Adalet gayya kuyusuna düştü sanki… Hala arıyoruz!..

Celalettin Can Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Twitter

78'liler, 20 yıl önce 12 Eylül defterini kapatma girişimi olarak yola çıkarken, gerçek bir 12 Eylül hesaplaşmasının, Türkiye'de bir özgürlük ortamının kalıcılığı bakımdan büyük bir önem taşıdığının ayırdındaydı.

Bu girişimin zayıf kalmasının, 12 Eylül'ün kalıcılığının yeni unsurlarla daha bir yerleşik özellikler kazanacağı, 12 Eylül antidemokratizminin katlanarak kendini yeniden üreteceği gibi bir sonucu vardı.

12 Eylül defterini kapatmanın 'olmazsa olmaz' koşulları vardı.

Öncelikle kuşağımızın tepesinde 'Demoklesin kılıcı' gibi duran kamu/siyasi ve medeni haklar yasakları kaldırılmalıydı.

"Yurttaşlık Haklarını İstiyoruz" adıyla açtığımız ve iki yıl süren bir kampanya sonucu yasaklarımızı 4 Mart 2004 tarihinde parlamentodan çıkan bir kanunla kaldırdık.

12 Eylül dönemi "anarşi ve terör" dönemi olarak değil, suçluları hala aramızda gezen bir "iç savaş" dönemi olarak tanımlanmalıydı.

12 Eylül darbesi "anarşi ve teröre son vermek" amacıyla yapılmış "haklı" bir müdahale olarak değil;

İç savaşı kışkırtanların ve ondan yararlanmak isteyenlerin "parlamenter rejime son vermek amacıyla" yaptığı gayrimeşru bir darbe olarak mahkûm edilmeliydi.

 
Ve 12 Eylül darbecileri yargılanmalıydı

Kuşağımızın yasaklarının kaldırılmasının sonra, 2005-2012 yılları arasında sabırla öre öre ve inatla birbirini tamamlayan kampanyalar sürdürüldü.

'Anayasanın Geçici 15. Maddesi kaldırılsın, Gerçekleri Araştırma ve Adalet Komisyonu Kurulsun, 12 Eylül Darbecileri Yargılansın' kampanyaları sonucu darbecilerin ve hempalarının yargılanmasını yasaklayan Anayasanın Geçici 15'nci maddesi kaldırıldı.

12 Eylül darbesi ve darbecileri "şüpheli" olarak yargı önüne çıktı.

İki cunta şefi yargı önüne çıkarıldığına göre, kamuoyunda 'darbenin gayri meşruluğu' hakkında genel bir mutabakat oluşmuş demekti.

İkincisi, 1980 öncesinde ve sonrasında bizleri hapsetmek ya da yok etmek için peşimizde dolaşanlar, "anarşi, terör" yaftası yapıştırarak bizi katledenler, yıllarca insanlık dışı koşullarda zindanlarda tutanlar, işkence edenler yargılanıyorsa; bizimle ilgili bütün suçlamalar, mahkeme kararları gayrimeşru, biz meşruyuz demekti.

Üçüncüsü ve en önemlisi de yıllar önce yok edilmesi, zindana atılması gereken bizlerden, Türkiye'nin en netameli konusu olan Kürt sorunu ve barış için çalışma yapmamız isteniyorsa, 'anarşi ve terör' yalanı çöp sepetine atılmış, kuşağımız tarih önünde beraat etmiş demekti.

 
Bu tarihsel çelişkilerin kaçınılmaz sonuçları vardı

Yola çıkarken ifade ettiğimiz gibi yine ifade ediyoruz ki 12 Eylül döneminin askeri mahkemeleri ve tüm mahkûmiyet kararları darbe ürünüdür.

Dolayısıyla gayrimeşrudur, tüm sonuçlarıyla beraber iptal edilmeli, verilen zararlar tanzim edilmelidir.

12 Eylül döneminde idam edilenlerden özür dilenmeli, verilen zararlar tanzim edilmelidir.

27 Mayıs darbecilerinin verdiği idam kararlarının mahkûm edilmesi emsal olarak olarak ortada duruyorken, bu çifte standardın daha fazla sürdürülemeyeceği bilinmelidir.

Bu kadar mı?

12 Eylül Anayasası, Siyasi Partiler Kanunu, YÖK Kanunu, RTÜK Kanunu, Sendikalar Kanunu başta olmak üzere, 12 Eylül devletinin temellerini oluşturan 600 civarında kanun ve binlerce yönetmelik darbe ürünüdür, gayrimeşrudur, iptal edilmelidir.

 
'Zamanaşımı oyunu'

Gerçek bu idi, yapılması gereken de buna uygun olarak 12 Eylül'ün tasfiyesiydi.

Olmadı! Darbecilerin yargılanması 12 Eylül baskı yasalarının tasfiyesine ve Türkiye'nin demokratikleşmesine yansımadı.

Bu ayrı bir hikaye, nedeni nasılı defalarca bizde yazdık, çizdik. Konumuz üzerinden gidelim.

'Demokratikleşmeye yansımadığı' gibi yargının yargıtay bölümünde başka şeyler oldu.

İki darbe şefinin yargılanma dosyası Yargıtay 16. Dairesi'nde idi.

"Darbe suçunun zamanaşımının 30 yıl olduğunu belirten" yargıtay, "Geçici 15'nci maddenin zamanaşımını durduramayacağını, 765 sayılı TCK'ya göre 12 Eylül'de zamanaşımı olduğunu" karara bağladı.

Bu karara göre, Evren-Şahinkaya ikilisi dahil, 12 Eylül döneminin bütün sorumluları zaman aşımından yararlanıyordu.

Katmerli bir 12 Eylül yargılamaları davası olmaya aday olan Diyarbakır 5 No'lu Askeri Cezaevi'ndeki ihlallerle ilgili açılan soruşturma da aynı akıbete uğrayacaktı.

Ankara'daki iki cunta şefi üzerinden yürüyen 12 Eylül davasının ve Diyarbakır 5 No'lu Askeri cezai soruşturmasının "zamanaşımı" politik oyunu ile tarihe havale edilmesi daha uzunca bir süre Türkiye'nin demokratikleşmeyeceğinin ve Kürt meselesinin çözülmeyeceğinin kanıtı idi.

Yanlış anımsamıyorsam 2013'ün eylül-ekim aylarında bir gün idi… Adalet gayya kuyusuna düşmüştü sanki…

Diyarbakır 5 No'lu Askeri Cezaevi soruşturmasını tamamlayan genç cumhuriyet savcısı iddianame yazılımına geçmişti ki başka bir kente tayin edilince, davayı devralan Cumhuriyet savcısı, (Akademisyen, avukat, insan hakları çalışanlarından kurulu bir Heyeti olarak) kendisiyle yaptığımız görüşmede onca emeğe, onca belge bilgiye rağmen, sanki elde bir şey yokmuş ve her şeye yeni başlıyormuş gibi yeni bilgi belge istemesinin bende uyandırdığı kahredici duygu ve düşünce buydu…

Hala arıyoruz, adaleti arıyoruz!..

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU