Eskiden bazı aileler için “mutaassıp” sıfatı kullanılırdı. Bunların sahip olduğu “taassup” daha çok kızları ve kadınları üzerinde kullanılırdı. Başlarını açmamak, bu nedenle kızlarını okutmamak, kızların nişanlısı ile görüşmesini yasaklamak gibi tutumları görülürdü.
Fakat bu ailelerin kimseye zararları dokunmazdı. Herkesin kendileri gibi olmasını talep etmezler, bunun için siyaset yapmaya kalkışmazlardı.
Bu mutaassıp kitle, Tanzimat’la birlikte girilen kültür değişiminin kıyısında kalmış, gelenekçi topluluktu.
Aslına bakılırsa daha çok kasabada oturanlar başta olmak üzere nüfusun çoğunluğunun bu gelenekçiler oluşturuyordu.
Fakat devlet hayatına bunlar değil, modernist bir bürokratik kitle hâkim olduğundan mutaassıp kitle kenarda kalmış olmayı bir kader gibi görürdü.
Bu nedenle aradan onlarca yıl geçtikten sonra mutaassıpların politik mücadeleye girişeceklerini, modernleşme akımını tersine çevirmek için devletin başına geçeceklerini kimse düşünemezdi.
Mutaassıplıktan ümmetçiliğe
Fakat artık onlara “mutaassıp” denmiyor. Son günlerde en yüksek düzeyde de kabul gördüğü anlaşılan “ümmetçi” deniyor.
“Ümmet” bir peygambere inanmış insanlar topluluğudur. Burada özel olarak anlatılan Hazreti Muhammed’in yolundan giden Müslümanlardır ki, dünya nüfusunun yüzde 25’ni oluşturan 2 milyar Müslüman ümmeti bulunuyor. Yani “ümmet” pek kalabalıktır. Yalnız bunların arasında uzlaşmaz mezhep ayrılıkları vardır.
Ümmetçilik, bireysel bir din anlayışı olarak kalmıyor. Hatta bundan daha da yaygın olarak bütün Muhammet ümmetinin birliğini ve bunun bir devlet sistemi olarak yaşamasını istiyor.
Ümmetçilik taassubun siyasallaşmış biçimidir. Ne var ki, Fransız ihtilalinden sonra milliyetçilik akımının yayılması üzerine devletin temellerini artık ümmetçilik değil, aynı dili konuşan milletler oluşturuyor.
Hatta, millet olabilmek için aynı dili konuşmak da yetmiyor, başka bazı unsurların da bir araya gelmesi gerekiyor.
Ortak geçmiş, toprak birliği, ekonomik birlik, aynı kadere bağlı olmak gibi. Bazen aynı millete mensup olmak bile tek bir devlet çatısında toplanmay yetmiyor.
Bir zamanların Kuzey-Güney Vietnam, günümüzde Kuzey-Güney Kore, Almanya-Avusturya ve birçok Arap devletinde gösterdiği gibi.
Dolayısıyla ümmetçilik ideolojisini günümüz dünyasında uygulamak mümkün değildir. Vatandaşlık için din ve mezhep bağı değil, vatandaşlık hukuku gereklidir.
Ümmetçilikten şeriatçılığa
Bu babda değinilmesi gereken iki kavram daha var. İslamcılık ve şeriatçılık.
İslamcılık, Osmanlı devletinin dağlıma döneminde Batılılaşamaya ve milliyetçiliğe karşı İslam kültürünü ve İslam nüfusu esas alan bir devlet modeli idi.
Modernleşmenin gerekliliğini inkâr etmeyen İslamcılar, (Mehmet Akif gibi) İslam dinini asrın gereklerine dindarlık değil, söyletmek gerektiğine inanıyorlardı.
Celalettin Afgani ve Mısırlı Muhammed Abduh gibi İslam reformcuları bir kısım Osmanlı aydınını etkilemişti.
Hem Müslüman ülkelerin parçalanması ve çoğunun emperyalizmin egemenliği altına girmesi İslamcılığa ilk büyük darbe oldu.
Asıl büyük darbeyi ise modernizmin güçlü etkisi altındaki ordu ve sivil bürokrasinin laik bir devlet kurma ve yerleştirmedeki kararlılığı vurdu. O dönemden anı olarak Mehmet Akif’in severek söylediğimiz İstiklal Marşı kaldı.
Şeriat, din demektir. Şeriatçılık ise, devlet hayatında din kurallarının uygulanmasını istemektir. Türkiye’de bütün şartlarını yerine getirmese de kendini Müslüman sayan büyük bir kitle olduğu halde şeriatçıların sayısı azdır.
Fakat şeriatçılar, bunu açıkça söyleme cesareti edemiyorlar. Bunun nedeni, hükümetten savcılardan çekinmeleri değildir. Kendileri zaten hükümet olmuşlar ve kendi adalet kadrolarını da kurmuşlardır.
Şeriatçılığı açıkça savunamamalarının nedeni bugünkü dünyada artık bu kuralları uygulamanın imkânsızlığıdır. Çünkü her din, ortaya çıktığı dönemin insan ilişkilerini düzenleme iddiasındadır.
Toplum ve insan sürekli bir değişim içindedir ve şeriat kurallarıyla toplumu yönetmek imkânsız hâle gelmiştir.
Yalnız, ölüme çare bulunamadığı sürece, birçok insan ölümden sonra hayatın var olduğuna, yaratıcı bir Tanrı’nın varlığına inanmaya devam edecektir.
Her dinden milyarca insanın kilise, cami, mescit, havra, Buda tapınağı vb. gibi ibadethanelere gidip dua etmesinin nedeni budur.
Aynı insanlar, din işleriyle dünya işlerini birbirinden ayırmışlardır. Kendilerini yönetecek insanların Tanrı tarafından görevlendirilmediğini, onu kendilerinin seçeceklerini bilmektedirler.
Müslümanlar artık zekât yerine vergi verdiklerini biliyorlar. Medeni bir toplumda cariyeliğin ve çok evliliğin yürümeyeceği, hırsızlık yapanın elinin kesilemeyeceği açıktır.
Dini yaymak için cihat etme düşüncesi, Ortadoğu vahalarında IŞİD gibi küçük azınlıkların ideali olarak kalmıştır.
Laiklikten şeriatçılığa dönüş
Fakat, ülkemizi yöneten kadro, bir şeriat devletinin propagandasını yapamamakla birlikte Millî Eğitim Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı ve Dinci vakıflar aracılığıyla toplumu mümkün olduğu kadar muhafazakârlaştırmaya çalışıyor.
İşin içine “din”, “İslamiyet”, “Peygamber” kavramları girince bu uygulamalara karşı çıkmanın esasından dine karşı çıkmak olarak anlaşılmasının verdiği rahatsızlığı kullanıyor.
Tarih boyunca Hristiyan dünyasında da, Müslüman dünyasında da, bütün zulüm, soygun ve sömürüler, din adına yapılabilmiştir.
Dinlerin çoğu kölelik döneminin ürünüdürler ve köleliği yasaklayan dinler değildir.
Günümüzde de Allah, Peygamber ve din kullanarak bu kötülüklere devam ediyorlar. (Yaşar Nuri Öztürk’ün mücadelesi hatırlansın.)
Dinin devlet hayatında kullanılmasında, laikliğin eskiden beri eksik olarak uygulanmakta oluşunun da etkisi var.
Bu uygulamalardan biri okullarda din dersleri ve diğeri de din görevlileri yetiştiren okulların devlet tarafından açılması ve bu görevlilerin maaşlarının devlet tarafından ödenmesidir.
Laik devletin amacı, din kadrolarını laik devletin denetiminde bulundurmak iken, günümüzde dinci kadrolar laik devleti denetim altında bulunduruyorlar.
Demek ki neymiş? Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli.
Sosyalizm, 70 yıl bir hem de birçok ülkede toplum düzeni hâlinde devam ettikten sonra yozlaşıp bir günde paldır kültür yıkılacağı ve yerine can düşmanı kapitalizmin yeniden hâkim olacağı kimin aklına gelirdi?
İçinde bulunduğumuz siyasi atmosferin bir gün ülkeye hâkim olacağına ihtimal verilebilir miydi?
Ufuk ötesindeki halk hükümeti
Afganistan, İran, Batılı ve komşu ülkelerin tecrit ettiği İŞİD gibi yönetimlerin hiçbiri halkçı değildir.
Taassup, ümmetçilik, İslamcılık ve şeriatçılık üzerine kurulmuş bir halk hükümeti yoktur.
Bunların hepsi, feodal sömürücü sınıfların veya az çok kapitalizme evrilmiş, olanların düzenidir.
Halk devleti, insanlara duyduğu saygıdan ötürü onların inanç dünyasına da saygı duyar.
Devlet, herhangi bir din, mezhep veya tarikatın uygulama alanı değildir.
Türkiye’de halkın örgütlü gücü henüz bir hükümet kuramadı.
Bunu önlemek için sömürücü sınıflar el birliği ettiler.
Aydınları hapislerde çürüttüler, gençleri darağacına çektiler.
Defalarca partilerini kapattılar.
Şimdi de sosyalistlerle birlikte demokrasi isteyenlere aynı uygulama yapılıyor.
Gecenin en karanlık olduğu zamanın güneşin doğmasına en yakın zaman olduğunu ve her gecenin bir sabahı olduğunu unutmamalı.
Ufkun ötesinde de olsa emeğin en yüce değer sayılacağı bir dünyanın kurulması için çaba göstermekten daha fazla mutluluk veren ne vardır?
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish