Farkındalık insanın en büyük lanetidir, unutmaksa yaşam için bir lütuf!

Vahap Aydoğan Independent Türkçe için yazdı

Resim: Vahap Aydoğan

Farkındalık, bir lanet kadar keskin; unutmak ise bir lütuf kadar kırılgandır.


İnsana dair en büyük yanılgılardan biri, her farkındalığın bilme halinin kendisini mutlu ettiği sanılmasıdır.

Oysa bazı hakikatler, bilinmezken daha esnek ve daha hafiftir. Göz açıldığında karanlık kaybolmaz; yalnızca daha derin bir hal alır…

Fark etmek; görmenin ötesinde, daha derine taşmak zorunda kalmaktır.

Varoluşsal konfor alanının dışına adım atmakla başlar her şey…

Ve bazı görüntüler vardır ki, bir kez içe düştü mü, bir daha susmaz.

Kulağı değil, ruhu tırmalar…

Dış dünyaya dair o sessiz kaotik bilgi, iç dünyada karanlık gibi çökmeye başlar. Farkındalık, yalnızca bir aydınlanma değil; çoğu zaman içsel bir yıkımla eşdeğerdir.

Çocuklukta dünya basit, sıradan masum ve fludur. İyiyle kötünün çizgileri berraktır. Bir kuş uçar, bir çiçek açar, bir insan tebessüm eder kimi zaman bir kar tanesine şaşırırdık. Ve zaman….Ama zamanla renkler bulanıklaşır. Bir çocuk ağladığında artık yalnızca gözyaşını değil, onun ardındaki tarihi, toplumu, ihmali, susuşu da görürsün. 

Sadece göz değil, bilinç de açılır. Ve açıldıkça derinleşir yara, kapanmamak üzere... Bu yüzden bilmek çoğu zaman yara almayı kabullenmektir. Ve artık her şeyi gören, her şeyden biraz ölür.

Tarihin, edebiyatın ve mitolojinin tüm katmanlarında bu durumun yankısı adeta bir projeksiyon gibi önümüzde durur aslında…

 Örneğin Van Gogh’un sarı tarlaları sadece güneşle değil, akılla da yanar. O,farkındalığın ressamıdır; gördüğü her şeyi öyle derin hisseder ki aklı, boyaların ötesinde boyut değiştirir. O boyut bazen sanatçının yokluğunda doğmaya başlar. Frida Kahlo’nun otoportreleri yalnızca bedeni değil, ruhu da yaralayıp parçalamıştır. .. Zira ağrıyı bir resme dönüştürmek, onunla birlikte yaşamayı bilmekten gelir. 

Sylvia Plath, her sabah kelimelerle uyanır; ama her kelime biraz daha içerden yol almaya başlar. Onun bilinci, bir şiirin taşıyabileceğinden daha ağırdır çünkü. Farkındalık; gözle değil, ruhla gördüğünde başlar. Ve ruhla görülen şey, kolay kolay unutulmaz. Bir film şeridi gibi beynimizde tekrar tekrar oymamaya devam eder.

Ama işte tam burada bir başka insanlık hali belirir: UNUTMAK…

Sıklıkla zayıflıkla eşleştirilen, hafıza kaybı gibi aşağılanan, çoğu zaman bir merhamet biçimidir. Ruh, her acıyı taşıyamaz. Hafıza bazen hatırlamaz değil, hatırlamayı reddeder. Yada yok sayar…

Freud’un bastırma kavramı, yalnızca patolojik değil, aynı zamanda koruyucudur. Çünkü her şeyin farkında olmak, her şeyin yükünü omuzlamak demektir ve insanın omzu bu kadar geniş değildir.

Mitolojide Lethe Nehri boşuna akmaz. Ölüler, bu sudan içip dünyadaki yüklerinden arınmadan öteye geçemez. Cennetin kapısında bile hafıza bırakılır. Dante’nin İlahi Komedya’sında bile cennet, hatırlamanın değil, unutmanın ardından gelir. Çünkü gerçek huzur, ancak bazı şeylerin geride bırakılmasıyla mümkündür. Hafıza, kutsal olduğu kadar yıkıcıdır da. Ve bazen insanın kurtuluşu, hatırladıklarında değil, hatırlayamadıklarındadır. Hatırlamak bir oluş hali unutmak ise kimi zaman varoluşla eşdeğerdir.. çünkü Hatırlamak, bilincin sürekliliğinde bir oluş hâlidir; ancak unutmak, bazen varoluşun en derin, en sahici biçimi olur.

Bugünün insanı farkındalığın fazlasıyla yüklenmiş bir varlığıdır. Her haber gözlerinin önünde, her trajedi avuçlarının içinde. Savaşlar, adaletsizlikler, ölümler, kayıplar… Her sabah yeni bir gerçeklikle uyanmak, geceye bir başkasını gömerek uyumak hayatın olağan akışı içinde varolarak devam etmeye başlar. 

Bilgi arttıkça suçluluk da artar. Çünkü bildiği hâlde bir şey yapamamak, insanı içten içe kemiren en sessiz azaptır. 

Zygmunt Bauman’ın tarif ettiği gibi, bu akışkan dünyada insan ne tam olarak unutabilir, ne de tamamen hatırlayabilir. Bilgiyle felç olmuş bir bilinç hâli… Hem gören hem susan, hem bilen hem hiçbir şey yapamayan.

Peki bu arada, bu gri hatta insan nasıl yaşar? Belki de cevabı bilgeliktedir. Her şeyi hatırlamak değil, neyi unutmamak gerektiğini bilmekte. Vicdanla hayatta kalmanın, bilinçle sevebilmenin yolu, bu seçiciliği kurabilmektir. Ne her şeyi unutmalı, ne her şeyi omuzlamalı. İnsan, ne sadece hafıza, ne sadece unutuş. O, ikisinin arasındaki geçiş olur aslında. Bir çatlak gibi akar zamandan. Bazen içeri sızar, bazen dışarı taşar. Ama hep o sınırda yaşar. 

Farkındalık bir lanettir; çünkü bazen yaşamak için bilmemek gerekir. Ama unutmak da bir lütuftur; çünkü bazen hayatta kalmak için hatırlamamak gerekir. İnsan, bu iki uç arasında bir ipte yürür. Tökezleyince varoluşsal kimliğini sorgular. Ne gözlerini kapatabilir, ne sonuna kadar açabilir. Ne tamamen unutabilir, ne bütünüyle taşıyabilir. Ve belki de en insani olan, tam da budur: hatırlayarak incinmektense, unutmanın gölgesinde biraz daha dayanmak….. Çünkü bazı gerçekler vardır ki, onları unutmamak değil, onlarla yaşayamamaktır asıl mesele.

Dış dünyaya dair o sessiz, kaotik bilgi, iç dünyada karanlık gibi çökmeye başlar.

Farkındalık yalnızca bir aydınlanma değil; çoğu zaman içsel bir yıkımla eşdeğerdir.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Çocuklukta dünya basit, sıradan, masum ve fludur. İyiyle kötünün çizgileri berraktır.

Bir kuş uçar, bir çiçek açar, bir insan tebessüm eder, kimi zaman bir kar tanesine şaşırırdık.

Ve zaman…

Ama zamanla renkler bulanıklaşır.

Bir çocuk ağladığında artık yalnızca gözyaşını değil; onun ardındaki tarihi, toplumu, ihmali, susuşu da görürsün.

Sadece göz değil, bilinç de açılır.

Ve açıldıkça yara derinleşir; kapanmamak üzere…

Bu yüzden bilmek çoğu zaman yara almayı kabullenmektir.

Ve artık her şeyi gören, her şeyden biraz ölür.
 

4
Resim: Vahap Aydoğan

 

Tarihin, edebiyatın ve mitolojinin tüm katmanlarında bu durumun yankısı adeta bir projeksiyon gibi önümüzde durur aslında…

Örneğin, Van Gogh’un sarı tarlaları sadece güneşle değil, akılla da yanar.

O, farkındalığın ressamıdır; gördüğü her şeyi öyle derin hisseder ki aklı, boyaların ötesinde boyut değiştirir.

O boyut bazen sanatçının yokluğunda doğmaya başlar.

Frida Kahlo’nun otoportreleri yalnızca bedeni değil, ruhu da yaralayıp parçalamıştır.

Zira ağrıyı bir resme dönüştürmek, onunla birlikte yaşamayı bilmekten gelir.

Sylvia Plath her sabah kelimelerle uyanır; ama her kelime biraz daha içerden yol almaya başlar.

Onun bilinci, bir şiirin taşıyabileceğinden daha ağırdır çünkü.

Farkındalık, gözle değil ruhla gördüğünde başlar.

Ve ruhla görülen şey kolay kolay unutulmaz.

Bir film şeridi gibi beynimizde tekrar tekrar oyulmaya devam eder.
 

1
Resim: Vahap Aydoğan

 

Ama işte tam burada bir başka insanlık hali belirir: UNUTMAK…

Sıklıkla zayıflıkla eşleştirilen, hafıza kaybı gibi aşağılanan, çoğu zaman bir merhamet biçimidir.

Ruh her acıyı taşıyamaz. Hafıza bazen hatırlamaz değil, hatırlamayı reddeder ya da yok sayar…

Freud’un bastırma kavramı yalnızca patolojik değil, aynı zamanda koruyucudur.

Çünkü her şeyin farkında olmak, her şeyin yükünü omuzlamak demektir ve insanın omzu bu kadar geniş değildir.
 

2
Resim: Vahap Aydoğan

 

Mitolojide Lethe Nehri boşuna akmaz.

Ölüler, bu sudan içip dünyadaki yüklerinden arınmadan öteye geçemez.

Cennetin kapısında bile hafıza bırakılır.

Dante’nin İlahi Komedya’sında bile cennet, hatırlamanın değil, unutmanın ardından gelir.

Çünkü gerçek huzur ancak bazı şeylerin geride bırakılmasıyla mümkündür.

Hafıza, kutsal olduğu kadar yıkıcıdır da.

Ve bazen insanın kurtuluşu, hatırladıklarında değil, hatırlayamadıklarındadır.

Hatırlamak bir oluş hâlidir; unutmak ise kimi zaman varoluşla eşdeğerdir.

Çünkü hatırlamak, bilincin sürekliliğinde bir oluş hâlidir; ancak unutmak bazen varoluşun en derin, en sahici biçimi olur.

Bugünün insanı, farkındalığın fazlasıyla yüklenmiş bir varlıktır.

Her haber gözlerinin önünde, her trajedi avuçlarının içindedir.

Savaşlar, adaletsizlikler, ölümler, kayıplar…

Her sabah yeni bir gerçeklikle uyanmak, geceye bir başkasını gömerek uyumak, hayatın olağan akışı içinde varolarak devam etmeye başlar.

Bilgi arttıkça suçluluk da artar.

Çünkü bildiği hâlde bir şey yapamamak, insanı içten içe kemiren en sessiz azaptır.

Zygmunt Bauman’ın tarif ettiği gibi, bu akışkan dünyada insan ne tam olarak unutabilir ne de tamamen hatırlayabilir. Bilgiyle felç olmuş bir bilinç hâli…

Hem gören hem susan, hem bilen hem hiçbir şey yapamayan.


Peki bu arada, bu gri hatta insan nasıl yaşar? 

Belki de cevabı bilgeliktedir.

Her şeyi hatırlamak değil, neyi unutmamak gerektiğini bilmekte. 

Vicdanla hayatta kalmanın, bilinçle sevebilmenin yolu, bu seçiciliği kurabilmektir. 

Ne her şeyi unutmalı ne her şeyi omuzlamalı. 

İnsan, ne sadece İnsan ne sadece unutuş. 

O, ikisinin arasındaki geçiş olur aslında. 

Bir çatlak gibi akar zamandan. 

Bazen içeri sızar, bazen dışarı taşar. 

Ama hep o sınırda yaşar. 


Farkındalık bir lanettir; çünkü bazen yaşamak için bilmemek gerekir. 

Ama unutmak da bir lütuftur; çünkü bazen hayatta kalmak için hatırlamamak gerekir.

İnsan, bu iki uç arasında bir ipte yürür.

Tökezleyince varoluşsal kimliğini sorgular. 

Ne gözlerini kapatabilir ne sonuna kadar açabilir. 

Ne tamamen unutabilir ne bütünüyle taşıyabilir. 

Ve belki de en insani olan, tam da budur: 

Hatırlayarak incinmektense, unutmanın gölgesinde biraz daha dayanmak... 

Çünkü bazı gerçekler vardır ki, onları unutmamak değil, onlarla yaşayamamaktır asıl mesele.

 

 

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU