sende biraz Kürtlük damarı var.

Vahdettin işin nereye varacağını tahmin ediyor ve yiğitlik serde kalsın düşüncesiyle hiç alttan almadan; "Hocam ben de Kürtlükten başka bir damar yok. Bütün zerrelerim Kürt" diyor ve çantasını toplayıp Erciş'e, köyüne dönüyor.

Böylece onun akademisyen olma ihtimali de ortadan kalkıyor.

Erciş ona dar geliyor ve ona İstanbul'un yolunu gösteriyor. O da çevireceği kitapları çevirmek üzere İstanbul'a doğru yola çıkıyor.

Yanında çocukları, zihninde kelimeleriyle İstanbul'a varıyor. İstanbul yayıncıları da onun gibi bir tercüman arıyorlar sanki ve ona iş veriyorlar. 

İhlası kalb ile kendisi yazmış gibi yüreği coşkuyla dolarak Seyyid Kutub'un bütün eserlerini çevirebilecek olan insan da Vahdettin İnce'dir.

Herhangi bir cümlesine sansür uygulamadan Güney Kürtlerinin bütün yüzyıllık tarihlerinin serencamı olan Mesud Barzanî'nin "Barzani ve Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi" adlı iki ciltlik muhteşem eserini de çevirebilecek insan yine odur.
 


Bugün Twitter'da, Facebook'ta veya şurada burada onu Kürtlük lehine eleştiren, ona hakarete varan laflar eden, insanların önemli bir çoğunluğu onun çevirdiği M. Emin Zeki'nin "Kürdistan Tarihi"ni okuyarak geçmişlerinden haberdar olabilmişlerdir.
 


Aynı şekilde eski İslamcı yeni Kürtçü birçok hakaretçi de onun çevirdiği Seyyid Kutub'un "Fi Zilali Kuran"ı ile veya diğer kitapları ile gözlerini açmış insanlardır. 
 


O şimdiye kadar yüzden fazla (ki bazıları çok ciltli kitaplardır) kitap çevirdi. Bütün bu çevirmenlik hikayelerini de Beyan Yayınları'nda çıkan "Çevirmen" adlı kitabında çok harikulade bir dille yazdı.

Orada yaptığı teşbih, teşhir, mecaz, istiare ve bilumum söz sanatlarından alıntılar yaparak ondan rol çalmak istemem.

Ama okuyanlar bilir ki son yıllarda Türkçe yazılmış en güzel inşa örneklerinden biridir Vahdettin İnce'nin "Çevirmen" kitabı. 
 


Bütün bu olağanüstü çabayla çevirdiği kitaplara rağmen, ne yazık ki o her zaman İslamcı yayınevlerinin ucuz hamalı oldu.

1994 yılında İstanbul ve Ankara başta olmak üzere Refah Partisi birçok il ve ilçede belediye yönetimlerini devraldı.

Belediyelerdeki bu yeni dönem İslami kitaplar yayımlayan birçok yayınevi ve yazar için yepyeni bir dönemin habercisi gibiydi.

Artık belediyelerin konferans salonları, belediyelerin değişik vesilelerle düzenledikleri festivaller, bu yayınevleri ve yazarları için yeni bir ekonomik gelişmeye sebep olurken, bu piyasanın en çilekeş tercümanı yine de ucuz hamal olmaya devam etti.

Çünkü bu yayınevleri onun tercümesi olan kitaplarından on binlercesini satarken, ona sadece bir kere ve en ucuz bir şekilde ödeme yapıyorlardı.

Zaman hızla akarken onun çocukları da büyüyor ve sorunları katlanıyordu. Lakin o yılmadan, usanmadan çevirmeye devam ediyordu.

Yeni hükümet ve yeni umutlar; Vahdettin'in sırtında bir yük olarak taşıdığı Kürt sorunu, bu sefer daha insani ve demokratik bir şekilde çözülebilme ihtimali ile gündeme geliyordu.

Eskiden onun varlığından haberdar olmayan gazete ekleri ona sayfalarını cömertçe açmaya, hatta o güne kadar 'başıma bir şey gelebilir' diye konuşmaktan imtina ettiği yüzlerce hikayesini, yaşanmışlıklarını filozofik bir perspektifle destansı bir şekilde yazmaya başladı.

Bu harikulade yazılarının gazete köşelerinde heder olmaması için ona çokça "Bu yazıları kitaplaştır" dedim.

Artık benim teşviklerimle mi yoksa kendisi de kitapsız bir nebi olmaktansa kitaplı bir insan olmayı seçtiğinden midir bilemiyorum, ama bir gün "Kürdinsan" diye makalelerinin derlendiği bir kitap yazdı.
 


Bu kitabın ismiyle ilgili olarak sevgili dostum Mücahit Bilici o kadar harika bir yazı yazdı ki o kadar olur.

Aslında "Kürdinsan", onun kişisel hayatının eksen alındığı çok yönlü bir inceleme. Her ne kadar o, "bu çalışmasının sosyolojik bir deneme olduğunu belirtiyorsa da gerçekte bu çalışma, özünde sosyolojik bir analiz barındırdığı kadar, tarihten coğrafyaya, edebiyattan siyasete kadar uzanan bir tahliller demeti. Kitabı değerli kılan salt bir değerlendirme metninden çok yaşanmış hayatla desteklenmiş olması"dır.
 


O, yaklaşık 30 yıldan fazla bir süredir yaptığı tercümelerin kendisine kazandırdığı dil kıvraklığını makalelerine yansıtıyor, değişik kelime oyunları ve zengin hikayelerle lezzetine doyulmaz metinler halinde okuyucularına sunuyordu. 

"Kürdüm OHAL'de Türküm", "Kürtleri Bekleyen Tehlike", "Kürtler Kimdir?" vb. kitapları hep bu yaralı ve fakat yaralarının acısını başkalarına mizahi bir dille anlatan bir yazarın değerli metinlerinden oluşuyor.
 


Tercümanlık ve yazarlık serüvenleri bunca güzel ve doyurucu bir şekilde devam ederken televizyonculuk serüveni de başlar. Zira TRT Kurdî için biçilmiş kaftandır.

Hem İslam kültür ve edebiyatından yaptığı tercümeler ile Kürt kültür ve edebiyatına olan vukufiyeti hem de aza kanaat etmek gibi yılların verdiği kanaatkarlık duygusu onu TRT Kurdî yönetimi için ideal bir çalışan kılıyordu.

Orada yıllarca çok değişik programlar yaparak Kürt kültür ve edebiyatına büyük hizmetler yaptı.
 


60 yıllık ömrünün en az elli yılının her gününü okuyarak, daha sonra başkasının yazdıklarını tercüme ederek ve sonrada kendisi yazarak geçiren bu insanın bu kadar olumlu meziyetlerinin yanı sıra hiç mi olumsuz davranışı yok?

Ne yazık ki var. O da kendisine hiç yakıştırmadığım siyaset hevesidir.

Gerçi onu eleştiren bazı insanlar, onu tanımadan, yaşam serüvenini bilmeden onu Mehmet Metiner gibi siyaset cambazlarıyla kıyaslıyorlar.

Bu kesinlikle doğru bir kıyaslama değil. Zira o hayatı boyunca ne Kürt siyaseti içerisinde ne de başka bir siyasetin içinde yer almadı. Kimseye üye olmadı.

Yani Metiner gibi, İslamcı yazarlıktan Dehap'ın genel başkan yardımcılığına ve o geleneğin gazetesinin köşe yazarlığından AKP'ye geçmiş değil.

Ta ki 2015 yılının kasım ayı seçimleri için Van'dan milletvekili adayı yapılana kadar.
 


Elimizi vicdanımıza koyalım ve dürüst bir şekilde düşünelim. AKP gibi olanakları geniş ve seçilebilir bir yerden milletvekili olma şansı olursa kim bunu reddedebilir ki?

Öyle en az iş yaptığı halde en çok maaş alan, geniş imkanlardan yararlanma hakkı elde edebilen bir milletvekili olabilme şansını reddedemedi ve kabul etti.

Lakin seçilemedi ve bizler de bizden biri olan normal Vahdettin'i kaybetmedik.

Gerçi hala siyaset kurdunu vücudundan çıkarabilmiş değil. Siyasi hayatındaki ürkek yürüyüşü insanın fıtratında bulunan, yontulmamış, törpülenmemiş ve dağlanmamış hırstan geliyor.

Esasen onun ruhu 1980 darbesinden önce doğal ortamındaki fakirlikten ve Zilan Katliamı'ndan kalan o dehşet ikliminden kalmıştı.

1980 Eylülü'nde tutuklanıp bir ay boyunca gördüğü işkence ve acımasız sorgu ruhunu acıtmış, bütün bu acıların verdiği güçle biriktirdiği bütün ilmine rağmen içindeki çavuş olma duygusunu bitirememiştir.

Ancak benim inancım odur ki, kendisine bulduğu KurdTube kanalı gibi YouTube televizyonculuğu, yazıları ve tercümeleri ile hemhal oldukça bu kurdu yüreğinden söküp atacaktır.

Çünkü o içinde bulunduğu siyasi yapılanmanın çok ötesinde değerli işler yapabilme salahiyetine sahiptir.

Ona yaşamında başarılar diliyorum...

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU