Koronavirüs pandemisinin küresel politik psikolojisi

H. Caner Akkurt Independent Türkçe için yazdı

15'nci yüzyılın sonlarında kitap üretimi, genel ifadeyle yazılı malzemenin yeniden basımı ve çoğaltılması manastır yazıhanelerinden basım atölyelerine doğru yer değiştirdi.

Bu yer değiştirme, bilginin bütün biçimlerinde büyük bir devrim yarattı.

“Five Hundred Years of Printing” kitabının yazarı Sigfrid H. Steinberg’e göre, basımcılığın yani genel ifadeyle matbaanın tarihi, genel uygarlık tarihinin bütünleyici bir parçasıdır.

Diğer taraftan matbaanın icadı ve yayılmasının Batı uygarlığının üzerinde yarattığı etkinin kesin doğası bugün bile yoruma açık bir konudur.

Steinberg, matbaanın, siyasal, anayasal, dinsel, ekonomik olaylar üzerinde, ne de sosyolojik, felsefî ve edebî akımlar üzerinde yaptığı etkiyi hesaba katmadan tam olarak anlaşılamayacağını söyler.

Dolayısıyla el yazmasından matbaaya geçiş, tekrar vurgulamak gerekirse, insanlık tarihindeki en önemli devrim, değişim ve dönüm noktalarından biridir.

Hatta bilginin küreselleşmesinde ve sekülerleşmesinde milattır desek abartmış olmayız.

Sanırım kastettiğimin ne olduğunu biraz izah etmem gerekiyor. Matbaanın en belirgin sonuçlarından biri de hiç kuşkusuz dini anlayışa olan etkisidir.

Eğer bilginin kolayca transferi sağlanmasaydı Protestan Reformasyon’un etkili olması düşünülemezdi.

Baskı tekniği Martin Luther’in düşüncelerinin, dinî yorumlarının hızla yayılmasına ve onların yerel dillere kolayca girebilmesine ve ülke sınırlarının dışına yayılmasına imkan sağladı.

Matbaanın yaygınlaşması her açıdan haberi ve bilgiyi tevatür, yeri geldiğinde dedikodu olmaktan çıkarıp medya ortamına taşıdı.

Kim ne derse desin Batı Hıristiyanlığının sekülerleşmesinde, kutsallığından sıyrılıp anlaşılmasında, başka bir ifadeyle vaaz kürsülerinin yerine basının geçmesinin büyük rolü vardır.

Diğer taraftan bu durum yerel cemaat bağlarının zayıflamasına da neden olmuştur.

Zira insanlar, verilen bir vaazı, sokak söylevlerini dinlemek için bir araya gelirken, basılı bir haberin ya da bilginin okunması için bunu yapmak zorunda kalmadılar.

Böylelikle sınırlı toplumsal dayanışma zayıflarken, uzaktaki bir olaya temsili katılım arttı.

Bunun yanında yerel bağlar seyrekleşti ama daha büyük kolektif birimlerle olan bağlar da güçlendi.

Bu anlattıklarım günümüze kadar olan değişimlerin, gelişen teknolojilerin ve dijitalleşmenin seyrini ve etkisini anlamada projeksiyon görevi üstleneceği için burada bir dursun.

Bu arada bir anekdotu paylaşmak isterim. İnsan ilişkileri alanında yüksek lisansımı yaptığım dönemde İletişim Tarihi dersinde verilen sınav ödevi oldukça ilginçti.

Ödev senaryomuz şöyle: Her birimiz 15'nci yüzyılın sonlarında, ücra bir manastırda inzivaya çekilmiş ruhbanlarız.

Temel uğraşımız, çoğunlukla dinî metinleri el yazması olarak çoğaltmak.

Yazının icadından sonra neredeyse binbeşyüz yıldır süren bu uğraş, Gutenberg’in icadı matbaanın yaygınlaşmasıyla sonlanmak üzere.

Her birimizin yaklaşık 30 yıldır sürdürdüğü bu uğraş, son bir örnekle, yazacağımız son el yazması kitapla tarihe karışacak.

Bu duygularla son el yazması kitaba, uğraşımıza veda eden ve yeni icadın dünyada yaratacağı değişim hakkındaki fikir ve duygularımızı el yazısıyla yazmamız isteniyordu.

Kolay bir şey olmadığını takdir edersiniz. Her şeyden önce var olan Müslüman kimliğinizle, manastırda kendinizi ruhban ya da keşiş konumuna psikolojik olarak hazırlamanız gerekiyor.

Süreçte manastır kültürü ve ruhbanlarla ilgili birçok okuma yaptım. Hatta Umberto Eco’nun “Gülün Adı” romanının aynı isimde sinemaya uyarlanan filmini izledim.

Manastırda bir ruhban olmama rağmen değişimden, bilginin yayılımının artmasından ve ilahi mesajın herkese ulaşmasından yana olduğum için elbette matbaayı destekleyen bir yazı kaleme almalıydım.

Ödevin hazırlanması çok ilginç bir zamana denk geldi.12 saat süren bir Malezya yolculuğunda, bir uçakta ve bir ruhban edasıyla el yazması metinlerimi kaleme almaya başladım. Türkiye’ye dönüş yolculuğumda nüshalarım tamamlanmıştı.

14'ncü ve 15'nci yüzyıllar dünya için, keşiflerden icatlara, veba salgınlarından savaşlara birçok tecrübenin bir arada yaşandığı, insanlık tarihinde eşine az rastlanır ve aynı zamanda insanlığa yönelik ofansif bir çok belânın da miladı olacak yüzyıllardır.

Öyle görünüyor ki, 21'nci yüzyılın ilk çeyreğine de dijitalleşme ve bunun yanında Çin’de baş gösteren ve hızla bütün dünyada pandemik hale gelen koronavirüs damgasını vuracak.

Nitekim 2005 yılında yayınlanan “Dünya Düzdür: Yirmi Birinci Yüzyılın Kısa Tarihi” kitabının yazarı, hâlihazırda The New York Times’ın yazarı Thomas L. Friedman, 17 Mart 2020’de yazdığı makalede koronavirüsten sonra dünyanın yeniden nasıl yorumlanacağının ve şekilleneceğinin belirsizliğini koruduğunu yazdı.

Aynı zamanda bu pandemi döneminin bir milat olabileceğini ve yeni tarihsel bölünmenin “Koronadan Önce”, “Koronadan Sonra” olarak değişebileceğine işaret ederek dünyanın radikal bir değişime gebe olduğuna vurgu yaptı.

Açıkçası bu yaklaşımı abartılı bulanlar ve gerçekle örtüşmediği yorumunu yapanlar oldu.

Ancak Friedman, bu kışkırtıcı ve manipülatif ifadelerle bir şeye dikkat çekmek istedi.

Pandemi dönemlerinde ve sonrasında insan ilişkilerinin, toplumsal ilişkilerin, politik psikolojinin, devletlerarası ilişkilerin nasıl değiş/tiril/mesi gerektiğine dünyanın dikkat kesilmesine vesile oldu. 

Friedman, 2004’ten sonra çok hızlı ivme kazanan dijitalleşmenin, gezegeni birbirine bağlamanın yanında, birbirine bağımlı ve hatta birçok yönden kaynaşmış duruma getirdiğine işaret ederek; bir nevi Lorenz’in “kelebek etkisi” olarak metaforlaştırdığı kaos teorisine göndermede bulunarak analoji yapıyordu.

Sonrasında ise kaosa dönüşmeden, bu tür krizlerin içinden çıkmak için atılması gereken adımlar konusunda önermelerde bulundu.

Her zaman sıkı/disiplinli kültürlerin, gevşek/soft kültürlere nazaran bu tür sorunlarla daha hızlı baş edeceği bilinen bir gerçektir.

Örneğin, kadim Anadolu ve İslâm geleneğinin de etkisiyle Türkiye, salgın sürecini, her türlü sağlık önlemini hızlı bir şekilde yerine getirerek, doğru bilgi paylaşımıyla, toplum dayanışmasıyla ve politik psikolojiyi de yerinde kullanarak dünyaya örnek olacak bir şekilde yönetti.

Doğrusu Friedman’ın ve benzer düşünürlerin söylediklerinden, demokrasinin ortadan kalkacağı, totaliter rejimlerin daha da güçleneceği ya da dünyanın otoriter rejimlere evirileceği sonucunu çıkarmak çok da iyi niyetli bir yaklaşım olmasa gerek.

Çünkü toplumsal kültürü, devlet işleyişini ne kadar disiplinli hale getirir ve bunun yanında devletler kesenin ağzını ne kadar gevşetirse, yani pandemi döneminin gerekleri, sosyal devlet olma refleksleriyle yerine getirilir ve devletler halklarına doğru model olursa, Koronavirüsten sonra bir o kadar güçlü ve paylaşımcı bir topluma dönüşmek mümkün olabilir.

Mesela Avrupa’da pandemi sürecini en iyi yöneten ülkenin Almanya olduğu düşünülürse ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır. 

Friedman için “dünya totaliter rejimlere evirilecek, buna mecburuz dedi” benzeri yakıştırmalar, Friedman’ın tipolojisine uyacak yakıştırmalar olmadığını görmemiz gerekiyor.

Bunu bir öneri değil, muhtemel tehlikeye dikkat çeken bir öngörü olarak değerlendirmek sanırım en doğru yaklaşım olacaktır.

Zira 3 Nisan 2020’de Türkiye-ABD İş Konseyi (TAİK)’nin 35'nci kuruluş yıl dönümüne video konferansla konuk olan Friedman, 2008 küresel finans krizinin bir stres testi olduğunu, koronavirüs salgınının çok daha büyük stres testi olduğuna dikkat çekti.

Bu süreçte, dayanışmanın, yönetişim kalitesinin ve birçok parametrenin sınandığını, küreselleşmenin bittiği yönündeki tezlere rağmen bu tür salgınlarda küresel mücadele gerektiğini, dijitalleşen dünyada sınırların, duvarların ve zamanın daha da önemsiz hale geldiğini dile getirdi.

Dijital uygulamaların öneminin kat be kat artacağı yeni dönemde firmaların dijital dünyaya yatırım yapmaları gerektiğini savunan bir düşünür neden totaliter rejimlerden yana olsun ki?

El yazmasından matbaaya geçişin toplumsal değişimde bir devrim ve dönüm noktası olduğundan kısaca bahsetmiştim.

Hastalıklar ve sonrasında bulunan aşılar insanlığın ölüm kalım mücadelesinde ve tarihi biçimlendirmede önemli kilometre taşlarıdır.

Elbette savaşların rolü de görmezden gelinemeyecek, yadsınamaz acı bir gerçekliktir.

Fakat ilginçtir ki İkinci Dünya Savaşı’na kadar olan savaşlarda ölenlerin çoğu savaş yaralarından değil, savaşla taşınan hastalıklardan ölmüştür.

Jared Diamond, “Tüfek, Mikrop ve Çelik” kitabında; “Büyük komutanları göklere çıkaran bütün o askerî tarihler, insan egosunun balonunu söndüren bir doğruyu hafife almaktadırlar.

Eski savaşların galipleri her zaman en iyi komutanlara ve silahlara sahip olan ordular değil, çoğu kez yalnızca düşmanlarına bulaştıracak en berbat mikropları taşıyanlardır” derken bilinçli ya da bilinçsiz hastalık taşıyarak biyolojik savaş kozunu elinde bulunduranları kastetmiştir.

Nitekim Çin’den kaptıkları söylenen ve tarihte “Kara Ölüm” diye anılan veba hastalığını, Moğollar belki de tarihte ilk sayılabilecek şekilde biyolojik silaha dönüştürdüler.

Kırım’da, Ceneviz kenti olan Kefe’yi kuşattıklarında, Cenevizlilere karşı vebalı askerlerinin cesetlerini mancınıklarla atarak bu eylemi gerçekleştirdiler.

Sonrasında ise Cenevizlilerin deniz yolu ticaretleri ya da Avrupa’ya kaçışlarıyla veba, sadece Kırım’ı saran değil tüm Avrupa’yı yıllarca teslim alan ve kırıp geçiren, tam sayı bilinmese de 100 milyonun üzerinde ölüme neden olan küresel bir salgına dönüşmüştür.

Tarihte mikropların ya da virüslerin oynadığı rolle ilgili kısa örnekler vermeye devam edelim.

Kolomb’un 1492’deki kolonyalist yolculuğuyla başlayan Amerika coğrafyasının Avrupalı kolonyalistlerce “keşiflerini” hatırlamamız gerekiyor.

İspanyolların kurbanı olan Amerikan yerlilerinin sayısı azımsanmayacak düzeydeydi; fakat İspanyollardan yerlilere bulaşan öldürücü mikroplardan ölenlerin sayısı, ilk temasta çatışmada ölenlerden çok daha fazlaydı.

Koronavirüs gibi hastalıkların klasik dönemlerde bile nasıl salgın haline dönüştüğüne dair tarihte birçok örneğe rastlıyoruz.

Atlas Okyanusu'nda yer alan Faroe Adaları (günümüzde Danimarka’ya bağlı adalar) o dönemde hemen hemen dış dünyadan yalıtılmış bir durumdaydı. 

Adada 1781’de çok şiddetli bir kızamık salgını baş gösterdi ve bir süre sonra etkisi geçti. On yıllarca bir daha kızamık vakasına rastlanmadı.

Ne var ki 1846’da Danimarka’dan gemiyle adaya gelen bir marangoz aracılığıyla bu virüs yeniden görüldü.

Üç ay içinde neredeyse bütün Faroe halkı (7782 kişi) kızamığa yakalandı.

Ölenler öldü, kalanlar kaldı ve bir sonraki salgına kadar kızamık virüsü bir kez daha ortadan kayboldu.

Salgın hastalıkların izole olmuş küçük topluluklarda uzun süre yaşamayacağı açıktır ve bu tür hastalıklar, toplumun dış dünya ile teması sonucu salgına dönüşür.

Yani bir coğrafyada ne kadar insan hareketliliği varsa salgın riskinin de bir o kadar büyük olacağı bilinen bir gerçektir.

1902 yılında Active adlı balina gemisiyle bir gemicinin getirdiği dizanteri salgını yüzünden Kanada’nın kuzey denizinde Southampton Adası’nda oldukça yalıtılmış halde yaşayan 56 Sadlermiut Eskimosu’ndan 51’i ölmüştür. 

Koronavirüs, Çin’in ihmali ve bilgi paylaşımını dünyaya çok sonra yapmasıyla pandemik hale geldiğinde, hiç kuşkusuz tüm dünyada büyük bir panik ve kaygı havasında birçok şey söylendi ve yazıldı.

Hastalığın virolojik yönü tıp uzmanlarının işi olmakla birlikte halen devam eden küresel salgın sürecinde ortaya çıkan ve sonrasında da çıkacak ekonomik, teknolojik, siyasi, dinî, toplumsal psikoloji ve insan psikolojisinde bir değişim olacak mı, olacaksa insanlık nasıl ve ne yönde etkilenecek konusu en az viroloji kadar önemlidir.

Sürveyans kavramını tıp literatürünün dışına çıkararak söylemek gerekirse, insan ilişkilerine doğrudan etki eden pandemiyle ilgili sosyolojik verilerin de toplanması, aynı hız ve hassasiyetle analiz ve rapor edilmesi, sürveyansa tabi tutularak fütüristik açıdan yorumlanması gerekir.

Yoksa soruna, küresel neo-liberal kapitalizmin zirve yaptığı bir noktada, Slovaj Zizek’in nostaljik fantezi ve romantik yaklaşımıyla; “komünist tedbirlere kalıcı olarak ihtiyaç var” diye mi yaklaşacağız?

Meseleye rasyonel ve realist cepheden baktığımızda, tarihçi Yuval Noah Harari’nin söyledikleri dikkate değer analizler içermektedir.

Her ne kadar genel bir tanımlama ile Harari, tarihçi diye tanımlansa da tarih felsefesi mantığıyla olaylara yaklaşan, yorumlayan bir fütürist sosyal bilimci demek belki daha yerinde bir tanımlama olacaktır.

Geçtiğimiz mart ayında gerek CNN’e verdiği röportaj, gerekse Financial Times’ta yayımlanan yazısında, koronavirüs benzeri küresel salgınlardan ulusal izolasyonla kurtulmanın mümkün olmayacağını, tek sağlıklı çözümün bilgi paylaşımı ve küresel işbirliği olduğunu vurgulamıştı.

Hatta uzun vadede ülkelerin sınırlarını kapayarak virüsle mücadele fikrinin ancak bir illüzyondan ibaret olacağının altını çizdi.

Harari, toplumların mahremiyet ve sağlık arasında bir seçim yapmaya yönlendirilmesinin sonucunda insanların bütün mahremiyetlerini yitirebileceğine dikkat çekerek, ekstra totaliter rejimlerin bunu fırsat bilerek etki alanlarını genişletme çabası içine girebileceklerini söyledi.

Yönetimler, içe dönük tarafıyla vatandaşına karşı totaliter gözetim uygulayarak kendi iktidarını mı güçlendirecek yoksa sosyal devlet anlayışıyla vatandaşını mı güçlendirecek?

Dışa dönük tarafıyla da milliyetçi-ulusçu izolasyonizmi ya da küresel dayanışmayı mı tercih edecek?

Asıl yakıcı soru ve üzerinde durulması gereken konu bu olmalıdır.

Sanırım sosyal devleti ve küresel dayanışmayı tercih etmenin en doğru yol olduğuna; diğer tercihlerin gelecekte krizi daha da tırmandıracağına ve gelecekte devasa felaketlere yol açacağına gönülden inanarak hareket etmek zorundayız.

Aynı Harari, 2018 yılında Davos’ta verdiği bir röportajda; şimdiye kadar teknolojik değişimin hep insanın dışında olduğunu fakat bundan sonraki evrede insan vücudunun içinde, deri altında olacağına işaret ederek asıl devrimin yapay zeka değil, bilgi teknolojileri (infotech) ve biyoteknolojinin birleşerek yaşamı dizayn edeceğinden, yani “ekstrasomatik bellek” yerine deri altına yerleştirilecek yapay somatik belleğin işlevsel hale geleceğinden bahsetmiştir.

Buradan anlaşılmaktadır ve açıktır ki, çok önceden hazırlıkları tamamlanmış bir proje, koronavirüs pandemisi bahanesiyle, insan yaşamını yeniden tasarlamak üzere, bugün maalesef sürüme geçirilmeye başlanmıştır.

Doğrusu koronavirüs pandemisi dönemi, uzun zamandır sürdürülen dijitalleşme sürecine önemli bir simülasyon imkânı sağlamış ve bu dönüşümü hızlandırmıştır.

Bu noktada ahlaksız ve vicdansız kapitalist anlayışın ancak ahlaki bir ütopyanın ardına gizlenerek var olabileceği unutulmamalıdır.

Böyle bir “kamusal ahlakı” diriltmeye çalışan herkesin aslında kapitalist düzen için çalıştığını ve politik üfürükçülük yaptığını söylemek mümkündür.

Pandemi ve sonrası dönem için kabullen/diril/mesi oldukça zor olan uygulamalar hızlı bir şekilde simüle edilerek gönüllü kabullenişler sağlanmaya başlanmıştır.

Zira otorite ve bundan her türlü çıkar elde edecekler tarafından gözetleme ve takip, “klasik ponoptikon”dan günümüze oldukça komplike bir şekilde, “dijital ponoptikon”a dönüşerek devam etmektedir.

Yeni gözetim modelleri, Bentham’ın; bir üst aklın gücü elde etmesinin yeni bir modeli olarak tanımladığı ya da Orwell’in tele ekranlı ve işkence hücreli bir ponoptikonundan öte bir şeydir.

Bu yeni durum, sınırsız özgürlüğün hissettirildiği, hızlı görsel internet iletişiminin hâkim olduğu, akıllı telefonlu ve Google gözlüklü dijital ponoptikon çağıdır. 

Bu ponoptikonda her şey gönüllülük esasına ve isteğe bağlıdır.

Hatta burada olmaktan anlatılmaz bir haz alarak hedonistik bir ruh haline bürünmek kolay hale gelmektedir.

İnsanlar birbirini gönüllü takip eder, tweet atar ya da “like” seçeneğini tıklar.

Byung-Chul Han’ın tanımıyla;

Şeffaflık ve enformasyon hakikatin yerini alır. Yeni iktidar anlayışı geçmişin kontrolü değil, geleceğin psikopolitik yönlendirilişidir.

Yeni durumda adına sermaye, güç, otorite, iktidar her ne derseniz deyin, talimat ve emir veren, tehdit eden bir pozisyonda konumlanmaz.

Tam tersi teşvik edici, ayartıcı özgürlüğü öne çıkaran bir model olarak karşımıza çıkar.

Tüketerek, etkili iletişimde bulunarak, hatta like’ı tıklayarak oluşacak tüm tahakküm ilişkilerine tabi oluruz.

Chul Han, öznenin gönüllü olarak sistemin parçası haline geldiğini ve bunun yeni liberalist anlayıştaki karşılığının “beğendim kapitalizmi” olduğunu söylemektedir.

Harari’nin ve Friedman’ın ve de Zizek’in bir öngörü olarak olarak sunduğu, totaliter rejimlerin, pandemi dönemindeki kısıtlamaları fırsat bilerek etki alanlarını genişletebilecekleri tezi anlamını burada yitirmektedir.

Bazı ülkelerde deri altına yerleştirmeye başlanan ve dünya genelinde yaygınlaşacağı ileri sürülen, insanı hem içerde hem dışarda takibe alacak olan  “info-biyoteknoljilerin” devletler tarafından toplumlara zorunlu hale getirileceği gibi iddialar yazılıp, konuşulmaktadır.

Fakat “beğendim kapitalizmi”nin kabullenildiği dijital neo-liberal bir dünyada zorlamaya gerek kalmaksızın, mahremiyetin karşısına sağlık ve hayatta kalma seçeneği konursa buna kim direnebilir ki?

Yukarıda da değindiğim gibi hâlihazırda devam eden dijital ponoptikonlaşma sürecine kimse zorla girmedi.

İnsanlık gönüllü ve büyük bir hazla bu akışın içinde yer aldı. Muhtemelen bundan sonra da böyle olacaktır.

Dijital psikopolitika diyebileceğimiz bu yeni dönemde kendini özgür hisseden ama gönüllü köle olmaktan kurtulamayan “özgür dünya”da her şey gönüllülük üzerine tesis edildiği için insanlar, özel hayatlarını göstermek için neredeyse pornografik bir arzuya teşvik edilmektedir.

Bu yeni dönemde iktidar teknikleri akıllı bir biçime büründüğünden özne tabiiyetinin farkına bile varmaz.

Bazen kontrolü elinde tutanlar, Vamık Volkan’ın “Büyük Çadır” metaforunda betimlediği çadır bezinin renklerinin, üzerine giydikleri kıyafetle aynı ve bunun büyük grup kimliği olduğunu gruplara hatırlatıp, toplumsal refleksler geliştirebilirler.

Fakat bu toplumsal psikoloji sürgit devam ettirilebilecek bir durum değildir.

Çünkü rasyonaliteyi değil, duyguları harekete geçirir ve bu duygunun ontolojik olarak süreklilik arz etmesi beklenemez.

Sadece geçici bir uykudan uyandırılma halidir.

Nasıl ki insanlara sürekli geçmişe dönmeye yönelik nostaljik fanteziler vadederek ya da satarak gücü taze ve zinde tutamazsanız bu da böyle bir ruh halidir.

Yaşadığımız pandemi dönemi elbette zorunlu olarak bazı alışkanlıklarımızı, yaşam biçimlerimizi etkiledi.

Fakat bu etkileşimin geriye yönelme, özellikle yönetim modellerinde eski modellere yönelme şeklinde olacağını iddia etmek ve “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diskuru üzerinden pandemi sonrasını tarif etmek ne kadar doğru bir yaklaşımdır? 

Koronavirüse karşı aşı bulunursa “yeni normal” denilen dönem son bulmayacak mı?

Var olan pandemi üzerinden analojik yaklaşımla pandemi sonrası da sosyal yaşam ve iş hayatının pandemi dönemiyle aynı şekilde devam edeceğini ve insan ilişkilerinin yeniden karılıp farklı bir şekle bürüneceğini, ontolojik olarak sosyal bir varlık olan insana uymayacağını bilmemiz gerekiyor.

Bana göre bu psikolojik bir dayatmadır ve politik psikolojinin ya da Byung-Chul Han’ın psikopolitika olarak tarif ettiği halin küresel düzlemde yönetilmesidir.

Mesela koronavirüs pandemisi başladığından bu yana tüketim kültürünü ele alalım.

Bu dönemde tüketim ortadan kalkmadığı gibi yeni ihtiyaçlar belirdi ve tüketim araçları yön değiştirdi.

George Ritzer’in tüketim katedrali dediği AVM’ler fiziki mekânlardan sanal mekânlara transfer oldu.

Ancak bu dijital tüketim katedrallerine transferler ve geçişler yeni bir olgu olmayıp, pandemi sürecindeki sokağa çıkmama zorunluluğundan dolayı sanal market alışverişleri sadece hızlanmıştır.

Zaten kapitalist tüketim şekli, pazarlamada gösteriyi (Show) keşfettiğinden bu yana tüketim araçlarına teknolojiyi de katarak, müşteriden tüketiciye dönüşen insana yeni yeni cazibe merkezleri sunmaktan hiçbir zaman geri durmamıştır.

Geriye dönüp baktığımızda zor ekonomik dönemler, gösteri üzerinden tüketimi hızlandırmak için ileri teknolojilere dayanan yeni yöntemlerin keşfine yol açmıştır.

George Ritzer, tüketiciyi kendilerine çekmek için tüketim katedrallerinin daha da büyülü, fantastik, sihirli ortamlar sunmaları ya da en azından sunuyor görünmeleri gerekir tespitinde bulunur.

Kilometrelerce insan kuyruğu oluşan Moskova’daki McDonald’s restoranının açılışında çalışan bir işçinin ortamı tarif ederken “sanki Chartes Katedraliydi, kutsal bir haz yaşama yeri” demesi sanırım meseleyi oldukça çarpıcı özetlemektedir.

McDonaldlaştırılma, tüketimin büyülü hale getirilmesi değildir sadece, akılcılaştırmayı da beraberinde getirir.

McDonaldlaştırmada tüketiciye uygulanan denetim aslında William Kowinski’nin tabiriyle zombi etkisi yaratır.

Zamanın nasıl geçtiğini fark etmeden saatlerce AVM’lerde ya da internet üzerinde sanal marketlerde dolaşan tüketicinin, daha çok satın almasını mümkün hale getirir.

Sistem üzerindeki denetimimizi kaybederek tam tersine sistem bizi denetler hale gelinir.

Yeni bir dönemde olduğumuz muhakkak. Fakat bu yeni döneminin miladı koronavirüs pandemisiyle başlamadı.

Tekrar vurgulamak gerekirse; matbaanın icadı, savaşlar, salgınlar, 1929’da baş gösteren Büyük Ekonomik Buhran, 11 Eylül terör saldırıları, en son 2008’deki Küresel Ekonomik Kriz sonrası dünyada birçok paradigma yeniden şekillendi.

Şunu kabul etmeliyiz ki, içinde bulunduğumuz 21'nci yüzyıl, modernizm sonrası (post-modernizm)  bir çağ değil, modernizm sonrasının sonrası (post-post-modernizm) bir dönemdir.

Bu dönemin en büyük sorunlarından biri, paradoks gibi görünse de iletişim ve bilgi teknolojilerinin gelişmesi ve yaygınlık kazanmasıyla bedenlerin kaybolup, sanal gerçekliğin (virtual reality) açığa çıkmasıdır.

Bu bağlamda pandemi üzerinden kabullendirilmeye çalışılan şeffaflık toplumu kabul edilebilir bir olgu değildir.

Bu küresel salgın, bundan önceki salgınlarda ya da felaketlerde de olduğu gibi ilânihaye sürmeyeceğine göre “yeni normal” diye bir kavramı niye kabullenelim.

İnsanlığa, sanki bu salgına hiç çare bulunmayacakmış gibi mağara alegorisini yaşatmanın doğru olmadığını düşünüyorum.

Elbette koronavirüsü vülgarize etmek istemiyorum; fakat salgın öncesi başlayan bir değişim ve dönüşüm sürecini virüsle başlatarak, insanlığın, dünyayı ele geçirmiş görünmez bir düşman algısıyla, büyülü gerçekliğe teslim olması gerektiği propagandasını çok gerçekçi bulmadığımı da söylemeliyim.

Önemli olanın pandemi dönemi ya da sonrası dünyada her türlü sömürü alanları ortadan kalkacak mı, savaşlar son bulacak mı, kalıcı küresel barış tesis edilecek mi? sorularının karşılık bulup bulmayacağıdır.

Nitekim salgın döneminde bile ırkçı reflekslerin nasıl yaşamaya devam ettiğini ABD’deki George Floyd cinayetinde şahit olduk. 

Bu tür süreçlerde; “insan-din ilişkisi” “dinî inançlar ve seküler toplum” “postseküler dönemde din anlayışı” gibi konuları başka bir yazıya bırakalım.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU