Bir eski zaman tadı: Kahve tahl, mırra

Şeyhmus Çakırtaş Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş

Mezopotamya gerek antik yerleşimleriyle, gerekse de yaşam biçimi ve mistik kültürüyle oldukça dikkat çekici bir yer. Bir ucu Ortadoğu'nun otantik yapısına, diğer ucu dağ kültürünün doğduğu Ağrı'ya kadar uzanır.

Bu nedenledir ki, insan çok sayıda farklı kültürler görür ve eski zaman hikayelerine ulaşır, olağanüstü fotoğraf karelerine, yaşanmışlıklara tanıklık eder.

Dağ, yayla, ova ve giderek çöle dönüşen, düzleşen bir coğrafyanın eski zaman kesiti gibi insanı kendine çeker ve zaman denilen kaydırakta kaydırır.

Hikayesi de budur zaten. 

Dağ çöle, çöl dağa karışır ve iç içe geçer. 

Bu nedenle Mezopotamya'da bir yerden, bir yere giderken, yol üzerinde kurulan çok sayıda höyük, eski yerleşim yeri ve antik alana rastlamak mümkündür.
 

Şeyhmus Çakırtaş (4).JPG
Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş


Eski kervan yolları, yıllarca varlığını sürdürmüş, insanları kavuşturmuş, ticaret için uygun ortam oluşmuş.

En eski ticaret yolu olan İpek Yolu tarihin tozlu tünelinde zamanla belirsizleşirken, izlerini hala Mezopotamya'nın gözden ırak yerlerinde görmek mümkün.
 

Şeyhmus Çakırtaş (5).JPG
Şeyhmus Çakırtaş (5).JPG, by merve.bayrakci


Bu izlerden birisi de Kela Çemdin'dir. Viranşehir sınırları içinde yer alan eski yerleşim alanı, hem eşsiz yapısı, hem de barındırdığı yaşam tarzıyla geçmişi yaşatan, eski zaman hikayelerini günümüze ulaştıran bir mistik yerdir.

Yıllar önce birkaç kez Kela Çemdin'i ziyaret etmiş, tarihi alanın fotoğraflarını çekmiştim. Bu ziyaretlerimde hem kalenin ihtişamına tanıklık etmiş, hem de olağanüstü bir insanla tanışmıştım. 
 

Şeyhmus Çakırtaş (12).jpg
Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş


Aradan çok zaman geçti, çok şey değişti, mevsimlerin biri gitti, diğeri başladı, yıllar yılları izledi. Farkında olmadan, buz dağından sızan su gibi zaman aktı.

2011 yılının son baharında, hayatının son demini yaşayan Mustafa Vural'ın misafiri olduğumda, bilemezdim kısa bir süre sonra hayatını kaybedeceğini.
 

Şeyhmus Çakırtaş (7).JPG
Mustafa Vural / Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş


Fotoğraflarını çektiğim, bizzat elinden mırra içtiğim, 1938 doğumlu Mustafa Vural ya da yörede bilinen ismiyle Mustafa'yê Xerzo artık hayatta değil. Ama sürdürdüğü gelenek ve anlatımları hala canlı, hala hayat buluyor.

Herkesin Xalo dediği Mustafa Xerzo geride müthiş bir gelenek, olağanüstü bir kültür bırakmış.
 

Şeyhmus Çakırtaş (8).JPG
Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş


Olağanüstü, çünkü benzersiz bir yaşam tarzı ve yıllardır süren ve hala ayakta olan canlı bir hikaye kalmış zamana inat.

Kela Çemdin'i görmek için dokuz yıl önce köye gittiğimde, aklımda köyün tarihi yapıları kadar ilgi bulan mırra ve bayağı zamandır adını duyduğum ve ismi mırra ile özdeşleşen Mustafa Vural vardı.
 

Şeyhmus Çakırtaş (10).jpg
Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş


Köyde yaşayan Vural ailesin en yaşlı ferdi olan Mustafa amca, çok uzun süredir, bir geleneğin sürdürücüsüydü. Kendisine has odasında sürekli mırra kaynar ve misafirlere sunulmak üzere hazır bulunduğu bilinirdi.

Mustafa Vural henüz 3 yaşındayken, babasının dizlerinin dibinde Mırra ile tanışır.

Hiçbir içeceğe benzemeyen o acı tadı damağında hissedince, bir daha bırakmamak üzere kahvetahle bağlanmış, böylelikle beş asır önce yerleşen geleneği sürdürme sürecine girmiş.
 

Şeyhmus Çakırtaş (11).jpg
Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş


Babası ne yapmışsa, neyi yaşamışsa, o da aynı incelikle gördüklerini zihninde biriktirmiş, zamanı geldiğinde mirası geleceğe aktarmak için bir emanet gibi teslim almış.

Babası da babasından öğrenmiş. Gördüğünü sürdürmüş, dedesi de kendi babasından almış bu mirası. 
 

Şeyhmus Çakırtaş (10).jpg
Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş


Mırra ya da kahvetahl yani acı kahve daha çocukken kanına karışmış ve hayatının son nefesine kadar mırra ile yaşamış.

Hem her gün mırranın acı tadını damağından eksik etmez, hem de gelen misafirlere ikram edermiş. Beş nesil önce başlayan hikaye böyle devam etmiş.

Ben de bu hikayenin peşine düşmek, Kela Çemdin'i görmek için 2011 yılının son baharında, yazdan kalma bir akşam üstü ziyarette bulundum ve artık bu gün hayatta olmayan Mustafa Vural'ın misafiri oldum.
 

Şeyhmus Çakırtaş (14).jpg
Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş


Bilemezdim ki bu sonbahar, onun son baharı olacak ve bahar mevsiminde hayata veda edecek.

Bilemezdim.

Kalenin eteklerinde kurulan ve iç içe geçmiş odalardan oluşan evi, gösterişten uzak, mütevazi bir köy eviydi.

Kısa bir koridordan içeriye girdiğimde sadece misafirler için ayrılan odasında, kapıya yakın köşede ateşi küllenmiş bir taş mangal, mangalda dizilmiş bir kaç bakır cezve ve ateşi karıştırmak için demir maşa ilk dikkatimi çeken nesneler arasındaydı.
 

Şeyhmus Çakırtaş (13).jpg
Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş


Yer döşekleri, yastıklar odanın üç etrafını dolaşan bir düzen ve eski zaman hikayelerine kaynaklık eden kişilerin duvarda asılı olan siyah beyaz fotoğrafları gözüme çarpıyordu.

Ve bütün odaya sinmiş kavrulmuş kahve kokusu ben de eski zaman hikayelerini depreştiriyor, loş ışıkta zihnimi kurcalıyordu.
 

Şeyhmus Çakırtaş (6).JPG
Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş


Koku alma duyum çok iyi olmasa da, kahve kokusunu ayırt etmiştim hemen. Kahve satan dükkanların, kahve kavuran sobaları aklıma gelmişti her nedense.

Yer döşeklerine kurulduktan sonra gözlerim odadaki ayrıntıda dolaşmaya başladı iradem dışı. Her ayrıntı, her obje bana bambaşka dünyaları hatırlatıyor, zamanda yolculuğa çıkarıyordu.

Mustafa Vural, ilerlemiş yaşına rağmen misafirlerine, Kürtlerin kahvetahl, Arapların Mırra dedikleri acı kahve ikram etmek için hemen kapının eşiğine yakın bir konumda taştan yapılmış bir mangal çevresinde düzenek oluşturmuş, misafirlerini ise odanın kapıdan birazcık uzak noktalarına yönlendirerek ağırladığına tanık oluyordum...

Benim dışımda birkaç kişi daha vardı odada. Hem de uzaklardan gelen misafirlerdi, tanımadığı, bilmediği ama mırra içmeye gelen misafirlerdi.

Odanın kahve kokan atmosferine, içerdeki ışığa henüz alışmadan Mustafa Vural önündeki cezvelerden birinin kapağını açarak sıcaklığını kontrol ettikten sonra hiç konuşmadan oğluna uzattı.
 

Şeyhmus Çakırtaş (15).jpg
Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş


Oğlu da önceden planlamış bir görev edasıyla kulplu bakır cezveyi babasından alarak, kapıya en yakın ve en sağda oturandan başlayarak bizlere acı kahve ikram etmeye başladı.

Henüz ne bir tanışma faslı ne de sebebi ziyaretimiz bilinmiyordu.Her şey eski zaman hikayelerinde olduğu gibi kahve tahlle başlıyordu. 

Bu kahve tahllın birinci kuralıydı. Odada kim olursa olsun, rütbesi, mevkisi ne olursa olsun, kahve dağıtmaya kapıya yakından ve sağda oturandan başlanır. Bunun kesin ve değişmez bir kural olduğunu sonradan öğrenecektim.
 

Şeyhmus Çakırtaş (9).jpg
Mustafa Vural'ın oğlu Mahmut Vural / Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş


Bakır cezveden kulpsuz fincanın dibini birazcık aşan bir ölçüde sunulan acı kahveyi daha önce taziyelerde, düğün ve özel günlerde bir çok kez içmiştim.

Ama itiraf etmeliyim ki, o gün içtiğim kahvenin tadı bambaşkaydı ve olağanüstü benzersiz lezzetteydi. Hem kokusu, hem de aroması, kahvenin sıcaklığı ve kıvamı kesinlikle benzersizdi.

Kahvelerimizi kulpsuz fincanda bir yudumda içtikten sonra, odaya hakim olan kahve kokusu altında tanışma faslına geçmiştik. 

Misafirlerin soruları karşısında bir bilge edasıyla anlatmaya başlıyordu mırranın hikayesini.

Kim bilir kaçıncı kez anlatmıştı misafirlerine.

Kendi anlatımına göre, Mangal bir Siverekli taş ustasının kendisine hediyesiydi. Daha önce demirden yapılmış bir mangal kullanıyormuş. Ama taş mangal geldikten sonra, eskisini ortalıktan kaldırmış.
 

Şeyhmus Çakırtaş (2).JPG
Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş​​​​​​​


Mangal küller arasında sürekli ateş bulunurmuş ve kahve sürekli hazır olsun diye sıcak külde bekletilirmiş.

Mırra geleneği beş asırdır Vural ailesinde hayat bulmuş, oda kültürü ile geleceğe aktarılması sağlanmış.

Odadakilere yönelik şöyle anlatıyorlardı:

Ben henüz çok küçük yaşta babamın yanında mırra ile büyüdüm. Önce dağıtma, sonra mırra yapımını bizzat babamdan öğrendim. Babam da büyüklerinden bu mirası devir almış. Büyüklerimizin anlatımlarına göre mırra bilgin ve alimlerin odalarında pişermiş.

Onlar uzun uzun konuşup, tartışmak, bilgi alışverişini sağlamak ve geceleri uykuya yenik düşmemek için mırra içerlermiş. Daha sonra yaygınlaşmış ve köy odalarında bir gelenek haline gelmiş.

Buralarda eskiden göçebe aşiretler vardı. Yazın Karacadağ'a, kışın daha engin yerlere yerleşir, hayatlarını sürdürürlerdi.

Herkesin odası, kıl çadırında pişen kahvesi de yokmuş. Bazı önemli sürü sahipleri, toprak ağaları odalarında kahve pişiren kişiler çalıştırırmış. Bazıları da kendi elleriyle pişirir, misafirlerine sunarmış.

Ben ve babam kahveci çalıştırmadık. Hep kendimiz, kendi elimizle misafirlerimize kahve hazırladık, ikram ettik.

Mırranın bir adabı, bir yaşam biçimi var.

Öyle herkes mırra pişiremez, mırra geleneğini yaşatamaz.

Ben üç yaşından beri mırranın buğusundan yayılan kokunun atmosferinde bugünlere geldim. Bu cezvemden kahvem eksilmedi, misafirime ikram edeceğim kahvem hiç bitmedi.

 

Bu kültür bana büyüklerimizden kaldı, ölene kadar devam edecek. Benden sonra ne olur bilmiyorum, ama inanıyorum ki odamızda mırra eksik olmayacak, kaynamaya devam edecek.


Mustafa Vural'ın odası tamamıyla Ortadoğu'nun mistik yapısına göre dizayn edilmişti. Yer döşekleri, yastıklar ve duvarda asılı eski fotoğraflar…

Odanın hemen girişinde, sol köşede ise Mustafa Vural'ın yeri vardı. Önünde mangal, mangalda kahve cezveleri ve yanı başında birkaç eski ciltli kitap.

İçeri girer, girmez, kahve kokusu insanı kendisine getiriyor. Öyle bir koku ki en pahalı parfümü bile bastıran cinsinden.

Mırra sürekli ateşte olduğu için sıcak ve kıvamında. Bir içimlik, bir fırtlık kahve kulpsuz fincanlarda ikram ediliyor.

Fincanların neden kulpsuz olduğu konusu ise bir muamma…

Mırra deyip, geçmeyin. Gerçekten olağanüstü bir tadı ve müthiş bir sosyalitesi var.

Her şeyden önce gelenlerle müthiş bir bağ oluşturuyor ve unutulmaz bir ortam yaratıyor.

Bir yudum olmasına rağmen, tadı gün boyu damakta kalıyor ve susuzluğu uzun süre geçiştiriyor.

Bu nedenle olsa ki, çöl yaşamında mırranın büyük önemi var. Sıcak havada, sımsıcak bir yudumluk acı bir tat.

Bir mırra Ustası olan Mustafayê Xerzo, şöyle anlatır;

Mırra bir yudumluk bir tat. Mideye değil, damakta kalan ve gün boyu etkisini sürdüren bir tad. Bu nedenle mırra içtikten sonra su içilmez. İçildiğinde mide yanması yapar.


Bu acılık biber acısı değil, kahvenin kendi acılığının yarattığı olağanüstü bir tat…

Keyif veren içecek meselesi sanırım insanlık tarihi kadar eski olsa gerek. İnsan keyif veren meyveleri bir bir tespit edip, safrasına taşımayı en önce akıl etmiş olmalı.

Su en temel içecek olsa da, değişik meyve ve tohumların, bitki, kök, dallar ve yaprakları suda bekletilerek içilecek kıvamına getirilmiş.

Bugün dünyanın genelinde içilen kahve, çay, gazlı içecekler ve alkollü ürünler ciddi bir sektör halinde varlığını sürdürüyor.

Başta su olmak üzere, içecek ekmek kadar değerli ve hayati. 

Doğu toplumlarında çay ve kahve vazgeçilmez bir içecekken, batıda daha çok alkollü içecekler revaçta olduğu biliniyor.

Ama sonuçta doğu ya da batı toplumları olsun, hepsinin de amacı keyifle içeceklerini yudumlamak.

Hatta bazı toplumlarda çay, kahve bir katık gibi sofrada yerini alır. Kahvaltıda çay, peynir ve ekmek Mezopotamya'nın vazgeçilmeziyken, kahve daha çok dinlenme, soluklanmave muhabbet için tercih edilir.

Bugün dünya genelinde çok değişik kahve çeşidi var. Kimisi yapılışına göre adlandırılıyor, kimisi tadından adını alıyor.

Mırra da bunlardan biri. Batıda çok bilinmez ve içilmez.

Daha çok Mezopotamya ve Arap Yarımadası'nda yaygın olan bir içecek.

Hem çok farklı, hem de benzersiz bir tat. Kahvetahlın bir yudumu insanı gün boyu uyanık tutmaya yetiyor.

Kürtler kahvetahl derken, Araplar mırra diyor. Tahl ya da mund acı anlamına geldiği için, Türkçe'ye acı kahve olarak yerleşmiş.

Hem hazırlanması hem servis edilmesi bilinen kahvelerden çok ama çok farklı.

Bildiğimiz kahve taneleri önce kısık ateşte kavruluyor, taş ya da tunç dibeklerde öğütülüyor. Kahvenin un haline gelmeden öğütme işi bitiriliyor. Bakır tencerelerde kaynamaya bırakılıyor.

Köz ateşte 6-7 saat kaynayan ve belli bir kıvama gelen kahve, bir süzgeçten geçirilip, elde edilen şerbet tekrar aynı şekilde içine aynı miktarda kahve eklenerek yine 6-7 saat kaynamaya bırakılıyor.

Uzunca bir süre kaynayan kahve ikinci aşama da aynı işlemi görüyor, süzgeçten geçirilerek üçüncü kaynamaya bırakılıyor.

Yani üç kez aynı işlem devam ettirilerek, kahvenin içinde bulunan bütün tatlar ortaya çıkıyor. Son kaynama biraz daha uzun sürüyor, kıvamında ateşten alınarak soğumaya bırakılıyor.

Kaynama ne kadar yavaş ve ne kadar uzun sürerse mırra o kadar kıvamına varıyor. Mırra hazırlanırken, hiçbir şekilde şeker kullanılmıyor ve başka bir katkı maddesi içine katılmıyor.

Sadece birkaç kurutulmuş kakule tohumu içine atılıyor, kahve ve kakule tohumu eriyip, aromasının ortaya çıkması için çok uzun sürü ateşte kaynamaya bırakılıyor.

Kakule dışında hiçbir katkı maddesinin kullanılmayan mırra asırlardır doğu toplumun vazgeçilmeyen içeceği acının en leziz hali olarak zamana dip not olarak düşüyor. 

Hala büyük bir coğrafyada mırra geleneği sürüyor.

Mustafa Vural, 2011 yılının son baharında cezveden doldurduğu kahveyi bize sunarken, bir bilge edasıyla şöyle diyordu:

Kahve ayakta ikram edilir ve fincanı kulpsuzdur. İlk gelen misafire bir fincandan sonra, isterse ikincisi de ikram edilir. Fincan asla yere konulmaz. Çünkü fincan yere bırakılırsa, bu çok büyük bir saygısızlık olur.

Çünkü kahve ikram eden, fincanı almak için eğilmek zorunda kalacak ve belki de elindeki kaynamaya devam eden cezveyi düşürecek.

Bu nedenle kahve içen kişi fincanı dağıtana eliyle vermek zorundadır. Bu saygıya, saygıyla karşılık verme anlamına gelir.

Ev sahibi ayakta kahve sunar, misafir de kahve fincanını eliyle dağıtana verir ki, karşılıklı saygı daim olsun.


Mırranın tarihçesi ne kadar eski bilmiyorum ama eski yılların, çağların ve zamanların buğusunda kıvamına gelen bir içecek.

İçme kıvamına gelen mırra, daha küçük cezvelere konularak, köz ateşin külünde bekletilip, servis ediliyor. Hiçbir şekilde soğumaması gerekiyor ki, kahvenin özü, aroması kaybolmasın.

Son olarak mırra ile ilgili efsaneyi hatırlatıyorum, gülerek cevap veriyor:

Evet, mırra fincanını yere bırakmak büyük bir saygısızlık. Mırrayı içen kişi fincanı yere bırakırsa, mırra içen kişi ya fincanı altınla dolduracak ya da kişi bekarsa evlilik harcamalarını karşılayacak.

Bu bir efsane. Yıllardır söylenir. Biz de büyüklerimizden duyduk. Ben şunu biliyorum, mırra fincanı yere bırakan kişi, servis edene bir bedel ödemek zorunda.

Yani saygısızlığın bedelini vermek, yanlışını düzeltmek gibi. Bunun maddi karşılığı ne olur, bilmiyorum. Bizde asla fincan yere konulmaz, yanlışlıkla yere konulursa, düzeltme için uyarılır. Hepsi bu.


Mırra sunumu öyle rastgele yapılmaz. Kısa süreliğine gelenlere kahve ikramı genelde iki kezdir.

Ama uzun süre oturan misafirlere ise ara da ikram edilir. Ne kadar az mırra, o kadar çok damak tadı demek.

Bu nedenle fincanın altına bir yudumluk kahve doldurulur ve damakta yayılarak içimi sağlanır.

Öyle yarım fincan filan içilmez, yudumluktur mırra. Damakta tadına varılır ve en sert kahve çeşididir demek belki de en doğru olanı…

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU