Bugün 15 Hairan 2025.
Eğer yaşasaydı 100 yaşına girecekti Attilâ İlhan.
Yaşasaydı, belki yine aynı netlikte, aynı berraklıkta, bir televizyon ekranından, bir şiir gecesinden ya da bir köşe yazısının satır aralarından seslenecekti bizlere:
Uyanın çocuklar! Memleket elden gidiyor…
Şairdi. Ama yalnızca şiir yazan bir şair değildi.
O, dizelerle düşünen, şiirle savaş açan, romantizmiyle hakikatin çehresini çizen bir münevverdi.
Romancıydı, gazeteciydi, fikir adamıydı.
Ama her şeyden önce memleketin aklıydı.
Yani, satın alınmamış, görevlendirilmemiş, yerli ve yerinden bir akıl.
Patronlardan emir almamış, büyükelçiliklerde hazırlanmış cümleleri tekrar etmemiş, ekranlarda göz kırpmamış bir akıl.
Bu coğrafyanın yağmuruyla yıkanmış, güneşiyle kavrulmuş, rüzgârıyla yoğrulmuş bir akıl.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Onunla tanışmam tesadüfler zincirinin bir halkasıydı.
Muhammet Alperen abimi ziyaret ettiğim bir gündü. O da oradaydı.
"Ben Sana Mecburum"u okumaya gelmişti şiir kasetine.
Onu ilk kez gördüğümde, içimden bir ses "işte gerçek bir şair" diye haykırmıştı.
Ama zamanla anladım ki, Attilâ abi sadece şiir yazmıyordu; o, şiirin içinden memleket geçiren bir seyyah, bir hatırlatıcı, bir uyarıcıydı.
Batı ittifakıyla şekillenen yeni dünya düzenine dair hep kaygılıydı.
NATO şemsiyesi altında güvenlik değil, kültürümüzü, dilimizi, inancımızı yitirme tehlikesi olduğunu söylerdi.
Ona göre Batı, sadece tankla, topla değil, dille, dinle, reklamla ve ideolojiyle işgal ederdi.
Sömürgeciliğin kostümleri değişse de amaç hep aynıydı: bizi biz olmaktan çıkarmak.
Attilâ İlhan için "milliyetçilik", kaba bir hamaset değil, anti-emperyalist bir bilinçti. Bir duruştu.
Galiyev'in hayaleti gibi dolaşırdı onun düşüncelerinde; hem düşüncelerinde hem Türkçü hem de toplumcu bir çizgide, ama mutlaka bağımsız.
Ona göre bağımsızlık, yalnızca siyasal değil, zihinsel bir meseleydi.
Kendi düşüncesini üretmeyen toplumlar, başkasının tasarımıyla yaşar, başkasının müfredatında öğrenir, başkasının dizisinde güler, başkasının haberinde ağlardı.
O yüzden Attilâ İlhan, "küreselleşme", "postmodernizm", "serbest piyasa" gibi kavramlara şüpheyle yaklaştı.
Çünkü bu kavramlar, ona göre insanlığın değil, küresel sermayenin tercihleriydi.
Bir doğa yasası değil, bir dayatmaydı.
Bu maskeli baloda en çok dikkat ettiği şey, "biz"den olmayanların "biz" gibi davranmaya başlamasıydı.
Ziya Gökalp'in akılcılığıyla, Yusuf Akçura'nın diyalektiğiyle, Atatürk'ün stratejik ferasetiyle aynı çizgide yürüdü.
Bu üç ismi sıkça anardı ama onların yolunu bugünün "kolaycı" milliyetçilerine bırakacak kadar yüzeysel değildi.
Onlara hak vermek yetmezdi; onların cesaretini ve basiretini bugüne tercüme etmek gerekirdi.
O tercümenin adı, onun kaleminde Attilâ İlhan oldu.
Şiirlerinde de böyledir.
Bir mısra okursunuz, altından bir tarih geçer, bir manifesto çıkar.
"Ben sana mecburum bilemezsin" derken bile, bir ülkenin duygusal hafızasını kazırdı usulca.
Ve eli hiç titremedi Attilâ İlhan'ın.
Çünkü o kalemi, kirli bir masada değil, bu memleketin vicdanına dayamıştı.
"Düşüncede, vicdanda, fikirde sarsıldık" dediğimiz her yerde onun sesi yankılandı:
Bizi uyandıracak olanlar; karakterleri hürriyet ve istiklal olanlardır.
Şimdi 100 yaşında.
Yaşamıyor belki ama hâlâ aramızda.
Şiirlerinde, makalelerinde, gençlerin uyanık zihinlerinde dolaşıyor.
Avrasya'da hâlâ o hayalet geziyor.
Ve bize hâlâ sesleniyor:
Kendi aklınıza dönün çocuklar…
Memleketin aklına dönün!
Ruhu şad olsun, Attilâ Abi…
Seninle sarhoş ettiğin bu halk, ayılmak zorunda.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish