Bazı insanlar, tarihin en çalkantılı anlarında doğar ve o fırtınaların ortasında efsaneye dönüşür.
Hüseyin Rauf Orbay, işte böyle bir adamdı.
27 Temmuz 1881'de, İstanbul'un Cibali semtinde, denizin tuzlu kokusunun taş sokaklara sindiği bir evde dünyaya geldi.
Babası, Abhaz kökenli Amiral Mehmet Muzaffer Paşa, Osmanlı donanmasının saygın isimlerinden biriydi.
Annesi Rüveyde Hanım ise Kürt aşiret reislerinden Bedirhan Paşa'nın kızıydı.
Denizcilik, Orbay'ın kanına adeta doğuştan işlenmişti.
Çocukluğu, dalgaların ninnisiyle geçti; gençliği ise o dalgaların üzerinde, gemilerin güvertelerinde şekillendi.
Ama onun hikâyesi, sadece bir denizcinin macerası değil; Osmanlı'nın son nefesinden Cumhuriyetin ilk adımlarına uzanan, cesaret, zafer, çelişkiler ve derin yaralarla dolu bir destandı.
Rauf Orbay, 1899'da Heybeliada Bahriye Okulu'nu bitirdiğinde, henüz 18 yaşında bir gençti.
Osmanlı donanmasına üsteğmen olarak katıldığında, imparatorluğun çöküş sancıları başlamıştı bile.
1901'de üsteğmen, 1904'te yüzbaşı oldu. Genç yaşta gösterdiği yetkinlik, onu Avrupa'ya taşıdı.
1905-1911 yılları arasında ABD, İngiltere ve Almanya'da gemi inşa tezgâhlarını inceledi, dünya denizciliğinin inceliklerini öğrendi.
Bu yıllar, onun ufkunu genişletti; modern donanmaların teknolojisini, stratejisini ve disiplinini özümsedi.
1909'da, İstanbul'da patlak veren 31 Mart Ayaklanması sırasında Hareket Ordusu'nda görev aldı.
Bu, onun Mustafa Kemal ve İsmet İnönü ile yollarının kesiştiği ilk anlardan biri oldu.
Aynı yıl, Arnavutluk Ayaklanması'nı bastırmak için Hamidiye Kruvazörü'nün komutanlığına atandığında, kimse bu genç subayın adını tarihe altın harflerle yazacağını bilmiyordu.
Arnavutluk'taki başarısı, ona ilk madalyasını kazandırdı, ama asıl efsane, 1912-1913 Balkan Savaşları'nda doğacaktı.
Balkan Savaşları, Osmanlı için bir felaketti.
Kara orduları, Balkan ittifakı karşısında ağır yenilgiler alıyordu.
Edirne düşmüş, İstanbul'un kapısına dayanan düşman, imparatorluğun son umutlarını da söndürmek üzereydi.
Halkın morali çökmüş, donanma ise Çanakkale Boğazı'nda Yunan ablukası altında sıkışmıştı.
İşte bu karanlık günlerde, Rauf Orbay'ın komutasındaki Hamidiye Kruvazörü, adeta bir hayalet gibi sulara açıldı.
1912'nin soğuk bir Aralık gecesinde, Orbay cesur bir plan yaptı.
Çanakkale Boğazı'nda bekleyen Yunan donanmasını kandırmak için gemide sahte bir yangın çıktığını bildiren telsiz mesajları yolladı.
Karanlığın örtüsü altında, Hamidiye sessizce boğazdan sıyrıldı.
Bu, sadece bir kaçış değildi; bir destanın başlangıcıydı.
Rauf bey, Ege ve Akdeniz'de adeta bir korsan gibi hareket etti.
Siros Adası'nı topa tuttu, Yunan bandıralı Makedonya gemisini batırdı, Sırp birliklerine destek taşıyan gemilere darbeler indirdi.
Varna ve Draç baskınlarıyla düşmanın lojistik hatlarını çökertti, harp levazımını taşıyan barut fabrikalarını vurdu.
Hamidiye'nin her hamlesi, düşman için bir kâbus, Osmanlı halkı için ise bir umut kıvılcımıydı.
Rauf Orbay, Yunan donanmasının en güçlü gemisi Averof'u peşine takarak Osmanlı Donanması üzerindeki baskıyı hafifletti.
7 ay 24 gün süren bu harekât, dünya denizcilik tarihinde “korsan kruvazör” harekâtının eşsiz bir örneği oldu.
Dünya basını, Hamidiye'nin maceralarını gün gün takip etti; Alman İmparatoru 2. Wilhelm, bu genç komutanın cesaretine hayran kaldı.
Osmanlı Devleti, Orbay'ı “Hamidiye Kruvazörü Hümayunu” madalyasıyla onurlandırdı ve binbaşılığa terfi ettirdi.
O, artık “Hamidiye Kahramanı”ydı.
Rauf Bey'in cesareti, denizlerle sınırlı kalmadı.
I. Dünya Savaşı'nda, Teşkilât-ı Mahsûsa'da önemli görevler üstlendi.
İran ve Irak cephelerinde mücadele etti, ancak onun en dikkat çekici görevlerinden biri, Afganistan'a uzanan gizli bir operasyondu.
Rauf Orbay, Teşkilât-ı Mahsûsa'nın komutasında, İngilizlerin Güney Asya'daki nüfuzuna karşı Afganistan'ın tozlu vadilerinde özel harp operasyonları yürüttü.
Yanında, Çerkes Ethem gibi cesur ve gözü kara isimler vardı.
Ethem, Balkan Savaşları'nda çarpışmış, Teşkilât-ı Mahsûsa'nın ateşten bir neferi olmuştu.
Rauf Bey'in liderliğinde, Afganistan'da İngiliz ve Rus etkisine karşı gizli görevlerde bulundu, keskin stratejiler ve cesur hamlelerle dolu bir serüven yaşadı.
Bu operasyonlar, Ethem'in liderlik yeteneklerini biledi; ileride Kuvâ-yı Seyyâre'nin temelini atacak tecrübeyi burada kazandı.
Orbay, bu dönemde Ethem gibi isimleri yönlendirerek, imparatorluğun son çırpınışlarında vatan için umut ışığı olmaya çalıştı.
1917'de Deniz Kuvvetleri Kurmay Başkanı oldu, İstanbul'a döndü.
Aynı yıl, Bahriye Nazırı Cemal Paşa ile birlikte Alman İmparatoru II. Wilhelm'i ziyaret etti.
Brest Litovsk Barış Konferansı'nda Osmanlı'yı temsil etti.
1918'de, Ahmet İzzet Paşa kabinesinde Bahriye Nazırı oldu.
Bu görev, onun kariyerinin en tartışmalı anlarından birine sahne oldu: Mondros Mütarekesi.
Osmanlı'nın çöküş belgesi olan bu anlaşmayı imzalama görevi, Rauf Orbay'a düştü.
30 Ekim 1918'de, Limni Adası'nda, İngiliz Amiral Calthorpe ile masaya oturdu.
Orbay, İngilizlerden işgal olmayacağına dair söz aldığını iddia etti, ancak İstanbul'un işgali bu sözü boşa çıkardı.
25 maddelik anlaşma metnini incelediğinde, Orbay, kendi deyimiyle “askerlik ve siyasi hayatının en sıkıntılı anını” yaşadı.
İngiliz amiralin, “Bu bir teklif değil, karardır” sözleri, onun yüreğine bir hançer gibi saplandı.
Mondros, Osmanlı'yı fiilen bitiren bir anlaşmaydı.
Rauf bey, bu imzanın gölgesinde ağır eleştirilere maruz kaldı.
Kimileri onu vatanseverliğinden şüphe ederek suçladı; kimileri ise bir denizcinin, devletin çöküşü karşısında elinden geleni yaptığını savundu.
Rauf Orbay, bu yükü omuzlarında taşıyarak Bahriye Nazırlığı'ndan ayrıldı ve Anadolu'ya geçti. Çünkü onun için mücadele bitmemişti.
Millî Mücadele, Orbay'ın hayatındaki bir başka parlak sayfa oldu.
1919'da Mustafa Kemal'in Anadolu'da yaktığı bağımsızlık ateşine katıldı.
Amasya Genelgesi'nin hazırlanmasında yer aldı.
Erzurum ve Sivas kongrelerinde onunla omuz omuza durdu.
Bu dönemde, Rauf Bey, eski silah arkadaşı Çerkes Ethem'i de devreye soktu.
Ethem, Orbay'ın daha önce Teşkilât-ı Mahsûsa'da birlikte çalıştığı, güvendiği bir isimdi.
Rauf Orbay, Ethem'i Ege Bölgesi'nde milis güçleri örgütlemekle görevlendirdi.
Salihli civarında, Yunan işgaline karşı bir cephe oluşturması için ona yetki verdi.
Ethem, kısa sürede Kuvâ-yı Seyyâre'yi kurdu; makineli tüfekler, sahra topları ve süvari birlikleriyle donanmış, rüzgâr gibi gezici bir güç.
Salihli ve Ahmetli arasında kurduğu cephe, Yunan ilerleyişini yavaşlattı, Mustafa Kemal ve ekibine zaman kazandırdı.
Ancak Ethem'in bağımsız tavırları, ileride Rauf Orbay'ın da başını ağrıtacaktı.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
1920'de, Rauf Bey Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı'na Sivas milletvekili olarak katıldı, ancak İngilizlerin İstanbul'u işgaliyle Malta'ya sürüldü.
Sürgünde geçirdiği günler, onun için bir başka sınavdı.
Malta'da, Osmanlı'nın son paşaları ve aydınlarıyla birlikte tutsakken, vatan hasretiyle yandı.
1921'de mübadeleyle serbest bırakıldığında, soluğu TBMM'de aldı. Sivas milletvekili olarak meclise döndü, Bayındırlık Bakanlığı yaptı.
1922-1923 yıllarında ise TBMM İcra Vekilleri Heyeti Başkanı, yani bugünkü anlamda Başbakan olarak görev aldı.
Mustafa Kemal'in “Türkiye'yi kurtarmakta hakiki yardımcım” dediği Rauf Orbay, bu dönemde yeni bir devletin temellerini atan kadronun kilit isimlerinden biriydi.
Fakat Cumhuriyetin kuruluşu, Orbay için yeni bir fırtınanın başlangıcı oldu.
1924'te, Halk Fırkası'na alternatif olarak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kurucuları arasında yer aldı.
Bu parti, Cumhuriyet henüz gençken, demokrasiyi pekiştirecek liberal bir ses olmayı amaçlıyordu.
Ancak 1925'te Şeyh Sait İsyanı, partinin kapatılmasına gerekçe oldu.
Orbay, muhalif kimliğiyle dikkat çekmeye başladı. 1926'daki İzmir Suikastı davası, onun hayatını altüst etti.
O sırada Viyana'da tedavi gördüğü için yurda dönemedi ve gıyabında 10 yıl hapse mahkûm edildi.
Rauf bey, bu suçlamaları şiddetle reddetti.
“Ben vatanıma ihanet etmedim” diyerek 1933'te çıkan af yasasından yararlanmayı bile kabul etmedi.
1935'te eniştesinin vefatı üzerine ailesinin ısrarıyla yurda döndü ve Kastamonu milletvekili seçildi, ancak CHP'ye katılmayı reddetti.
1942-1944 yıllarında Londra Büyükelçisi olarak görev yaptı.
Bu, onun son resmi görevi oldu.
Türkiye'yi II. Dünya Savaşı'nın dışında tutma çabaları, diplomatik kariyerinin son zaferiydi.
1944'te bu görevden kendi isteğiyle ayrıldı ve 1949'da İstanbul'dan bağımsız milletvekili adayı oldu, lakin seçilemedi.
Rauf Orbay, 16 Temmuz 1964'te, İstanbul'da bir kalp kriziyle hayata veda etti.
Kadıköy Sahra-yı Cedid Mezarlığı'na defnedildiğinde, geride karmaşık ama büyüleyici bir miras bıraktı.
Onun hayatı, bir ulusun yeniden doğuşunun aynasıydı.
Hamidiye'nin güvertesinde dalgalarla savaşan genç subay, Çanakkale'de kurnazlıkla düşmanı alt eden komutan, Afganistan'da Çerkes Ethem gibi isimlerle gizli operasyonlar yürüten lider, Mondros'ta imzasını atan nazır, Millî Mücadele'de vatanı için mücadele eden başbakan, muhalif kimliğiyle yargılanan politikacı.
Elbette bunların hepsi aynı Rauf Orbay'dı.
Onun hikâyesi, kahramanlığın sadece zaferlerden ibaret olmadığını gösteriyor.
Cesaret kadar çelişkiler, zafer kadar yaralar da bir kahramanı şekillendirir.
Hamidiye'nin Ege sularındaki yankıları, hâlâ Türk milletinin kalbinde yaşıyor.
Peki, Rauf Orbay'ı unutulmaz kılan neydi?
Siros Adası'nı topa tutarken gösterdiği cesaret mi, Mondros'un yükünü omuzlarında taşırken yaşadığı yalnızlık mı, yoksa vatanı için her şeye rağmen mücadele eden inadı mı?
Belki de hepsi.
Onun hikâyesi, bize bir kahramanın sadece destanlarla değil, insanlığıyla da büyüdüğünü anlatıyor.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish