Bugünün Türkiye'sine dair notlar

Yusuf Sunar Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Independent Türkçe/Microsoft/Bing-Copilot

Öncelikle siyasetteki iklimden başlayalım.

Bir zamanlar farklı eğilimler arasında köprülerin kurulduğu, koalisyonların yapılabildiği, ortak akıl arayışının hâkim olduğu bir ülkeden bugüne geldik.

Şimdi partiler arası tartışmaların dili giderek sertleşti; ideolojik ayrılıklar duygusal kopuşlara dönüştü.

İnsanlar birbirini yalnızca farklı düşündüğü için dışlar hale geldi.

Haliyle "temsil krizi" dediğimiz kavram, sade vatandaşın da diline düştü.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Kim, kime güveneceğini şaşırdı; kime oy verse, yolsuzluk ya da hukuksuzluk haberleriyle karşılaşmaktan bıkmış durumda.

Kararsız ya da protesto oy kullananların kısmen azalması, insanların sisteme duyduğu güvenin arttığı anlamına gelmiyor; aksine, umudun yerini "nasıl olsa bir şey değişmeyecek" duygusu alıyor artık.

İç politika tartışmalarının ana ekseni artık ekonomi.

20 yıl önce Avrupa Birliği üyeliği, demokratikleşme ve hukukun üstünlüğü üzerine yapılan sohbetler, yerini emeklinin maaşıyla geçinebilip geçinemeyeceği, TEFE-TÜFE endeksli fahiş kira artırımları, marketteki fiyat etiketleri üzerine konuşmalara bıraktı.

O eski "reform" söylemiyle yeşeren umutların, bugün bürokratik bir çarkın dişleri arasında öğütüldüğünü izlemek acı veriyor.

Hukuk sistemine dair şikâyetlerse artık münferit birer vaka değil; yargıya güvenin adım adım eridiği ve insanların bunu kabullendiği bir dönemden geçiyoruz.

Demokrasiye dair kurduğumuz hayaller köreliyor; yerini "ehven-i şer" hesabı aldı.


Dış politikada ise yıllar içinde ilginç bir dönüşüme şahitlik ettik.

Çok değil, 10 yıl önce Türkiye'nin dış ilişkileri, hükümetten bağımsız "devlet politikası" olarak görülür; dış politikanın iç siyaset malzemesi yapılmadığı savunulurdu.

Bugünse sokakta İsrail-İran savaşı tartışılırken dahi kimin hangi partiye oy verdiğini hissetmek mümkün.

Bir kesim mevcut çizgiyi doğru buluyor, diğer kesim haksız.

"Barışçıl ve tarafsız bir duruş mu, yoksa köklere dönüp bölgesel ittifaklar mı?" sorusu, artık tavır belirleyen bir siyasal kimlik göstergesi haline geldi.

Dış ilişkiler hakkında o eski "diplomasi dili" kayboldu, artık herkesin kendi gerçeği var.


Ekonomiye gelince… 

Enflasyonun elini attığı her şeyin ateş pahası olduğunu, gıda fiyatlarının can yaktığını ve ücret artışlarının her defasında enflasyonun gerisinde kaldığını görmekten bıktık.

İnsanlar, daha önce "komşuyla dayanışma" dediğimiz ağları bile kaybetti; geçim derdi, paylaşma kültürünü bile aşındırıyor.

Asgari ücret zammının zorunluluğunu konuşmamız bile üzücü aslında; çünkü sorun derin, geçici pansumanlarla çözülemeyecek boyutta.

Yerel yönetimler konusunda da eski günlerden epey uzağız.

1990'lı ve 2000'li yıllarda belediyeler altyapı yatırımlarıyla öne çıkar, seçmen desteğinin önemli bir bölümü bu hizmetlere göre şekillenirdi.

Normal şartlar altında yıllar önce halledilmiş olması gereken bu hizmetlere bakınca bugün hâlâ en büyük beklenti ulaşım, altyapı ve çevre temizliği…

Ancak belediyelerin sosyal hizmet ve kültürel faaliyet alanlarında yapabilecekleri hâlâ gölgede kalıyor.

Üstelik siyasal aidiyet, hizmetlerin algılanma biçimini fazlasıyla belirliyor; bir belediyenin hangi partiden olduğu, ne yaptığı kadar konuşulur oldu.

Kayyum atamalarının yerel demokrasiyi ne derece zedelediğini anlatmaya gerek yok sanırım.

Halkın kendi seçtiği yöneticiyi görevden alınmış görmekten yorulduğu açık şekilde görülüyor.

Gündelik hayata dair örnekler ise toplumsal tabakalaşmanın ve kültürel yarılmanın aynası gibi.
 


Eğitime ilişkin nitelik sorunu artık herkesin dilinde.

Okullara erişim arttı, ama dersliklerin kalitesi, öğretmen yeterliliği ve yeni müfredatın hem toplumun hem de çağın ihtiyaçlarına uygunluğu tartışmalı. 

İnsanlar haftasonları dahi kendilerine zaman ayıramaz durumda, eviyle ailesiyle vakit geçiremeyecek durumda; erkekler çalışmaya devam ederken kadınlar ev işinden başını kaldıramıyor; gençler biraz daha sosyalleşme şansına sahipken orta yaş grubu evde dinlenmekle yetiniyor. 

Öte yandan Türkiye'nin hızla yaşlanan bir toplum haline geldiğini hesaba kattığımızda, yaşlı refahı konusunda alarm zilleri çalıyor.

Çocuklarına, akrabalarına güvenen ve "Allah kerim" diyen eski kuşakların yerini, yaşlılığında nerede yaşayacağını dahi planlamayan bir nesil alıyor.

Birikim yapamayan, emeklilik sistemine güvenemeyen insanlar, yarınlarının ne olacağını bilmiyor.

Sağlık kontrollerini aksatan, sosyal ilişki ağlarını güçlendiremeyen bu geniş kitle, ileride devlete ve belediyelere daha fazla yük bineceğinin işareti aynı zamanda.

Bu konuda da "sırtımızda taşıyalım" diyerek sorunu ötelemek değil, bugünden kapsayıcı politikalar geliştirmek şart.


O halde ne yapmalı? 

İlk adım, elbette hukukun üstünlüğünü ve demokratik kurumları yeniden tesis etmek olmalı.

Güven duygusu olmadan hiçbir reformun karşılığı olmaz.

Ekonomi tarafında ise enflasyonu kalıcı olarak düşürecek, ücretleri gerçek anlamda iyileştirecek politikalar geliştirmek zorundayız.

Asgari ücret tartışmasını her yıl dönüp dolaşıp konuşmak yerine, gelir dağılımındaki adaletsizliği kökünden kesecek çözümler üretmek gerekiyor.

Yerel yönetimlerde katılımcı mekanizmaları hayata geçirmek, halkın sesini duyurabileceği kanallar açmak ve kayyum uygulamalarından vazgeçmek, demokrasiyi güçlendirecektir. 

Belki zor gibi görünüyor, ama toplumda hâlâ büyük bir değişim isteği ve enerjisi var.

Önemli olan, bu enerjiyi doğru yönlendirip yarına umutla bakabilmek.

 

 

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU