Hafızanın ağırlığıyla yazmak: Jeffrey Moore ile "Sinestezya" üzerine

Prof. Dr. Uğur Batı ile Serda Kranda Kapucuoğlu, Independent Türkçe için Jeffrey Moore ile konuştu

Edebiyatta "dramatik unsur", metni harekete geçirir, karakteri dönüştürür, olayları sürükler, okuru metne bağlar.

Hayatta da bazı kavramlar vardır ki, sanki birer dramatik unsur gibi davranır: unutmak ve hatırlamak.

Hatırlamak bazen bizi geçmişin dipsiz kuyularına çekerken, unutmak ise o kuyuyu başkaları için görünmez kılar.

Bu ikili, hayatı anlamlandırmada merkezî roller oynasa da yaşamın bütününe yayıldıklarında yapıyı sarsan, dengeyi bozan unsurlara dönüşebilirler.

İşte Sinestezya tam da böyle bir yerde duruyor: Hatırlamanın lanetiyle unutmanın lütfu arasında gidip gelen bir zihin evreninde.

Hafıza ve kimlik arasındaki o karmaşık ilişkiyi, kara mizahın keskin aynasında yansıtan Jeffrey Moore, yazarlığını kişisel deneyimle bilimsel merakın kesişiminde kuruyor.

Romanın ana karakteri, sinestezi ve hipermneziye sahip bir psikoloji yüksek lisans öğrencisi olan Noel Burun.

Annesinin erken başlangıçlı Alzheimer'ı için çare ararken 3 arkadaşıyla birlikte sıra dışı bir yolculuğa çıkıyor.

Kitabı elinize aldığınızda ilk dikkat çeken öğelerden biri ise metin boyunca uzayıp giden dipnotlar.

İlk bakışta anlatının ritmini kesen, okuru yoran bu ayrık yapılar, ilerleyen sayfalarda yazarın kurduğu çok katmanlı dünyaya açılan bir yan oda hâline geliyor.

Röportajda da detaylarıyla konuştuğumuz gibi, bu dipnotlar yalnızca bilgi taşıyan kenarlıklar değil; anlatının mizahi tonunu belirleyen, karakterlerin iç seslerine ve çatışmalarına açılan alternatif bir anlatım düzlemi.

Jeffrey Moore, Nabokov'dan ilhamla geliştirdiği bu anlatı tekniğiyle, kurmacanın sınırlarını hem oyunbaz hem eleştirel bir dille zorluyor.

2012 yılında April Yayıncılık etiketiyle Türkçeye kazandırılan bu çarpıcı roman, yalnızca bir sinestezik kahramanın hikâyesi değil, aynı zamanda modern insanın zihinsel yüküyle baş etme çabası.

Bu söyleşide, hafızanın estetik ve anlatısal boyutları, yazarlık süreci, travmalar, pişmanlıklar ve edebi referanslarla zenginleşen katmanlı bir anlatı evreni konuşuluyor.
 

 

Roman boyunca, hafıza hem bir hikâye anlatım aracı hem de estetik bir öğe olarak yer alıyor. Hafızanın bu iki işlevini bir arada kullanmak yazma sürecinizde nasıl bir rol oynadı?

Anne babama Alzheimer teşhisi konduktan sonra hafıza meselesini sorgulamaya başladım. Sadece onlara yardım edip edemeyeceğimi değil, sıranın bana gelip gelmeyeceğini de merak ettim. Ama sonra şunu düşündüm: Ya unutamasaydınız? Bu da başlı başına sorunlar yaratırdı. Bu iki zıt kutuptan, yani amnezi (hafıza kaybı) ve hipermnezi (aşırı hatırlama) üzerinden anlatı, estetik unsurlar ve çeşitli karakterler gelişti. Bu ikiliğin kara mizah ya da trajikomedi için güçlü bir yapı taşı olabileceğini kısa sürede fark ettim. Bu türler beni her zaman cezbetmiştir. Kara mizah hem oldukça katmanlı hem de dokunaklı olabilir. Komedinin içinde yer alan dokunaklılık, etkileyici bir karışıma dönüşebilir. Komedi, trajediyle yan yana geldiğinde daha keskinleşir; trajedi ise, öncesinde gelen bir komediden sonra katlanılmaz hale gelir. Tıpkı Dört Nikah Bir Cenaze filminde olduğu gibi romantik fars ve maskaralıkların ardından gelen o gözyaşları içindeki ağıt, W. H. Auden'ın o yürek burkan şiir dizeleriyle:

Tüm saatleri durdurun...


Unutma bir savunma mekanizması mı?

Hafıza, geçmişi geleceğe bağlayan bir köprü olarak işlev görür. Noel'in geçmişle olan bağları ve bunların onun zaman algısını şekillendirmesi kitabın en ilgi çekici taraflarından biriydi. Sinestezi bağlamında hafıza, karakterin geleceğiyle ilgili kararlarını nasıl etkiliyor?

Noel'in geçmişle olan bağı, daha çok bir zinciri andırıyor. Zihni geçmişle öylesine dolu ki, geleceği düşünemiyor; gerçekten sadece geriye bakabiliyor, ileriye değil. Ancak laboratuvar deneyleriyle ve Norval, J.J., Samira ile Dr. Vorta'nın bir araya gelmesiyle birlikte işler değişmeye başlıyor. Onların yardımıyla, annesinin geçmişi hatırlayabilmesini sağlamak için onun geleceğini farklı bir yöne çevirmeye çalışıyor. Bu süreç, Noel'in kendi geleceğiyle ilgili daha önce veremediği kararları vermesine de etki ediyor. Yani annesinin kaybolmuş geçmişi, onu daha önce mümkün olduğunu hiç düşünmediği yeni bir yola sokuyor.


Noel gibi bir sinestezik, diğer insanlardan farklı olarak her detayı hatırlıyor. Bu durum, onun anılarında bir seçicilik veya filtreleme yapmasına izin vermiyor. Bu sınırsız hafıza, insani bir zayıflık mı yoksa güç mü olarak yorumlanmalı?

Güzel soru. Bu, kitapta ele almak istediğim meselelerden biriydi. Noel, bu sınırsız hafızayı bir zayıflık, bir kırılganlık, bir lanet olarak görüyor; hiç sahip olmamış olmayı diliyor çünkü "normal insanlar" gibi olmak istiyor. Ancak annesi hafıza sorunları yaşamaya başladığında, bu durumu bir güce, bir nimete dönüştürmeye başlıyor.

Bu değişimde en büyük pay, onun zihinsel karmaşasını ve "ölü noktalarını" anlayan nadir insanlardan olan en yakın arkadaşı Norval ile Dr. Vorta'nın teşvikleridir. Onlar, olağanüstü bir hafızanın bilimsel ve sanatsal içgörüyü nasıl besleyebileceğine dikkat çeker. Hatta Norval, Noel'i bir dahi olarak över, ona Proust (ya da "Proust'un karesi") der; çünkü Proust da çocukluğunu neredeyse kusursuz bir şekilde hatırlayabilen biriydi.

Aynı zamanda onu, dehanın aslında sadece çocukluğun istenildiğinde yeniden çağrılabilmesi olduğunu ve yetişkinliğin ifade araçlarıyla dile getirilebildiğini düşünen Baudelaire'le kıyaslar. Burada belki de doğrudan romandan alıntı yapmak en uygunu olur:

"Bir sanatçı için en önemli malzeme nedir?" diye sorar Norval.

Bebeklik. Ki çoğumuz bunu tamamen unuturuz. Küçük bir çocuk, ilk kez sisin içindeki bir dalgada gökkuşağı gördüğünde, geri geri dönen yanılsamalı bir tekerleği izlediğinde, bulutların ardında hayalet gibi bir gemi fark ettiğinde, işte o anda büyük bir şiir, büyük bir tablo ya da büyük bir senfoni doğar. Elbette bilinçaltı düzeyde. Dolayısıyla mesele, o saf anı, o saf duyumsamayı, bir bebek bakışının o canlılığını ve anarşisini yeniden bulmak, yeniden çağırmak meselesidir. Bir bebek dünyayı gördüğünde ondan korkmaz, ona hayranlık duyar. Büyüdüğünde ise bu dünya ona dehşet verir. Neden? Çünkü ölüm vardır, ölümün farkındalığı. Ama Noel hâlâ o ilk görüşü, o düşüş öncesi renkleri çağırabiliyor.


Bilgiyi ayıklamanın bir yolu olarak unutmak

Noel'in hafızası, sadece hatırlamanın ötesine geçerek onun gerçeklikle olan bağını zorlaştırıyor. Hafızanın bir insanı gerçeklikten uzaklaştıran riskli bir araç olabileceğini düşünüyor musunuz?

Evet, kesinlikle öyle. Hayattaki her şeyi hatırlamamamızın nedeni, üzerimize yığılmış bilgi dağlarının, günlük veri çığlarının, bugünün gerçekliğini engellemesi ya da bulanıklaştırmasıdır. Beynimiz bu devasa veri yükünü kaldıramaz. Bir bilgisayar gibi, çöker. A.R. Luria, Bir Mnemonistin Zihni (The Mind of a Mnemonist) adlı eserinde bir hastanın renklere duyarlı işitmesini ve –benim daha çok ilgimi çeken- çevresindeki dünyayı anlamakta ve ona uyum sağlamakta yaşadığı zorlukları anlatır. Her şeyi akılda tutmanın nasıl olacağını, bunun zamanla ne kadar kafa karıştırıcı ve sarsıcı bir deneyime dönüşeceğini sorgular.

Özellikle Noel daha gençken ve bu imgeleri nasıl durduracağını bilmezken, geçmişe ait görüntüler "bitmek bilmeyen havai fişekler" gibi patlayarak yeni renk desenlerini ve anı kümelerini tetiklerdi. Bu durum, Noel'i kendi evreninin arka sokaklarında öyle uzaklara sürüklerdi ki, en basit konuşmayı bile takip etmekte zorlanırdı. Pasif iletişim olmadıkça –örneğin televizyon izlemek gibi-, Noel önce bir kişinin sesini içine çekmek, o sese ait belirgin renkleri ve şekilleri deneyimlemek zorundaydı; ancak ondan sonra sözcükleri çözümleyebiliyordu.

Noel, bir rüya hâlinde şunları söylüyor:

Başımın gittikçe ısındığını hissedebiliyordum. Alfa dalgalarım birbirine çarpıyordu, arama motorum aşırı ısınıyordu... Beynim yarılıyordu, ağzım kupkuruydu, kelimeleri oluşturamıyordum.


Hipermnezi ve kara mizahın kesişim noktası

Edebiyatta hafıza sık sık romantize edilir. Siz romanınızda hafızayı daha çok bir araç olarak mı yoksa bir tema olarak mı ele aldınız? Hafıza, sizin için edebi bir metafordan öte ne ifade ediyor?

Romanda hafızaya hem bir araç hem de bir tema olarak yaklaştım. Julian Barnes'tan alıntılayarak söyleyecek olursam: Hafıza bizi tanımlar. Ne yaptıysan osundur; yaptıkların hafızandadır; hayatını unuttuğunda, daha ölmeden önce yok olmaya başlarsın. Bu yüzden kişisel düzeyde, anne babam hafızalarını kaybetmeye başladığında bu benim için büyük bir şok oldu. Yoğun bir üzüntü dönemiydi; onları, fiziksel olarak hayattayken kaybetmek gibiydi.

Babamın durumunda, hafıza kaybının ilk kez kendini gösterdiği anı bugün gibi hatırlıyorum. Akşam yemeğinde oturuyorduk ve bir şekilde konu, kısa süre önce Saint Louis, Missouri'deki bir farmakoloji okulundan mektupla aldığı diplomaya geldi. Babam bana şaşkınlıkla baktı ve böyle bir diplomayı hiç almadığını söyledi. Aşağı inip çerçeveli diplomayı getirmek zorunda kaldım. Ona boş gözlerle baktı; o kursu aldığını hiç hatırlamıyordu!
Annemde fark ettiğim ilk belirtilerden biri ise -babamın ölümünden sonra- The Memory Artists (Hafıza Sanatçıları) romanında yeniden kurguladığım bir sahnedir: Stella, Noel'in yemeğini mikrodalga fırına değil, bulaşık makinesine koyarak ısıtmaya çalışır.


Lucid Dream: Bilinçdışının estetik formu

Rüyalar, roman boyunca sık sık metaforik bir anlam taşıyor. Noel'in rüyalarını ve bu rüyaların hikâyedeki yerini, insan zihninin karmaşıklığını göstermek açısından nasıl konumlandırdınız? Rüyaların sinestezik bir zihinle nasıl etkileşime girdiğini düşünüyoruz?


Bilindiği üzere rüyalar, zihnin bilinçdışı süreçleriyle eşleştirilir. Ancak bunun bir istisnası vardır: kişi rüya gördüğünün farkında olduğunda yaşanan lucid dream (bilinçli rüya) durumu. Bu ayrışmış bilinç hâlinde kişi, uyanık gerçekliğiyle bağlantı kurabilir, hedefli bir şekilde uyanabilir ve rüyadaki eylemlerini kontrol edebilir. Sinestezik kişiler, sinestezik olmayanlara kıyasla çok daha sık lucid dream yaşarlar ve hem uykuda hem de rüya esnasında sinestezi benzeri deneyimler yaşarlar.

Roman bağlamında, Noel'in bir TV bilgi yarışmasında olduğunu gördüğü canlı rüya, onun zihinsel karmaşasını ve olağanüstü hafızasını göstermesinin yanı sıra, gerçek hayatta dile getiremediği Samira'ya olan aşkını da yansıtmak üzere kurgulandı. Yarışma sunucusu sorar: 

"Annenize âşık mısınız?"

Noel cevap verir: "Hayır."

"Doğru cevap. Peki Samira Darwish'e âşık mısınız?"

Noel: "Evet."

Bu, yarışmanın son ve kazandıran cevabı olur. Seyirciler alkışlarken, Samira sahnenin kenarında onu beklemektedir. Bu lucid deram yoluyla yapılan itiraf, onun uyanık hâlinde aşkını dile getirmesi için bir dönüm noktası, bir cesaret kaynağı hâline gelir.


Kitabın bir yerinde, "Karanlık ve can sıkıcı anıları depolamak kolay olmasa gerek" diyorsunuz. Hafızanın bu tür anıları barındırma kapasitesini, insanın içsel dayanıklılığıyla nasıl ilişkilendiriyorsunuz? Sizce bu anılar, insanın kendisiyle yüzleşip daha güçlü bir benlik inşa etmesine mi olanak sağlar, yoksa onları dönüştürmeden saklamak daha mı güvenlidir? Noel'in bu sürece yaklaşımı sizin için bir çözüm önerisi içeriyor mu?

Bu, psikanalistlere sorulacak bir soru. Kişi karanlık geçmişiyle yüzleşmeli mi, yoksa onu unutmaya, silmeye mi çalışmalı? Geçmişteki duygu ve hislerin daha berrak hâle gelmesi ve karanlıkta saklanan düşüncelerin -yani sözde "içimizdeki şeytanların" - yüzeye çıkıp daha anlaşılır, yönetilebilir, analiz edilebilir ve nihayetinde bertaraf edilebilir olması daha mı iyidir?

Norval için bu mümkün değildir çünkü onun hafızası silinemez izlerle doludur. Bu nedenle Dr. Vorta sonunda onun sinestezisini "kapatma" kararı alır. Norval'ın araştırma potansiyeli ve bilimsel dehası, mutluluk uğruna -depresyon ya da intiharın önüne geçmek için- feda edilir.

Bu karar, hikâyenin sonunu belirleyen dönüm noktası olur: Noel'in Samira ile bir araya gelmesi ve bu döngüyü tamamlayan, sinestezik bir kız çocuğunun doğumu.


"Yazmak benim için hayat gibidir: Parçaları her yana dağılmış dev bir entropik yapboz"

Kitapta yer alan çok sayıda dipnot, hikâyeye hem entelektüel bir derinlik hem de çok katmanlı bir yapı kazandırıyor. Bu dipnotlar, okuyucuya metnin ötesinde bir dünya sunarken, aynı zamanda hafızanın ve bilginin izini sürme deneyimi de yaratıyor. Üstelik dipnotlar, anlatının yalnızca bilgi veren yan unsurları değil aynı zamanda hikâyeyi yeniden yorumlamamızı sağlayan yaratıcı bir alan ve kurmaca unsur olarak da içeriğe dahil. Bu yöntemi kullanırken, okuyucunun algısı üzerinde nasıl bir etkisi olmasını hedeflediniz?

Bu anlatı tekniği, Nabokov'un Solgun Ateş adlı eserinden ödünç alındı. Kitabın 999 dizelik şiirine yazılan son notlar, kendini kitabın "editörü" ilan eden bir karakter tarafından kaleme alınmıştır. Benim için bu yöntem hem Dr. Vorta'nın geçmişini anlatmanın hem de sahnelerde fiziksel olarak bulunmadığı hâlde karakterlerin sözlerine (özellikle Norval'ın hakaretlerine) verdiği tepkileri ya da düzeltmeleri aktarmanın bir yoluydu.

Bunu büyük ölçüde hiciv amacıyla yaptım. Vorta'nın kendini beğenmişliğini ve narsisizmini sert ama komik bir dille göstermek istedim. Yani okura onun karakter kusurlarını doğrudan anlatmak yerine -gösteriş merakı, bitmek bilmeyen savunmaları ve anlatıyı kendi istediği gibi yeniden şekillendirme takıntısı-, bunları doğrudan deneyimlemelerini sağladım.

Olayların farklı anlatıcılar tarafından birinci ya da üçüncü ağızdan çelişkili biçimlerde aktarılması, dramatik ironi ve mizah için ideal bir zemin oluşturuyor. Bu da beraberinde şu soruları gündeme getiriyor:

Anlatıcıya ne kadar güvenilir?

Kurmacada hakikat ve yalanın doğası nedir?

Ve benzeri…


Siz bu kitaba nasıl hazırlandınız? Sinestezya'ya rahatlıkla "bilimsel roman" diyebiliriz. 

Evet, bu bir bilimsel roman. Babam bakteriyologdu, ama aynı zamanda felsefe ve edebiyata da derin bir ilgisi vardı (tıpkı Noel'in babası gibi). Bu nedenle, sanırım onun etkisiyle benim yaratım sürecim sanatla bilimin bir tür "kaynaşması" şeklinde gelişti.

Dr. Vorta'nın yayınevi bilimsel metinler konusunda uzmanlaşmıştı; fakat aynı zamanda bilim temalı şiir, roman ve öyküler de yayımlıyordu. Ona göre sanatın temel işlevlerinden biri bilişsel yönüydü: hakikate ulaşmanın bir yolu olarak sanat.

Noel'in babası ise bu konuda daha da ileri giderdi. Sanatı, insanın ulaşabileceği en yüksek bilgiye giden yol olarak görürdü; başka hiçbir araçla edinilemeyecek bir tür bilgeliğe ulaşmanın yolu olarak.


Tükeniş Kulübü romanınız da türler arasında gezinen, özel bir forma sahip. Bu özelliği, farklı bir uygulamayla Sinestezya'da da görüyoruz. Bir yazar olarak, roman kurmanın ve bir hikâye anlatmanın ötesini sevdiğinizi, bunlarla beraber içerik üretmek ve özgün bir yapı kurmak gibi unsurlara da önem verdiğinizi düşündürdü bu bana. Siz nasıl çalışırız?  

Yazmak benim için hayat gibidir: parçaları her yana dağılmış dev bir entropik yapboz. Günümüzde her yönden durmaksızın bilgi bombardımanına maruz kaldığımız artık sır değil. Benim amaçlarımdan biri –en azından bilinçdışı düzeyde– bu kaosu ve karmaşıklığı çok katmanlı içerikler, sesler ve yapılar aracılığıyla yansıtmak ya da aktarmaktır. "Doğrusal" anlatı biçimi bana hiç cazip gelmiyor. Çünkü hayatımız da doğrusal değil.
 

Jeffrey Moore
Jeffrey Moore

 

Jeffrey Moore'un zihin odası: Perspektif notları

Yazarların düşünsel arka planını, ilham kaynaklarını ve iç dünyalarını görünür kılmak amacıyla hazırladığımız Perspektif bölümünde bu kez Jeffrey Moore'un zihninin kıvrımlarında dolaşıyoruz.

Hafızaya, pişmanlıklara, ilhamlara ve yaşama dair kişisel notlarını paylaştığı bu bölüm, Moore'un karakterleri kadar kendisinin de bir anlatı nesnesine dönüştüğü içten bir yüzleşme alanı sunuyor.


1. Zihin odası

Aklımı (ya da ondan geriye ne kaldıysa) korumaya çalışırken içe dönük ve kendi içine kapanık biri oldum. Bu nedenle zaman zaman mesafeli, soğuk ya da fazla fikir beyan eden biri gibi görünebilirim. Hatta biraz ukala bile. Örneğin, demokrasilerin asıl sorununun yeterince zeki insanın olmaması ve dolayısıyla zeki insanları seçememeleri olduğunu düşünüyorum.


2. Pişmanlığı

Yaş ilerledikçe, denir ki, hayallerin yerini pişmanlıklar alır. Demek ki ben de yaşlanıyorum. Örneğin, hayatımın çok büyük bir kısmını yazmak yerine ders vererek ve çeviri yaparak geçirmiş olmaktan pişmanım. Tek gecelik ilişkilerimden, sevgililerimle çoğu zaman duyarsızca yollarımı ayırmamdan pişmanım.

Özellikle yakınlarıma ya da arkadaşlarıma karşı patavatsızca ya da kırıcı şeyler söylemiş olmaktan pişmanım. Atletik yeteneklerimi fazla ciddiye almam da pişmanlıklarım arasında. (Örneğin Fransa'da yaşarken, buz hokeyi liglerinde yıldız olacağımı sanmıştım. Olmadım.) Neyse, burada keseyim. Pişmanlık listem uzun...


3. Hayali

Son günlerimi Türkiye'de geçirmek. Şaka bir yana, bir gün uzun bir Türkiye turuna çıkmak isterim. Bir keresinde küçük bir tekneyle doğu kıyısına yelken açmıştım ve Marmaris'in güneyinde minicik bir köye (yasa dışı şekilde) karaya çıkmıştım. Harikaydı. Ama esas hayalim, ki bir kısmı aslında gerçekleşti, kalabalıktan uzak bir yerde yaşamak. Yeter ki su görebileyim.

Şu an Quebec kırsalında, coşkun bir nehrin kenarında yaşıyorum. Önümde de arkamda da kimse yok; sadece ağaçlar ve hayvanlar. Hayvanlar demişken, en büyük hayalim Afrika'da bir safariye çıkıp fil kaçakçılarını durdurmak.


4. Özendiği kişiler / İlham aldığı eserler

Bu da uzun bir liste ve hepsini saymam mümkün değil. Vladimir Nabokov (ki o da sinesteziktir bu arada), Saul Bellow, William Trevor, Martin Amis, David Mitchell, Ottessa Moshfegh, Annie Proulx, Jane Austen, Emily ve Charlotte Brontë... Liste uzar gider.

Ve elbette Shakespeare. Onu taklit etmek mümkün değil ama ilk romanım Prisoner in a Red-Rose Chain'de eserlerini anlatı yapısında bir araç olarak kullandım. Kitabın adı Shakespeare'in "Venus and Adonis" adlı şiirinden geliyor ve her bölüm oyunlarından bir alıntıyla başlıyor. Bu kitap, Commonwealth Edebiyat Ödülü'nü kazandı ve Kraliçe II. Elizabeth'le tanışmamı sağladı. Bunu övünmek için değil, belki bu romanı Türkiye'de yayımlatma şansım olur diye söylüyorum…

 

 

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU