Hüseynî mektep "aşk mektebidir" ve bu mektepte "aşk"tan başka bir şey konuşulmaz.
Diğer bir ifadeyle; bu mektepteki tek değer "aşk"tır.
Şöyle ki:
Biz Müslümanların her an ağzından dökülen söz "Bismillah"tır.
"Bismillah" demek; benim ismim olmasın, arzularım olmasın, kalbim olmasın, ben yokum sen varsın, "senin ismin olsun Allah'ım" demektir.
İşte "Bismillah"; bizim şehadeti arzu etmemizi izharda bulunmamızdır.
Şayet bizlerin Kerbela'da şehadet arzusu varsa, "Bismillahirrahmanirrahim" denilir.
Yani, şehadet arzusu taşıyanlar, kelimenin tam anlamıyla "varlık listesinden" kendi isimlerinin üzerini silmeliler ve "Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim (hac amellerim), hayatım ve ölümüm hepsi alemlerin Rabbi Allah içindir" (En'am: 162) demeliler, her şeyi Allah'a feda etmeliler.
İmam Hüseyin de, "Bana yardım edecek biri yok mudur?" dediğinde şunu kastetmişti:
Ben kendimi hakka feda ediyorum, acaba birisi var mıdır ki o da gelip kendini hakka feda etmiş olsun?
Bu işin (kendini hakka feda etmenin) zamanı, mekânı, aşura'sı ve Kerbela'sı yoktur.
Bu işin her gününün sabahı aşura' dır, böyle bir insanın yürüdüğü ve ayağını bastığı her toprak da Kerbela'dır.
Yani, hayat kararlar üzerine kuruludur ve an be an karar vermek gerekir.
Kerbela'daki İmam Hüseyin (as)'ın o meselesinde Kufe Valisi İbn-i Ziyad, onun ordu komutanı Ömer-i Saad ve kafasını kesen Şimr b. Zi'l- Cevşen üçlüsü, İmam Hüseyin hakkında kararlarını verdiler.
Her biri "Ben kalmalı, Hüseyin ölmelidir" dediler.
Kendilerini şehit etmeyip Hüseyin'i (yani, hakkı) şehit ettiler.
Oysaki İbn-i Ziyad ve Saad'ın oğlu Ömer gibileri hakkın kimde olduğunu çok iyi biliyorlardı.
Nitekim tüm insanlar da hakkı bilirler. Kur'an-ı Kerim; "Biz insana yolu gösterdik" (İnsan :3) diyor.
Bizler kötü işler yaptığımızı biliyoruz ve genelde de gizliyoruz.
Dolayısıyla, bildiği halde Yezit ordusunun komutanı Saad'ın oğlu Ömer, İmam Hüseyin'e şöyle dedi:
Kararımı vermem için bana bir gece mühlet ver.
O gece sabaha kadar oturup düşündü.
Fakat, Rey şehrinin valiliğinden, saltanat makamından, yiyip içmekten, zevk ve sefadan, iki günlük dünyanın o batıl ve eğlenceli hayatından vaz geçemedi.
Oysaki bu güzelliklerin tümü de elektrik hızıyla yokluğa taraf çekip gidiyordu.
Saad'ın oğlu Ömer, aynen örümcek ağına takılan bir sinek oldu.
Yani, dünyanın geçici zevk ve sefası bir örümcek ağı misalidir.
Farz ediniz ki 100 yıl da yaşamış olsanız, sonunda kabir sepetinin içerisine koyulup elektrik hızıyla öteki aleme çekilip götürüleceksiniz.
Arapların dediği gibi:
Herkes zıplama aletiyle taşınacaktır.
Kısacası dünyadaki tüm bu lezzet ve hayaller, örümcek ağıdır.
Şayet insanın iradesi bir güvercin kadar iri ve güçlü ise, örümcek ağının olup olmadığını his dahi etmeden ağı parçalayarak geçip gider, fakat şayet iradesi bir sinek kadar küçük ve güçsüz olursa, paranın, şehvetin, şöhretin, zevk ve sefanın ağıyla karşılaştığında ona takılıp kalır ve onu geçemez.
İmam Hüseyin (as) Saad'ın oğluna bir gece mühlet verdi.
Verilen bu mühletten maksat şuydu:
Saad'ın oğlu Ömer o geceyi düşünecekti, acaba ben kendimi mi şehit edeyim, hakkı mı?
Sonunda kararını verdi ve hakkı şehit etti.
"Ben kalayım, sen kalma" dedi.
Yani, "Bismillah" diyemedi.
"Ömer'in ismi kalsın Hüseyin'in ismi kalmasın" dedi.
Çünkü Hüseyin hak idi.
Saad'ın oğlu Ömer'in ordusunda bulunan ünlü komutanlardan Hürr b. Riyah da kararını verdi ve "kendimi şehit edeceğim. En güzeli, benim ismim değil, onun ismi kalsın" dedi.
Ve meydana çıkıp kendini şehit etti.
Bu durum bizler için de böyledir.
Yani, bizler de her an bu durumla karşı karşıya kalıyoruz.
Ben ne zaman "hakkın" karşıdaki insanla birlikte olduğunu anladığımda, tüm gücümle "hak onunladır" demem lazım.
Yani, hakkı ayaklar altına vermeyip, kendimi ayaklar altına salmam lazım.
Çıkarımın "hakkı ayaklar altına almakta" olduğunu gördüğümde, hakkı değil, çıkarımı ayaklar altına koymalıyım.
İnsanoğlunun hakkın hilafına yalan konuşması, menfaatinden dolayıdır, ne zaman menfaatini ayakları altına koyarsa, yalan da söylemez, riyakarlık ve kıskançlıkta da bulunmaz.
Sahip olduğumuz tüm kötü sıfatlar, şu üzerimize giydiğimiz "ben" ismine aittir.
Şayet şu "benlik" isminin üzerini bir çizebilsek ve onu yok edebilsek, aşkın göstergesi olur.
Nitekim şu sözü özellikle de hanımlardan duymuşsunuzdur, şöyle derler:
Şayet beni seviyor isen, bu evi veya arsayı benim ismime kaydet.
Hak da diyor ki:
Şayet beni seviyor isen kendini benim ismime kaydet. Kalbini ve de tüm arzu ve isteklerini benim ismime kaydet.
Mümin insan kendi ehl-i beyti'nin (ev halkının) arzularına göre hareket eder.
Der ki; "Siz benden ne istiyorsunuz?"
Şayet "dur" derseniz dururum, "git" derseniz giderim.
Benim tek isteğim sizin huzurlu olmanızdır.
Ben kalbimi sizin kalbinize feda ediyorum.
Dolayısıyla bizim "Bismillahirrahmanirrahim" dememiz, Kerbela nimetinden (şehadetten) yararlanmamız için "aşk"ın bir tür ifadesidir.
İnsanlar gidip "kâbe"nin etrafında tavaf ediyorlar, fakat dostun etrafında tavaf etmiyorlar.
Örneğin, kabenin etrafında dönüyor, sonra da dönüp evine geliyor ve kabeye gitmeden önceki yaptıklarının aynısını yapıyor.
Oysaki bizim hacca gitmedeki gayemiz, tavafı/dönmeyi öğrenmek içindir, yalnızca hac günlerinde orada dönüp sonra da eve gelmek için değildir.
Hacılar Mekke'ye gidiyor ve 10 gün orada ihram bağlıyorlar.
Din de onlara diyor ki;
İhramlı iken fısk, cidal, yalan ve zulüm olmasın, bu işleri asla yapmayın.
Peki, bu işleri yapmamak yalnızca 10 gün kadar mıdır?
Tabi ki hayır.
Bunları bize öğretiyorlar ki ömür boyu asla ihramdan çıkmayalım ve yaşamımızın sonuna dek manevi anlamda ihramlı kalalım.
Tavafı da sürekli bir şekilde yapmalıyız.
Namazı da sürekli bir şekilde kılmalıyız.
Namaz yalnızca sabah, öğlen, akşamla sınırlı olmamalıdır.
Kılınan bu vacip namazlar, insanın ömür boyu her an "asıl olan namazı" kılması için bir hatırlatma niteliğindedir.
Asıl namaz; insanın haklı olanın ve hakkın mukabilinde kafasını yere koyup "haklı odur", "hak onunladır", "ben hatalıyım", "ben yanlışım" demesidir.
"Bu eşyanın ederi budur, o değildir" diye ikrarda bulunmasıdır.
İşte orada "Sübhane Rabbiye'l- A'la ve bi hamdihi/ Benim en yüce Rabbim tüm eksikliklerden münezzehtir ve tüm övgüler O'nadır" demelidir.
Para, servet, makam, şöhret benim Rabbim değildir.
Dolayısıyla bizim asıl namazımız budur.
Bu gündelik kıldığımız 5 vakit namaz, her an için kılmamız gereken o asıl namazın hatırlatıcısıdır.
Şu 5 vakit kıldığımız namaz bize kılmamız gereken o asıl namazın hatırlatıcısı olduğu gibi, namazın içerisinde geçen "gayril mağzubi aleyhim/ gazaplandıklarından değil" cümleleri de bizlere bazı şeyleri hatırlatmak içindir.
Yani, öyle işler yapmayın ki, o iş sizi "mağzubün aleyhimden/Allah'ın gazaplandığı kimselerden" etmesin.
Allah'ın gazabını üzerine çekmesin.
Yani, yaşamın boyunca çok iyi dikkat edip, nelerin "mağzubi aleyhim" (Allah'ın gazaplandığı şeyler) olduklarını öğrenmeli ve böylece de onları yapmayasın, böylece de "mahbubün aleyhim/Allah'ın mahbup kullarından" olasın.
Kısacası, ömür boyu seni Allah'ın mahbubiyeti durumuna sokan işlerini yapacaksın, mağzubiyet durumuna sokacak işleri değil.
Akrebi kim görse derhal onu öldürmeye kalkışır, çünkü Akrep "mağzubi aleyhim" sınıfındandır.
Fakat güzellik "mağzubi aleyhim" değildir.
Bir güvercin ya da ceylan gördüğünüzde onların kendisi size "Bana eziyet etmeyin" diyor.
Çünkü her ikisine de "gayril mağzubi aleyhim" yazılmıştır.
Mecnun bir avcının ceylanı avladığını gördü.
Ona: "Sen onun gözlerinde gayril mağzubi aleyhim yazdığını görmedin mi?" dedi.
Bunun gözlerine bir bak, her iki gözüne de "gayril mağzubi aleyhim" yazılmıştır.
"Doğruluk" gayril mağzubi aleyhimdir.
Güzellik, aşk, güler yüzlülük ve sevecanlık gayril mağzubi aleyhimdir.
Fakat asık suratlılık mağzubi aleyhimdir.
Bizler öyle olmalıyız ki, bizim yüzümüze bakanlar, iyilikleri hatırlamalı ve güzellikleri hatırına getirmelidir.
Bize bakmakla Allah'ı hatırlamalıdır.
Bizim yüzümüz şayet "Bismillah"ı büyük hatlarla izhar ederse, karşıdakine şunu söylemiş oluruz:
Bu yüz yoktur. Bunu görme, yalnızca Allah'ı gör.
İşte böyle bir insanın davranışı, Allah'ın davranışı, sözleri Allah'ın sözü ve gidişatı Allah'ın gidişatıdır.
İmam Hüseyin de öyleydi.
"Allah'ım. Benim Şimir ve Yezit ile işim yoktur" derdi;
Benim işim yalnızca seninledir.
Gerçek şu ki, imam onlara dahi şefaat eder.
Hatta birisi Hürr b. Riyah hakkında şikayetçi olduğunda ona; imamın onu affettiği söylendi.
O da "İmam Şimr'i bile bağışlayabilir, fakat ben Hürr'ü affetmiyorum, çünkü imama karşı tövbesini yapmada geç kaldı" dedi.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Evet; İmam Hüseyin (as) Şimr'i bile bağışlayabilir, çünkü onun kalbinde ilahi aşktan başka bir şey yoktur.
Yalnızca O'nun aşığıydı.
Dolayısıyla Şimr'e bile şefaat edebilir.
Biz, İmam Hüseyin ile ölüp İmam Hüseyin ile de dirileceğiz.
Siz dünyada İmam Hüseyin'den daha canlı birini görebiliyor musunuz?
Canlı demek, eser sahibi olan demektir.
Bu kadar eserlere sahip bulunan İmam Hüseyin'den daha canlı kim olabilir?
Toprak altında gömülü olan birisi bu kadar sözleri nasıl söyleye bilir?
Demek ki Hüseyin ölü değil diridir.
Bu kadar eserleri olduğuna göre canlıdır.
Canlıdır ki bu kadar kalabalık kitleleri etrafına topluyordur.
Bizler İmam Hüseyin'e "Selam sana ey Abdullah'ın babası" dediğimizde, aslında biz değil, o bize selam veriyor.
Çünkü bizler selam ve selamet ehli değiliz ki ona selam ve selamet verelim.
"Selam" Allah'ın isimlerinden biridir.
Ben kendimin değil, ancak Allah'ın selamını gönderebilirim ve yine İmam Hüseyin gibi yüce makam sahibi insanlar bize selam gönderebilirler.
Çünkü İmam Hüseyin (as) bizler için "selametlik" getirdi.
Bizlere teselli verdi.
Bizlere "Kederlenmeyin Allah büyüktür" dedi.
Bizlere dedi ki; benim gittiğim aleme bir bakın, orası nasıl bir alemdir ki bizler oraya kılıçlar altında güle oynaya gittik.
O alemde neler olduğunu bir düşünün.
İmam Hüseyin ve dostları bize şunu öğrettiler:
Varlık yalnızca ruhun bu bedenle olması değildir. Ölümden asla korkmayın. Ölüm; ruhun bu beden zindanından kurtulmasıdır. Sende yalnızca şu iki el ayağın bulunduğunu zannetme. O alemde sana verilecek yüz binlerce el ayak mevcuttur.
Sen burada bir ömür sahibi olduğunu düşünüyorsun.
Fakat sana yüz binlerce gençlik ve sonsuza dek de ömür verilecektir.
İmam bizlere bunları söylüyor. Yani, bizlere diyor ki:
Bunları benden öğrenin ki bana bakarak aşkın hakikatine iman etmiş olasınız.
İmam Hüseyin (as) Kerbela'da şehit olmadan önce Arafat'ta şehit olmuştu ve şimdi aktaracağımız o sözü, onun o zamanda şehit olduğunun göstergesiydi.
Diğer bir ifadeyle; İmam Hüseyin'in şehadeti, Kerbela'da zuhur etti o kadar, yoksa aslında Kerbela öncesi o şehitti.
Şayet İmam Hüseyin'den ders almak istiyor isek, Arafat günü söylemiş olduğu o sözünden ders almalıyız.
O sözünde şunu söylemişti:
Kendi varlığında sana muhtaç olan bir şey, senin varlığına nasıl delil olsun ki? Acaba senin zuhur etmediğin bir zuhur ve açıklık var mı ki seni zahir etsin? Sen ne zaman kayıptın ki seni açığa çıkaracak bir delile ihtiyaç olsun. Sen ne zaman uzaktın ki nişaneler sana ulaşsın? Sürekli gözettiğin halde seni görmeyen göz kör olsun. Senin aşk ve sevginden bir pay almayan kul ziyan görsün. (Mefatihü'l- Cinan Arafat duası)
Yani, başkalarının zuhur hakkı oluyor da bir tek senin mi olmuyor?
Herkes seni ispata çalışıyor, halbuki senin ispata ihtiyacın yoktur, onun kendisini ispat etmesi lazım.
Allah, göklerin ve yerin nurudur. (Nur: 35)
Aslında her şey O'nunla vardır.
O vardır diye her şey vardır.
O, senin varlığına şahitlik veriyor, senin O'nun varlığına şahitlik etmene O'nun ihtiyacı yoktur.
Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi? (Fussilet: 53)
Bütün zuhurda olan şeyler O'ndandır.
Başkalarının zuhur hakkı oluyor da bir tek senin mi olmuyor?
Seni görmeyen göz kördür. Gözünü aç ve O'ndan başkasını görme.
O'ndan başka her şey batıldır ve yoktur.
Ve yine şöyle diyor:
Allah'ım. Sen ne zaman kayıp oldun ki ben seni bulmaya çalışayım. Bizler senden kayıp olmuşuz.
O'dur evvel, O'dur ahir, O'dur zahir ve O'dur batın.
Biz aslında Allah'tan başka bir şeyi görmüyor ve bilmiyoruz.
İmam Hüseyin'den (as) alacağımız diğer bir ders de onun "varis" oluşudur
Mefatihü'l- Cinan (Cennetlerin anahtarları) isimli dua kitabında masumlar ile ilgili yer alan ziyaret namelerden birisi de "Varis Ziyareti"dir.
O ziyaret namede Hz. Hüseyin (as) Adem'den Hatem'e kadar tüm peygamberlerin varisi olarak anlatılır.
Hz. Hüseyin'in (as) ilk mirasını aldığı şahıs, babası Hz. Adem'dir.
Şöyle söylenir:
Selam sana ey Allah'ın seçkin kulu Adem'in varisi.
Bizler, Hz. Hüseyin'den, Allah'ın seçkin kulu Adem'in varisi olmayı öğrenmeli ve bunun dersini almalıyız.
Bizler de babamızın mirasına sahip olmalıyız ki Âdem (Adam) olalım.
Şayet babamız Adem'in mirasının üzerinde oturur isek, biz de onun gibi oluruz.
Peki, Âdem babamız kimdi?
Âdem babamız "ilahi vasıfların tümünün tecelligahı/görünme yeri" idi.
Allah, tüm isimleri Adem'e öğretti. (Bakara: 31)
Bizim kendimize vermiş olduğumuz isim, diğer tüm isimlerin önünü almıştır.
Oysaki alemdeki bütün isimler bizde mevcuttur.
O halde neden kendimize Ahmet, Ali, Veli vs. isimlerini vermekle kendimizi sınırlayalım ki?
Çünkü Allah, Adem'e bütün isimleri öğrettiğinden bahsediyor.
Bütün meleklerin isimleri de insandadır.
Yani, bunların tümü bizde mevcuttur.
Biz, "İlahi zuhurun kemaliyiz."
Demek ki bizim mirasımız; "ilahi sıfatların bizde tezahürüdür."
Yani, Allah'ın taşıdığı sıfatların aynısı bizde de olmalıdır.
"Rahman olmalıyız", "Rahim olmalıyız", "Settarel uyub/ Kusurları örten" olmalıyız.
Her şeyi görüp gözetmeliyiz. (Fecr: 14)
"Dürüst olmalıyız", "ömrümüzü doğru yol üzere tesisi etmeliyiz"...
Rabbim doğru yol üzeredir. (Hud: 56)
Dolayısıyla, ancak böyle bir insan "Adem'in varisi" olabilir.
Yani, bizler de bu sıfatlara sahip bulunur isek, bizler de Adem'in varisi olabiliriz.
Hz. Hüseyin (as) Nuh'un da Varisidir.
Varis ziyaretinde şunu da diyoruz:
Selam sana ey Allah'ın nebisi Nuh'un varisi.
Peki, Nuh ne yaptı?
Nuh (as) direndi, hak için mukavemet gösterdi.
Meydanı asla terk etmedi.
Her ne kadar onu inkâr etseler de, yine de öyle bir kavmi 900 yıl kadar hakka davet etti.
Hakkı savunmak için her insanın direnç göstermesi gerek.
Evet, bunun birtakım zorlukları vardır.
Fakat bu zorluklara göğüs germek lazım.
Kur'an: "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol" (Hud: 112) diyor.
Bu emir peygamberle birlikte bizleri de kapsıyor.
Allah'ın gösterdiği istikamette direnmek lazım.
Batılı hakka değil, hakkı batıla hâkim kılmak gerek.
Dolayısıyla Nuh'tan direnci öğrenmeliyiz ve o, 900 yıl hak için direnmiştir.
Kendisini sürekli alaya aldılar.
"Neden bu gemiyi çölün ortasında yapıyorsun, bari bir suyun kenarında yapsaydın" diyorlardı.
Bir diğeri de şöyle diyordu:
Ya Nuh. Boş kaldığın için mi bu gemiyle uğraşıyorsun?
Başka biri de şöyle seslenirdi:
Ey Nuh. Sen aklını mı yedin?
Fakat Nuh, her zaman onlara: "Bu Allah'ın emridir. Sel geldiği zaman geminin kıymetini bilirsiniz" derdi.
Aslında İmam Hüseyin de kendi zamanının Nuh'udur.
Ve o da bir "Sefinetü'n- Necat/kurtuluş gemisi"dir.
Şayet bu alemin tufanından kurtulmak istiyor isek, onun gemisine biner ve öyle kurtuluruz.
Bu dünyanın tufanı herkesi yutar.
Şu nefsani arzular, dünyaya düşkünlük, makam, para, zevk ve sefa hırsı vs. herkesi yutmuş ve herkesi öldürmüştür.
Yani, hakikatte bizler kimden uzak duruyor isek, onun kendisinden değil, sıfatlarından teberri ediyoruzdur.
Herkesin zatını sevmeliyiz, ancak sevilmeyen şey, onun kötü sıfatlarıdır.
Şayet o sıfatlar ondan alınmış olursa, o da güzel insanlardan biri olur.
Dolayısıyla hiç kimsenin kini, bizim kalbimizde yer etmemelidir.
İşte aşkın anlamı budur.
Bizim büyüklerimizin kalbinde de hiç kimsenin kini yer etmemiştir.
Hz. Hüseyin (as), İbrahim Halil'in de varisiydi.
Nitekim varis ziyaretinde şöyle deriz:
Selam sana ey Allah'ın dostu İbrahim'in varisi.
Bizler de Hüseyin gibi İbrahim'in varisi olabiliriz.
Peki, İbrahim'den kalan miras neydi?
İbrahim'den kalan miras şuydu:
İbrahim diyordu k:
Ben batanları sevmem. (En'am: 76)
İbrahim bu kadar net ve basitçe ders vermesine rağmen insanlar onu anlayamıyordu.
Yani, İbrahim'in verdiği ders şuydu.
Bizlere diyordu ki:
Efendiler, evrende gördüğünüz şu batan şeylerin hepsi de yok olup gidiyor.
Bunları boşuna sevmeyin.
Öyle bir şeyi sevin ki, batışı olmasın.
Şu sevinçler, tattığınız lezzetler, aldığınız keyifler, bunların tümü de sonradan kaybolup/batıp gidiyorlar.
Öyle bir lezzete ulaşmalısınız ki o, batmış/kaybolmuş olmasın.
Batıp kaybolmayan o lezzet ise Allah katındadır.
Sizin yanınızdaki (dünya malı) tükenir, Allah katındakiler ise bakidir. (Nahl:96)
Dolayısıyla "Batanları sevmem" sözü, tek başına büyük bir derstir.
Ve bundan daha büyük bir ders olamaz.
İbrahim; yıldızların, ayın ve güneşin batışını görüp onların fani olduklarını müşahede ettikten sonra şöyle dedi:
Ben Hanif olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim. (En'am: 79)
Yani, benim artık bundan sonra şu batıp kaybolan ve elde kalmayan şeylere takılıp kalmaya sabrım yoktur.
Ben yüzümü gökleri ve yeri yaratana yönelttim ve O, asla batmaz.
Hz. Hüseyin (as) Musa'nın da varisidir ve varis ziyaretinde onu da söylüyoruz:
Selam sana ey Allah'ın konuşan dili Musa'nın varisi.
Hz. Hüseyin Musa'nın varisi olduğu gibi bizler de Musa'nın varisi olabiliriz.
Yani, Musa Kelim' den de miras alabiliriz.
Zannetmeyelim ki bir tek Musa'nın Firavun'u var idi.
Hayır. Bizlerden her birimizin de Firavun'u vardır.
Şayet nefsimize hâkim olmaz isek, biz de Firavun oluruz.
"Sizin en büyük Rabbiniz benim" (Naziat: 24) deriz.
Allah, her bir Müslümanın kalbine bir tane Musa asası koymuştur ve demiştir ki, bu asa sende mucizeler yaratacaktır.
Bu asa bir sihir değil gerçektir.
Musa ile mücadele etmek için gelen sihirbazlar, babalarının yanına gittiler ve dediler ki, Musa ile mücadele edip edemeyeceğimizi babamızdan sorup öğrenmemiz lazım.
Sorduklarında babaları onlara şunu söyledi:
Ben Musa'nın sihirbaz mı peygamber mi olup olmadığını bilemiyorum. Elindeki o asanın da bir mucize mi yoksa bir sihir aleti mi olduğunu da bilemiyorum. Onun ne olduğunu öğrenmeniz için size bir yol öğreteyim. Sihir malzemesi, sahibi uyuduğu zaman o da hareketsiz kalır ve hiçbir hareket göstermez. Şimdi siz gidip takip edin ve bakın, şayet Musa uykuya geçtiğinde asası hala varlık gösteriyorsa, bilin ki o bir mucizedir ve ondan korkun. Yok şayet hareketsiz kalıyorsa, o taktirde o bir sihir malzemesidir ve ondan korkmayın.
Adamın çocukları gidip uzaktan Musa'yı takip ettiler, Musa'nın uykuya geçtiğinde asasının çalıştığını gördüler ve onun bir mucize olduğunu anladılar.
Aradan 1400 küsur yıl geçmiştir ve İslam Peygamber'inin getirmiş olduğu Kur'an hala biz Müslümanların arasındadır.
Peygamber ölmüştür ama, getirdiği o Kur'an, Musa'nın asası gibi hala çalışıyor.
Dünya üzerinde küfrü hala yutup yok ediyor.
Biz Müslümanlara kafirler inkâr üzerinden ne kadar saldırırsa saldırsın, bir tek ayet ile onların tüm iddialarını yutup yok ediyoruz.
Kanaatimce bir tek "Bismillah" bile tüm küfürleri yok etmek için yeterlidir.
Hz. İbrahim'in söylediği "Batanları sevmem" sözü de bütün küfrü yok etmek için yeterlidir.
Dolayısıyla Musa'dan miras alıp şu Firavunumuz olan nefsimizin üzerine yürümeli ve onu batırıp kendimizi batmaktan kurtarmalıyız.
Yani, nefsimizin heva ve heveslerini batırmalıyız kendimizi değil.
Hz. Hüseyin (as) İsa Mesih'ten de irs aldı.
Nitekim Varis ziyaretinde şöyle diyoruz:
Selam sana ey Allah'ın ruhu İsa'nın varisi.
Bizler de Hz. Hüseyin gibi İsa Mesih'in mirasının üzerinde oturabiliriz.
İsa Mesih'ten geriye kalan miras, "sevgidir."
O, herkesi seviyordu.
Hatta Havarilerine: "Ben sizin düşmanlarınızı dahi seviyorum" demişti.
Davut peygamberin sahip olduğu "aşkı" da miras almalıyız.
Davut'un aşkı ilk başta yüzde 99'luk bir aşktı.
Fakat aşkın yüzde 99'luk bir oranına sahip olmakla o aşk kemale ermez.
Bir aşkın kâmil olması için yüzde 100'lük olması gerek.
O sevgi dairesi içerisinden bir kişiyi dahi çıkarmamalısın.
Hepsini de o daire içerisine yerleştirmelisin.
Hepsini de şu varlık aleminin (yaratılış kitabının) içerisinde tutmalısın.
Bu varlık alemindeki her şey kutsaldır.
Örneğin, Ebu Leheb, İblis, vs.de Kur'an içerisinde yer almıştır.
Acaba abdestli olmadan bir insan Ebu Leheb, Şeytan vs.nin ismine dokunabilir mi?
İşte İslam'ın yüceliği buradadır.
Allah getirmiş Ebu Leheb'i yaratılış kitabının içerisine yerleştirmiş.
Buradan anlaşılıyor ki o da kutsaldır (yani, dokunulmazlığı vardır.)
Şayet ona lanet okuyor isek, kendimizden lanet okuyamayız.
Ancak Allah'ın lanetini ona gönderebiliriz.
"Lanetullah aleyh/Allah'ın laneti ona olsun" deriz.
Yani, bizler lanet edecek kadar o işin ehli değilizdir.
Şeytan hususunda da Kur'an-ı Kerim "Bundan (Şeytandan) sakının (uzak durun)" (Maide: 90) demiştir.
Fakat acaba herhangi bir şahıs kendi tarafından Şeytan'a lanet etmeye cesaret gösterebilir mi?
Şeytan bu alemin bir projesidir.
Şeytan herkesin yersiz iddialarının bir mihenk taşıdır.
Kim boş yere "Ben Allah'a aşığım", "Hakka aşığım" diye bir iddiada bulunsa, Şeytan onun yalanını ortaya koyup onu rezil ediyor.
Kısacası Şeytan, yersiz iddiaları ifşa etme uzmanıdır.
Dolayısıyla, şayet bu derslerin tümünü öğrenebilir isek, örneğin aşıklığın ne olduğunu anlayabilir isek, ondan sonra "Hatemü'l- Enbiya ya ulaşabiliriz.
Hz. Hüseyin (as) Hatemü'l- Enbiya Muhammed Mustafa'nın (sav) da varisiydi.
Varis ziyaretinde şöyle deriz:
Selam sana ey Allah'ın mahbubu Muhammed'in varisi.
Bizler de bu nebinin varisi olabiliriz.
Şimdi bakalım bize bu nebiden ulaşan miras nedir?
Aslında bizim buradaki mirasımız tüm miraslardan daha üst seviyededir.
Çünkü Hatemü'l- Enbiya'ya kadar olan mirasımız hep "aşıklık"tı.
Evet, aşıklık zor bir iştir. Oraya buraya çekilir.
"Git, şunu yap, bunu yapma" gibi işlerin peşinde koşturulursunuz.
Sürekli korku içerisindesiniz, ağlayıp sızlıyorsunuz.
Kısacası, aşıklık kolay değildir.
Ama "maşukluk" güzel bir şeydir.
Onun nazlanması vs. vardır.
Maşuk olduğu için tüm nimetler onun için hazırlanmış oluyor.
Allah buyuruyor ki:
Sen bana âşık oldun mu ve bu aşkın en kâmil ve en kemal mertebesine ulaştı mı, artık 'habibullah' olursun.
"Habibullah"; yani, "mahbubullah" (Allah'ın mahbubu) demektir.
Bu sözden çok önemli bir konu ortaya çıkıyor.
Yani, bir zamanlar İmam Hüseyin'in aşığı olanlar, daha sonra imamın "maşuğu" olabilirler.
Önce Hüseyin seni kendine aşık ediyor, sonrasında da sen onun maşuku oluyorsun.
Kim Allah'ın aşığı olur ise, Allah da onun aşığı olur.
Şayet Allah'ın muhibbi olur isen, sonrasında da sen onun mahbubu olursun.
Sen kalbini feda ettiğinde bir şey kaybettiğini düşünme.
Aşkın kumarhanesinde kendini ortaya koyup yutuzmalısın.
Şayet aşkın kumarhanesine gidip yutar isen, önceden yutuzduğun şeylerin tümünü de sana geri verirler.
Yani, Allah'a âşık olduğunda her şeyi elden verdiğini zannetme.
Tam tersi her şeyi elde edersin.
Allah buyuruyor;
Tüm güzellikleri senin için yarattım, hepsini sana veririm, bir tek talebim şu ki sen bana yönelesin. Şayet bir lezzet alacaksan benden al, benim dışımdakilerden alma. Hak ile birlikte olur isen lezzet alırsın. Aslında Allah'ın dışındaki şeylerden lezzet almak da mümkün değildir. Allah'ı hazır bul ve istediğin lezzetleri de götür.
Özetlersek; şayet bizler bu dersleri alabilir isek ve aşkın en büyük üniversitesi olan "Hüseynî mektep"ten, bu söylediklerimden başka binlerce dersleri alabilir isek, lezzetler içerisinde batıp gideriz.
Aslında evrenin tümü "aşk" mektebidir.
Çocuk aşka, annesinin sütüne âşık olmakla başlıyor.
Gittikçe bu aşkını ona-buna bağlamakla geliştirip güçlendiriyor ve Allah'a da âşık oldu mu, artık bu sahada Doktora derecesine ulaşmış bulunuyor.
Buna; "aşk doktorası" derler.
Artık orada bunun üstünde başka bir ders söz konusu değildir.
Bu doktorayı da bizler yalnızca İmam Hüseyin mektebinden alabiliriz.
Şayet bu hazret şehadetin bu kemal mertebesine ulaşıp bunu da Kerbela'da tecelli ettirdiyse, demek ki onun üzerinde başka bir derecesi bulunamaz.
Bu alemde birçokları şehit oldu.
Sokrates de şehit oldu.
Hak uğrunda şehit olan bunların bu makamları yücedir.
Kim hak ve adaletin hatırına kendini feda ettiyse, o şehittir ve yüce bir makama sahiptir.
Kutsaldır da.
Fakat İmam Hüseyin'in bu alemde bu denli yüce bir şekilde meşhur olmasının nedeni, onun aşkı dışındaki aşkların, onunki kadar tezahür etmemesinden dolayıdır.
Yani, aşk, tam anlamıyla Hüseyin'in üzerinde tezahür etmiştir ve yine İmam Hüseyin, aşkın bütün zorluk ve eziyet şartlarını kendi üzerinden ortaya koyup tecelli ettirmiştir.
Derler ki Şems-i Tebrîzî bir şeyhe; "Şeyh ne yapıyorsun?" diye sordu.
Şeyh de "Hikâye yazıyorum" dedi.
Şems; "Hikâye yazma, öyle işler yap ki o yaptıklarını senden hikâye etsinler" dedi.
İmam Hüseyin de herhangi bir kitap yazmadı, fakat alemin kitabını yazdı.
Yani, imamın varlığı bu alemde bir üniversiteye dönüştü.
Öyle oldu ki herkes ondan hikâye eder oldu.
Kısacası; bizler hikâye yazma yerine hikâyeler yaratmalıyız.
Bizim bu alemde yaşamamız, diğerleri için güzel bir hikâye olabilir.
Hidayet ışığı olabilecek bir hikâye olabilir.
Kimi hikayeler uyku getirir kimisi ise uyandırır.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish