Edward W. Said ve dünyaya farklı bakmak

Ümit Aktaş Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Reformancers

Tarih meleği

“Tarih meleği”, W. Benjamin’in “Tarih Kavramı Üzerine” başlıklı tezlerinde bahsi geçen, Paul Klee’nin bir resmidir.

Resimde, meleğin yüzü bize bakmakta ama kıyametsi bir rüzgâr tarafından arkaya, geleceğe doğru sürüklenmektedir.

Şaşkındır yüzü, ürküntülüdür ama çaresizdir de. Bizim gibidir yani. Tıpkı yüzü Doğu’ya bakan ama Batı’ya doğru esen bir tarihsel akımla çaresiz bir biçimde oraya doğru sürüklenen bizler gibi.

Meleğin bakışındaki şaşkınlık gibi, bizim de aklımız karışıktır ve git gide daha da karışmaktadır. Öyle ki henüz bir sarsıntıyı hazmetmeden, yeni bir kasırgayla alt üst olur zihnimiz.
 

tarih meleği.jpg
Paul Klee, Tarih meleği, 1920


Önümüze sürülen yeni sorunlar, kavramlar ve yorumlar manzumesi tarafından başka bir dünya resmi serilir ufkumuza ve başka bir ödev.

“Oryantalizm” ters bir rüzgârdı belki, hiç kimsenin beklemediği. Bu yüzden kendine özgü aşırılıkları da vardı, nisbî olarak hoşgörüyle karşılanan:

Doğu hakkında ders veren, yazı yazan ve araştırma yapan herkes ‘Oryantalist’tir… Doğu ve Batı arasındaki ilişki her şeyden önce bir güç ve üstünlük ilişkisidir. 1

Batı’nın üstünlüğünü tesise yönelik her iddia ise, kültürle yumuşatılmış olan elinin altında emperyalizmin gücünü saklamaktadır.

Aşağılanmak istenilen Doğu, kendisine ait olmayan bir güzelliği, gizemi veya zenginliği elinde tutan, karmaşık, tembel, acımasız, mistik, düşünce ve bilimden yoksun, despotik bir hayaller beldesidir.

Üstelik kendilerini temsil edemediklerinden ve hatta kendi değerlerini de bilmediklerinden, Batılı bir uzmanlar heyeti, “profesyonel kast bilincine sahip bir Şarkiyatçılık loncası… tarafından temsil edilmeleri gerekir”.


Her şey öncelikle “bilimsel” ve “düşünsel” bir tanımlar zinciriyle başlar.

‘Şark’ın alt başlıkları olarak ‘Arap’ veya ‘Müslüman’ gibi etiketler o kadar anlama doyurulmuştur ve tarih, din ve politikayla o kadar aşırı belirlenmiştir ki bugün hiç kimse bu etiketleri, ifade ettikleri nesneleri -eğer varsalar- örten polemikleri dikkate almadan kullanamaz…

Şarkiyatçılık, şarkın inşa edilip sonra Avrupa’ya takdimini sağlayan bir dahil etme ve içine alma bilimi olduğu için, politika dünyasındaki karşılığı, şarkın Avrupa tarafından sömürge haline getirilip, ele geçirilmesi olan bilimsel bir hareketti. Dolayısıyla şark Avrupa’nın muhatabı değil, sessiz Ötekisi’ydi…

Şark tarihi Hegel, Marks, Burckhardt, Nietzsche, Spengler ve tarihsel diğer büyük filozoflar açısından çok yaşlı bir bölgeyi ve geride bırakılması gerekeni tanımlarken kullanışlı bir şeydi.

Edebiyat tarihçileri de her türlü estetik yazı ve figüratif betimlemede örneğin Keats ve Hölderlin’de gözlemlenen ‘Batı’ya yönelim’ izleğinin, genellikle Şark’ı, tarihsel üstünlük ve önemini Asya’dan batıya doğru hareket eden ‘dünya ruhu’na kaptıran bir yapı olarak gördüklerini kaydetmişlerdir. 3


Avrupa, bu arkaik, ilkel dünyaya karşı her türlü hakkı görmektedir kendisinde; orayı sömürmekten eğitmeye dek geniş bir “hakkaniyet” tayfı.

Nereden almaktadır bu hakkı peki? Hıristiyanlığın Tanrı’sından, Aydınlanmanın aklından, modernliğin biliminden, Yunan’ın felsefesinden (mi?).

Tarihin tortulandığı bu “hakkaniyet” havuzu, “ilkeller”in vaftiz edilecekleri bir geleceğin de muştusudur. Ona bakarsanız bu, bir haktan ziyade bir yükümlülük, “beyaz adamın yüküdür”.

Dünyayı değiştirerek bir hizaya getirmek, modernleştirmek, tanrısal bir ödevdir âdeta. Bu mürebbi eda karşısında duyulan ilk kapsamlı çığlıktır “Oryantalizm”.

Sormaktadır “beyaz adama” bu hakkı nereden aldığını? Onu üstün ya da ileri kılan nedir? Kültürü mü?  Benjamin’e bakarsanız, “aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmayan hiçbir kültür belgesi yoktur”.

İlerlemişliği mi? Adorno için ilerleme, “sapandan atom bombasına doğrudur; vahşetten medeniliğe doğru değil”

Cemil Meriç’e göre ise oryantalizm, “sömürgeciliğin keşif kolu”dur. “Sömürgeci emperyalizm ile antropoloji çağdaş. İkisi de on dokuzuncu asrın ikinci yarısında doğdu.” 4

Hatta başlangıç itibarıyla daha üstün olan Doğu'nun bir taklidiydi oryantalizm. Ama gelmiş olduğu noktada “bir bilim ya da coğrafi ayrım bile değil, bir seri çıkarlar toplamıdır.” 5

Said’in takdire değer yönü Avrupa oryantalizminin on dokuzuncu ve yirminci asırlardaki ideolojisini aydınlık bir tarife kavuşturmasındadır. Şarkiyatçılara sandıkları kadar masum olmadıklarını anlatabilirse, yerinde bir iş yapmış olur. 6


Edward Said’i ve “öteki”lere karşı keskinlenmiş olan haksızlığın üslubuna karşı eleştirel her sesi haklı kılan, Batı’nın özellikle yirminci yüzyılda belirginleşen hikâyesidir.

Dünya tarihinin en vahşi yüzyılı olan yirminci yüzyıl; Batılıların tüm dünyayı istila ettikleri ama sonuçta işgal ettikleri bu sahaları ideolojileriyle mayınlayarak geriye çekilmek mecburiyetinde kaldıkları bir yüzyıldır.

Kim bilir? Belki bu da bir stratejidir. Doğunun büyüsünün yerine Batının “ideolojisinin” ikame edildiği bir strateji: “varsayımlar, imgeler, fanteziler”. 7

J. Paul Sartre da benzeri bir akıl tutulmasına işaret etmemiş miydi? Batı’da eğitilerek Doğuya gönderilen müstağriplerden ve onların beceriksiz taklitçiliklerinden.  

Said’in eleştirel girişimi sonrasında bir ölçüde de olsa başlayan hakkaniyet arayışına dair sesler ise ancak yüzyılın sonlarına doğru duyulmaya başlanır.

“Beyaz adam” utançlı değilse bile tutmuştur nefesini. Daha düne kadar siyahilerin veya Kızılderililerin bir maymun gibi kafeslerde gezdirildiği kültür bahçeleri, bir lütufla müzeleştirilir.

Tarihin dönüştürüldüğü bir gösteri, yalanla hakikati birbirine karıştırarak, postmodern bir külliyat yoluyla sindirime uygunlaştırılmaya çalışılır.

Çok-kültürlülük karmaşası ise “Beyaz, Anglo-Saxon, Protestan” antropoloji hakkında kuşkulara yol açar ve bu bilimi en azından sorgulanır kılar.

Renklilere açılan üniversitelerdeyse eğitim, farklı bir eda ile sürdürülür. Bir alicenaplık mıdır bu yoksa bir strateji değişikliği mi? Bilinmez…

Her ne olursa olsun, Said’in girişimi, çağımıza özgü bir kahramanlıktır. Foucault’ya atfen, “epik kahramanlığın yerini artık bu almıştır” 8; “sanatçının kahramanlığı”.

Melih Cevdet’in deyişiyle “çağımıza yakışan vakur, sade” bir kahramanlıktır bu. Bununla birlikte silahların şiddeti ise giderek “söylemin” ve hatta “reklamın”; sembollerin ve markaların şiddeti haline gelmiştir.


Geçmişin büyüsü: Yitik cennet

Said’in o beklenmedik ve çığır açıcı eleştirilerinin üzerinden çok zaman geçti. Öyle ki bu saldırılar Batı’da olduğu kadar Doğu’da da oldukça farklı tepkilerle karşılandı.

Evet! Eleştiriler aşırı ve genellemeciydi. Ayrıntılara çok fazla girilmemişti. Ama yine de hiç kimse Said’in haksız olduğunu söyleyememekteydi.

Said, gayet zengin edebi ve felsefi malzeme eşliğinde Batı’nın Doğu’yu kendi zihin-kültür evreninde kurguladığını, söz konusu kurgunun bir gerçekliğe dayanmadığını, işin dramatik tarafı da Doğu’nun kendini Batı’nın kurguladığı gibi görmeye başladığını anlatıyordu. 9

Meselenin belki de en trajik yanı buydu işte:

Doğu’nun kendini Batı’nın kurguladığı gibi görmeye başlaması.

Batı dünyası bir “Doğu” resmi veya tanımı yapıyordu ve “Doğu”yu da buna inandırıyordu. Peki, “Doğu” buna inanabildiğine göre, ortada gerçekten de ciddi bir sorun yok muydu?

Aslında bu sonuç, “Doğu”nun neden bu hale gelişine dair de soru işaretlerini, dahası bir “sorunsal”ı ortaya çıkarmakta değil miydi?

Dolayısıyla Doğu, öncelikle kendi üzerinde düşünmeli ve Batının veya Batı ile karşılaşmanın işaret ettiği bu sorunsalın üstesinden gelmeliydi.


Aslına bakılırsa  “Doğu”, “Batı”nın modernleşme sürecine girdiği dönemlerde tarihten düşmeye ve bu düşmeye koşut olarak da giderek bir “yitik cennet” imgesinde yaşamaya, gerçeklikten kopmaya başlamıştı.

Bu kopuşta “Batı”nın etkisi ise dolaylıydı. Yani Malik bin Nebi’nin tespitinde olduğu gibi, asıl sorun, bir “sömürge olma hali içerisine girmiş olan” kendisindeydi.

Zira bir yandan bilimsel ve düşünsel ivmesi düşmeye, öte yandan ise başlangıçtaki o evrenselci ufkunu ve iddialarını yitirmeye başlamıştı.

Giderek dar, baskıcı, yerel iktidarlar ağıyla sınırlanmış bir gelenekler dünyasına hapsolmuştu. Boğucu bir dünyaydı bu ve ufukları kararmıştı.

O zaman ise bakışlar geçmişe, o yitik cennete, mevhum bir “asrısaadet”e dönmekteydi. Ya da onun yerine koyabildiği başka imgelere.

Ve şimdi de, “tarih meleği” gibi sürüklenmekte olduğu umarsız bir geleceğin dehşetiyle dili tutulmakta, aklı karışmaktaydı. Ne olup bittiğine dair aklı başında bir düşünce iklimine kavuşamıyordu bir türlü.

Daha bir “ödev”ini bitirmeden bir başkasıyla karşılaşıyor, bir yükümlülük gibi önüne sürülen kavramların kargaşası içerisinde dili dolaşıyordu.


Said’e farklı cevaplar verildi elbette. Batı dünyasından çokça eleştiriler aldı ve hatta saldırılarla karşılaştı (sözgelimi Bernard Lewis cenahından).

Oysa Said çok da “Doğucu” bir bakışa sahip, “öcü” biri değildi. Beyazdı, Hristiyan’dı, hümanistti, sekülerdi; Batılı bir eğitim almış, Harvard’da okumuş, Columbia Üniversitesi'nde ders vermekteydi.

Ama tüm bunlar yetmemekteydi. Zira o sadece “yersiz yurtsuz” bir entelektüel değil, Filistinlilerin haklarını savunan ve tüm kötülükleri Batı’ya atfeden “pis bir Arap”tı.

Oysa Said’in tavrı doğrudan Filistinliliğine değil, özünde, mesela Sartre gibi, bir tür entelektüel hakkaniyetçiliğe dayanmaktaydı.

Filistin’de doğmuş bir Arap olması ise bundan sarfınazar etmesini bir yana koyun, onu daha da sorumlu kılmaktaydı.

Nabza göre şerbet vermek, konuşulması gereken yerde susmak, şovenist kabadayılıklara, tantanalı döneklik ve günah çıkarma törenlerine rağbet etmek bir entelektüelin kamusal rolüne en çok gölge düşüren tavırlardır…

Düzenin adamları belli çıkarları gözetirler, oysa entelektüeller şovenist milliyetçiliği, şirketleşmiş düşünce müsveddelerini ve sınıfsal, ırksal ve cinsel imtiyazları sorgulayan kişiler olmalıdırlar. 10


Dolayısıyla o, sadece, bir bilimsellik edasıyla ortalıkta dolaşmakta olan haksız suçlama, tanımlama ve suiistimallere bir cevap vermeye çalışmaktaydı.

Bu da ona, her iki dünyayı da tanıyan ve bir açıdan her iki dünyaya da ait olan birisi olarak yüklenen aydınca bir sorumluluktu.

Bunun da ötesinde “Oryantalizm”, açtığı çığırla neredeyse yeni bir tarihi, tarihe bakma biçimini de yaratmıştı. Ama oluşturduğu etkinin olağanüstülüğü karşısında katkılar kadar aklı başında eleştiriler de sınırlıydı.

Her ne kadar kendilerine bir sözcü bulmuş iseler de, bu sorunsalın çözümü asıl olarak Doğulu savunucuların çabalarına bağlıydı. Oysa orada da kimi kuşkulu bakışlara yol açabilmişti.

Bir Hıristiyan ve hatta seküler biri değil miydi? Doğuyu temsilen konuşma hakkını nereden almaktaydı?

Entelektüelce bir şov peşinde miydi? Gerçekte ne murat etmekteydi? İyi kötü oluşturulmuş bulunan istikrarı neden bozmaktaydı?..

Ardı arkası kesilmeyen bu sorulara rağmen, Said’in eleştirileri, üzerinden yıllar geçse de hakkında konuşulmaya devam edilen bir etki yaratmış, Batılı efendiliğin o sorgulanamaz kibrini ve konforunu da alaşağı etmişti.


Bu meseleyi irdelemeye haftaya devam edeceğiz…

 

 

1. Edward W. Said, Oryantalizm, İrfan Y. s. 13, 17. 
2. Edward W. Said, Kış Ruhu, Metis Y. s. 77, 78
3. Edward W. Said, Sürgün Üzerine Düşünceler, Hece Y. s. 210
4. Cemil Meriç, Kültürden İrfana, İletişim Y. s. 85
5. Edward Said’den aktaran Cemil Meriç, age, s. 90
6. Age, s. 92
7. Edward W. Said, Sürgün Üzerine Düşünceler, Hece Y. s. 208

8. Edward W. Said, Başlangıçlar – Niyet ve Yöntem, Metis Y. s. 301
9. Ali Bulaç, Medine Sözleşmesi, Çıra Y. s. 439
10. Edward Said, Entelektüel – Sürgün, Marjinal, Yabancı; Ayrıntı Y. s. 12, 13


*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU