Koluna girmediğini yargılama hakkına da sahip değilsin

Bülent Şahin Erdeğer Independent Türkçe için yazdı

Dünya İslamcılığı 1850’li yıllarda sömürgeciliğe karşı Fas’tan Doğu Türkistan’a kadar post-kolonyal direniş hareketleri olarak doğmuştu.

İslamcılık, Batı emperyalizmi ve gelenek tarafından sömürülmelerine karşı kadınların haklarını, emeği, fiili işgallere karşı yerel halk direnişlerini savunmakla kalmamış onların öncülüğünü yapmış, örgütlemiş, felsefi teorilerini inşa etmişti.

Tarihi dönemeçlerde sağduyunun adresi olmayı başarmıştı.

Bunu yapabilmek için Ali Şeriati’nin “ruşenfikr” olarak tanımladığı “sorumlu aydın”;

Seyyid Kutub’un “sahife fıkhı” şeklinde ifade ettiği geçmişin detaylarında kaybolmuş değil “çağın sorunlarına cevap verebilen fakih” de halkın sesi olabilmişti.

İşte bu aydın ve fakihleri yetiştirebilen İslamcı hareketler toplumsal hareketlere dönüşerek toplumsal dönüş, sosyal adalet ve bir toplumun mantalite, paradigma olarak dönüşümüne vesile olabilmişlerdi…


Şimdi Türkiye’ye dönelim.

Türkiye İslamcılığı sağcılığa ve solculuğa bir alternatif olarak kendi söylemini ortaya koymaya çalışmış, bunun siyasal boyutu iki ana damar olarak tezahür etmişti.

İslamcılığın entelektüel, aydın damarı Türkiye’de dergicilik ile doğdu ve büyüdü. Bu damarın bir kısmı devrimci ve radikal biçimde ilkeci tutarlılığı savunurdu.

Bu da İslamcı teorinin altının dolu olmasını ve sağduyulu kalmasını sağlardı. Ercüment Özkan’ından Sezai Karakoç’una Said Çekmegil’ine ve daha bir çok ismine böyle bir süreçti.


İkinci damar ise bu entelektüel dergicilikle dirsek temasında olan Milli Görüş siyasetiydi ki “adil düzen” söylemiyle toplumsal sorunlara derman olmak gibi bir sahiplenme siyaseti güdüyor, toplumun farklı kesimleriyle irtibat kuruyor, meyhanelerden genelevlere kadar gidip oy istiyor, “adalet” getireceğini ifade ediyordu.

Sonra belediyeler kazanıldı. Farklı kesimlerle iletişime geçme süreci devam ederken dönemin vesayet odakları baskılarını artırmış 28 Şubat 1997’de post-modern darbe süreci başlatılmıştı. 

O günlerde yükseltilen o dönem İslamcılığının şiarları sloganları şöyleydi: 

İnanca Saygı Düşünceye Özgürlük

Herkes İçin Adalet

Kim Olursa olsun Zalime karşı Kim olursa olsun Mazlumdan Yana

Bu söylem, sloganda kalmıyor; Türk'ün, Kürt'ün, Roman'ın, garibanın, tüm dünya ezilenlerinin, mazlumun mustazafın yanında saf tutma gibi bir erdemi yansıtıyordu.

İnsan hakları ve özgürlük alanlarının genişletilmesi, ceberrut devletçiliğin ayrımcılığın ve statükonun geriletilmesi hedef ve gündemdi.

Aradan yıllar geçti. Önce çoğulcu, demokratik bir kapsayıcılığı bayrak edindiğini söyleyen AK Parti kuruldu. Ardından kimlik arayışında parti kendisine “muhafazakar demokrat” dedi.

Kapsayıcılık, kendinden olmayanın da derdiyle dertlenip onun koluna girme hassasiyeti, güçlenildikçe kaybolmaya başladı.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Gel zaman git zaman demokratlığını yitiren muhafazakarlaşma, gittikçe otoriterleşmeye ve sadece “kendine Müslüman” olmaya başladı.

Muhafazakar dindarlığın ise, temel problem dini hassasiyet denince aklına sadece şekillerin gelmesindeydi.

Emanet, ehliyet, merhamet, adalet, liyakat, nezaket dinin temel umdeleriyken muhafazakar sadece namazın detayları, hacc, oruç, başörtüsü, cinsel namus gibi şeylerle oyalanır oldu.

Namazın, başörtüsünün ve diğer şekillerin içerikleri, ifade ettikleri anlamları ve temsiliyetleri ise önemsiz hale geldi.

Benden olmayana her şey mübah, benim gibi yaşamayana haksızlık yapılırsa da beni ilgilendirmez anlayışı yayılınca da “tebliğ”, “kuşatıcılık” kim olursa olsun mazlumdan yana olmak gibi İslam’ın temel değerleri uydurulan hurafelerin ve şekilciliğin arasında kayboldu…

İşin ilginci tüm bu vehamet tablosunda 'Aman gençlerimiz, çocuklarımız deist ya da ateist oluyor' diye endişelenmeyi de ihmal etmeyenler, o gençlerin dindarlığı ve dini nasıl gördüklerini hiç merak etmediler…

Öyle ki toplumun tüm kesimlerini ilgilendiren dertleri, sorunlarından bihaber sadece kendi dert edindiği şekiller, sembollerle ilgilenen bir duruma gelindi.

Dünyada ve Türkiye’de yaşanan sorunlara ilgisiz, hatta o sorunlara karşı çözümler üretmek yerine sorunun bir parçası haline gelen muhafazakarlar ve muhafazakarlaşan eski İslamcılar gittikçe negatif, çatık kaşlı, agresif, içe kapanık bir görüntü vermeye başladılar.

Örneğin Ipsos MORI araştırma şirketi, Z Kuşağı olarak da bilinen 18-25 yaş arası 10 binin üzerinde gence “İnsanlığın Geleceği” anketi kapsamında sorular yöneltti.

Ankete katılanlardan dünyanın karşı karşıya olduğu 23 temel sorundan beşini seçmeleri istendi. Toplamda, yanıt verenlerin;

  • yüzde 41’i iklim değişikliği
  • yüzde 36 çevre kirliliği, 
  • yüzde 31 terör-şiddet sorunu seçti.

Ankete yanıt verenlerin çoğunluğu şu konularda uzlaşıyor:

  • Anketin yapıldığı ülkenin geleceği için insan haklarının korunması esastır (yüzde 73 katılıyor, yüzde 11 katılmıyor). 
  • Devletler, ekonomik büyümeden çok yurttaşların esenliğini önemsemelidir (yüzde 63 katılıyor, yüzde 13 katılmıyor).
  • İnsan hakları ekonomiyi olumsuz etkilese bile korunmalıdır (yüzde 60 katılıyor, yüzde 15 katılmıyor).

Yani sonuçta dünya genelinde gençliğin temel iki sorunu-gündemi var: Çevre ve İnsan Hakları


Peki ya Türkiye’de?

Avrasya Araştırma’nın yaptığı çoklu soru anketine göre Türkiye’deki en büyük problem Ekonomi (yüzde 72,3). İşsizlik ise (yüzde 64,5).

İşsizliğin ardından ise enflasyon-pahalılık (yüzde 29,9); adaletsizlik (yüzde 25,5); Kürt sorunu (yüzde 14,4); terör (yüzde 12,1); eğitim (yüzde 11).


Yani Türkiye’ye odaklandığımızda ekonomi ve adaletsizlik ana gündem konuları. Ki ekonomik sorunlar da aslında adaletsizliğin sonuçlarından biri.

Diğer maddeler de aslında bu iki sorunun altında değerlendirilebilir. Yani dünya genelinde de ülkemizde de ortalama olarak gündemler aynı: Ekonomi, insan hakları ve adaletsizlik vs.


Adaletsizliklerin ülkemizdeki alt maddelerini hatırlatalım:

Peki Türkiye, muhafazakar cemaatlerin, İslamcı STK’ların bu sorunlarla ilgili hassas olduğunu görüyor mu? HAYIR.

Beyazıt Meydanı’nda, cami avlularında kitlesel gösteriler yapıyorlar mı? HAYIR.

Dindar hukukçular mağdurların davalarına müdahil oluyorlar mı? HAYIR.

Onlarca dernek, vakıf ve onların yüzlerce şubesi var. Bir tanesi Rabia Naz’a ne oldu? Kadirova’ya ne oldu? Şule Çet’e ne oldu? diye sordu mu soruyor mu? Çorlu tren kazasında ihmali olan sorumlular neden yargılanmıyor? Ölenlerin yakınlarının yanında oldunuz mu? HAYIR.
 


Geniş bir medya ağına, dergilere, gazetelere birçok haber sitesine sahipler. Gündemlerinde böyle konular var mı? HAYIR.

KHK’lar yüzünden ortaya çıkan mağduriyetler, insan hakları ihlalleri var mağdurların feryatları arşı titretiyor; yukarıda bahsettiğim STK’lar, köşe yazarları, kanaat önderleri üç maymunu oynamıyorlar mı? EVET.

Kadına karşı şiddet var. Kadınlar cinayetlere kurban gidiyorlar. Bu şiddete karşı mağdur kadınların yanında duruyorlar mı? Davalarına müdahil oluyorlar mı? HAYIR.

Hayvana karşı şiddet var, çocuklara yönelik istismar var, onlarca STK’sı yüzlerce şubesiyle yüzlerce kalemşörüyle bu gündemleri gündemi edinen dert edinen kaç kişi var? 

Emekçilerin hak arayışlarında neredeler? Kendilerinin normalde savunduklarını söyledikleri Suriyelilere yönelik şiddet konusunda neredeler?


Şimdi bana istisnaları göstermeyin. İstisnalar maalesef kaideyi bozmuyor. İstisnalar çok değerli ama geneli kurtarmıyor… 

Size 3 örnek vereyim;
 

 Kızıl Bayrak Flormar Direnişi- 297 günden kalanlar... Yaratıcı- SAMET AKTEN  Telif Hakkı- CHP ISTANBUL.jpg
Kızıl Bayrak Flormar Direnişi (297 günden kalanlar) Fotoğraf: Samet Akten/CHP İstanbul


Kocaeli Gebze'de faaliyet gösteren Flormar Fabrikası'nda sendikalı olduktan sonra tazminatsız biçimde işten atılan işçilerin çoğu başörtülü kadınlardı.

132 işçi 15 Mayıs 2018'den 8 Mart 2019’a kadar fabrika önünde direnişleri sürdürdüler. İşveren sonunda yola geldi de en azından tazminat ödemeyi kabul etti.

Peki, onların derdiyle kimler dertlenmiş, kimler kollarına girmişti?
 

flormar-işçiler.jpg
Flormar işçileri / Fotoğraf: Twitter


Neredeyse 1 yıl süren bu hak arayışında işçilerin yanında Marksist örgütler ve feministler yer aldılar.

Yukarıda bahsini ettiğim muhafazakar ya da İslamcı çevrelerde ise böylesi bir durum haber bile olmadı.

Pek çok dindar, başörtülü kardeşlerinin yaşadıkları mağduriyetten aylar süren direnişlerinden haberleri bile olmadı…


İkinci örnek:

Asgari ücretle çalıştırılan Suriyeli sığınmacı Ali el-Hamdan polis tarafından katledildi. Şahitlerin ifadelerine göre Ali kaçmamasına rağmen polis tarafından yakın mesafeden vurulmuştu.

Muhafazakar medya konuyu örtbas etmeye çalışmaktan başka bir şey yapmadı. Hamdan cinayeti davasına Mazlumder dışında kimsecikler müdahil olmadı.

Birkaç cılız ses dışında kimse Hamdan’ın hakkını savunmadı. Davada müdahil olanlar HDP’ye yakın çevrelerdi…


Üçüncü örnek: 

Ülkemizde kadına yönelik şiddetin pek çok faktörü var. Bu şiddetin büyük oranda dinden kaynaklanmadığı da bir hakikat.

Genellikle erkek egemen cahiliye geleneklerinden kaynaklanan toplumsal cinsiyet rollerinden kaynaklanıyor. Elbette diğer kaynak da hedonizmin pompalanması.

Çarpık Batılılaşma sebebiyle cinselliğin pornografik olarak kitleleri uyarması, ölçüsüz biçimde kadına yönelik şiddete yol açıyor.

Taciz ve tecavüzün fantezi olarak sunulması, kadının erkeğin zevk oyuncağı olarak propaganda edilmesi bu anormal eğilimlerin azdırılmasına yol açıyor.

Geleneksel tabular ve cehalet ile mücadele eden bir aktivizm yok. Hedonizm ile ve onu ideolojik bir kimliğe dönüştürenlerle felsefi, akli temelde mücadele eden bir akademi de yok aktivizm de yok…

Ama kadına karşı şiddet konusunda İslamcı ya da muhafazakar çevrelerin hassas olması bir yana, yanlış tarafta saf tutmaları trajik bir durum.

Kadına karşı şiddet ve cinayetler sonrası da bahsini ettiğim sorunları çözmek için çaba sarfetmenin pek çok ayağı var.

Mağdurun yanında durmadığı, onu kuşatmadığı onun derdiyle dertlenmediği için o boşlukları başkalarının doldurmasına da itiraz hakkı yok.

Yazımızın başında belirttiğim iki husus: Aydın ve alim faktörü ve farklı kesimleri de kuşatıcılık idealizmi artık yok.

Peki ne var?

Kendi kaçtıkları sorumluluklarıyla yüzleşememek vicdan azabı doğurur. Bu rahatsızlıktan kaçmanın en güzel yolu da uyuşturucu kullanmaktır.

Komplo teorileri, abartılan dış ve iç düşman algıları, kendini dev aynasında seyretmek, hamaset size şizofrenik bir paralel evren üretir. Gerçeklikten kopmuş mutlu mesut biçimde yaşar gidersiniz…  

Kendi entelektüel, aydın iklimini çoraklaştıran aydınsız, fikirsiz bir ortamda meydan komplo teorisyenlerine, trollere, holiganlara, hokkbazlara, cerbezeyi meslek edinen müptezellere ve meczuplara kaldı.

Peki, o 15-20 yıl önceki isimlere ne oldu?

Bazısı o kadar çok bunaldılar ki kapağı başka yerlere attılar. Bazıları da içlerine kapandılar. Bazıları ise çoraklaşmaya ayak uydurdular…

Türkiye toplumunun sağduyusu, vicdanı olan dindarlar artık sorunun bir parçası durumuna düşmüş haldeler.

O yüzden kendi çocuklarınız için neden sizi dinlemediğini sorguluyor; "Neden gençler deist, ateist ya da seküler oluyor" diye soruyorsanız önce aynaya bakmalısınız…

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU