Kahve, değişim ve sosyoloji

Bülent Güven Independent Türkçe için yazdı

Amadeo Preziosi'nin bir Osmanlı kahvehanesi tasviri, 1854

Öğütülmemiş kahve çekirdeğini ya da öğütülmüş kahve tozunu elinize alıp kokladığınızda veya pişirdiğinizde, insana çok güzel bir his verir.

Aynı şekilde kahve, yüzlerce farklı yöntemle hazırlanıp içildiğinde de damakta özel bir his ve hoş bir tat bırakır.

Bu güzel kokulu ve lezzetli içeceğin tarihsel yolculuğu incelendiğinde, kahvenin fincanda masumca duran sıradan bir ürün olmadığı görülür.

Geldiği yerlerde ve geçtiği coğrafyalarda bazen acı ve kanlı, bazen de tatlı izler bırakmıştır.

Dünya tarihini "kahve öncesi" ve "kahve sonrası" diye ayırmak belki abartılı gelebilir.

Ancak kahvenin toplumlar, özellikle de İslam coğrafyası üzerindeki etkileri ve yol açtığı değişimler dikkate alındığında, bu iddianın çok da abartılı olmadığı anlaşılır.

Kahvenin, içen kişide yarattığı canlılık ve hareketlilik, yayıldığı coğrafyalardaki toplumlara da yansımıştır.

Ne demek istediğim daha iyi anlaşılması için kahvenin ortaya çıktığı günden bugüne kadar olan serüvenini izlemek yeterli olacaktır.

Kahvenin ilk ne zaman ortaya çıktığıyla ilgili çeşitli efsaneler ve tarihsel bilgiler mevcuttur.

Bu efsanelerden biri, kahvenin milattan önce 10'uncu yüzyılda bilindiğini ve Hz. Süleyman'ın bir yolculuğu sırasında karşılaştığı bir hastayı kahve ile tedavi ettiğini anlatır.

Ancak daha sonra kahvenin unutulduğu ve uzun süre tüketilmediği belirtilmektedir.

Tarihî kaynaklardaki somut veriler ise kahvenin 15'inci yüzyılın ortalarında, eski adıyla Habeşistan, bugünkü adıyla Etiyopya olan ülkenin Kaffa bölgesinde ortaya çıktığını gösterir. Kahve ismini muhtemelen bu bölgeden almıştır.
 

Habeşistan haritası (yaklaşık 1690) / Görsel: Wikipedia
Habeşistan haritası (yaklaşık 1690) / Görsel: Wikipedia

 

Bilinenin aksine, Yemen kahvenin ilk çıkış yeri değil. Kahve, Yemen üzerinden farklı bölgelere taşınmış olsa da ilk çıkış noktası Yemen değildir.

Habeşistan'da kahvenin keşfi de bir tesadüfe bağlanır.

Bir çoban, keçilerini otlattıktan sonra hayvanların alışılmadık şekilde hareketli davrandıklarını fark eder.

Bu hareketliliğin nedenini açıklayamayınca, yaşadığı bölgede bilgeliğiyle tanınan bir kişiye danışır.

O kişi, hayvanların ne yediklerine bakılması gerektiğini söyler.

Çoban, hayvanları gözlemlediğinde onların bol miktarda kahve yaprağı yediğini tespit eder.

Bilge kişi bu yaprakları kaynatıp suyunu içer ve kendi üzerinde de aynı canlılık ve hareketliliği görünce kahve içme geleneği başlamış olur.

Zamanla kahvenin hazırlanma yöntemleri gelişmiş; çekirdekleri kaynatılarak, dövülerek ve nihayetinde öğütülerek içilmeye başlanmıştır.
 

Görsel: Network Coffee Company
Görsel: Network Coffee Company

 

Kahvenin sağladığı canlılık ve uykusuzluğa dayanıklılık gibi etkiler, insanlar arasında yayılınca, kahve öncelikle tasavvuf mensupları tarafından gece ibadetlerine dayanmak için kullanılmaya başlanmıştır.

Bu mutasavvıf çevreler arasında kahveyle en çok özdeşleşen grup ise, 13'üncü yüzyılda Kuzey Afrika'da, özellikle Tunus ve Fas'ta yaşamış olan Ebu'l-Hasan Ali b. Abdullah eş-Şâzelî tarafından kurulan Şâzelî Tarikatı mensuplarıdır.

Bu kişiler, gece zikirlerinde uyanık kalmak amacıyla kahve içmişlerdir.

Aşağıda ele alacağımız İstanbul kahvehanelerinde de görüleceği üzere, bazı kahvehane işletmecileri Şeyh Şâzelî'yi kendilerine mânevî önder olarak kabul etmiş ve kahvehanelerinin giriş kapısının üzerine şu beyti yazmışlardır:

Her sabah besmeleyle açılır dükkânımız
Hazret-i Şâzelî'dir pîrimiz, üstadımız

 

Görsel: Edo Barista
Görsel: Edo Barista

 

Bazı kaynaklar kahvenin asıl mucidinin Şeyh Şâzelî olduğunu belirtse de, bu konuda yeterli tarihî kanıt bulunmamaktadır.

Elde mevcut verileri özetleyecek olursak, kahve ilk olarak 15'inci yüzyılın ortalarında Habeşistan bölgesinde keşfedilmiş ve yaygın kullanımı da ilk olarak, belirtildiği gibi, tarikat mensupları arasında gerçekleşmiştir.

Tarikata mensup kişiler, gece ibadetlerinin dışında da gündelik yaşamlarını sürdürdüklerinden, kahveyi sadece geceleri değil; gündüzleri, bulundukları ortamlarda, çalıştıkları yerlerde ve temas ettikleri çevrelerde de içmeye başlamışlardır.

Kahvenin insan bedeninde yarattığı canlılık ve hareketliliğin topluma yansımasıyla birlikte, toplumda da benzer bir canlılık gözlemlenmiştir.

Habeşistan'da ortaya çıkan kahve, ilk olarak Yemen'e, oradan da yine Yemen üzerinden Mekke'ye ulaşmıştır.

Tarihî kayıtlarda kahvenin Mekke'de ilk olarak 1511 yılında görüldüğü belirtilir.

Daha doğrusu, büyük ihtimalle kahve 1511'den önce de Mekke'de tüketiliyordu; ancak bu konuda yazılı kaynaklar ilk kez 1511 yılında ortaya çıkmıştır.

1511 yılında, Mısır merkezli Memlükler tarafından yönetilen Mekke'nin valisi Hayır Bey, kâbede yatsı namazını kıldıktan sonra çıkışta, kâbe etrafında toplanmış bir grubun garip sesler çıkararak bir şeyler içtiğini görür.

Gördüğü manzaranın Kâbe'nin manevî atmosferine uymadığını düşünerek bu topluluğu dağıtır ve ertesi gün topladığı bir heyet huzurunda onları sorguya çeker.

Tarikatlardaki zikir sırasında kahve içilme biçimi şöyledir:

Şeyh, elindeki büyük kırmızı seramik bir kapta bulunan kahveyi küçük bir bardağa koyarak sağdan sola zikir halkasında bulunan müritlerine dağıtarak içirir.

O güne kadar kahveyi hiç görmemiş olan Hayır Bey, kahveyi meyhanelerde içilen şaraba benzetir.

Topladığı heyete iki hekimi de dahil ederek, kahvenin tıpkı içki gibi zararlı olduğunu, bu nedenle haram sayıldığını ve dolayısıyla kahveyle ibadet edilemeyeceğini öne sürer.

Böylece kahveyi haram ilan eder ve yasaklatır. Bu yasaklama kararını yazılı bir tutanak haline getirerek Memluklerin başkenti Kahire'ye gönderir.

Ancak bir süre sonra Kahire'den gelen cevap mektubunda, insanların kahve içmek için bir araya gelmelerinin yasaklandığı, fakat kahve içmenin kendisinin haram sayılmadığı bildirilir.

Gelen cevaptan anlaşılıyor ki, Kahire'de yaşayan insanlar da büyük ihtimalle aynı dönemlerde kahve içmektedir.

Bu gerçeklerden hareketle, mevcut belgeler ışığında kahvenin Habeşistan'dan yola çıkarak Arap Yarımadası'na ulaştığı; Mekke, Kahire ve İskenderiye gibi Müslüman merkezlerinde 16'ncı yüzyılın başlarında henüz yaygın olmasa da tüketilmeye başlandığı anlaşılmaktadır.
 

Görsel: Edo Barista
Görsel: Edo Barista

 

Kahvenin Osmanlı'ya gelişiyle ilgili olarak, 17'nci yüzyılda yaşamış olan tarihçi İbrahim Peçevî'ye göre, bu olay 1554 yılında gerçekleşmiştir.

Peçevî şöyle der:

Yıl 962 (1554). 962 tarihine kadar başkent İstanbul'da ve kesinlikle tüm Rum diyarında kahve ve kahvehane yok idi. Sözü edilen yılın başlarında Halep'ten Hakem adında bir esnaf ile Şam'dan Şems adında kibar bir kişi gelip Tahtakale'de açtıkları büyük dükkânlarda kahve satmaya başladılar.


Peçevî'nin verdiği bu tarih muhtemelen kahvenin değil, kahvehanelerin Osmanlı'ya gelişine işaret etmektedir.

Zira Osmanlıların kahveyle tanışmaları, bu tarihten daha önce gerçekleşmiş olabilir.

Nitekim, bazı tarihçiler Yavuz Sultan Selim'in 1517 yılında Mısır'ı fethettiğinde Kahire'de kahve içtiğini belirtmektedir.

Kahvenin İstanbul'a gelişiyle ilgili bazı kaynaklar 1523 yılına atıfta bulunsa da 1543 yılında Yemen Valisi Özdemir Paşa tarafından İstanbul'a getirildiği yönündeki bilgi daha mantıklı görünmektedir.

Kahvenin İstanbul'a gelişi ve kahvehanelerin açılmasıyla birlikte, kahvenin helal mi haram mı olduğu yönünde ciddi tartışmalar baş göstermiştir.

Peçevî'ye göre:

Özellikle vaizler kahvenin yasaklanması için büyük çaba sarf ettiler. Müftüler ise, ‘yanarak kömür haline gelen her şey kesin olarak haramdır' diyerek fetvalar verdiler.


Bu tartışmalar dönemin Şeyhülislamı Ebussuud Efendi'ye kadar ulaşmıştır.

Ebussuud Efendi'ye şu soru yöneltilmiştir:

Arap ülkelerinde, Mekke ve Medine'de giderek yaygınlaşan kahve kullanımı hakkında ne düşünüyorsunuz? Kullanımı haram mıdır, değil midir?


Şeyhülislam Ebussuud Efendi ise şu cevabı vermiştir:

Cevap: Allah'tan korkan ve günaha girmekten sakınan kişiler kahveyi sefihler ya da sarhoşlar gibi içmezler; sağlık ve esenlikleri için içerler. Kahveyi bu amaçla tüketenler için bir sakınca yoktur.


Devletin en yüksek dinî otoritesi olan Şeyhülislamlık, verdiği bu fetvayla, kahvenin bir ürün olarak tüketilmesinde İslami açıdan bir sakınca görmediğini ortaya koymuştur.

Ancak bu hoşgörülü tutum, Peçevî'nin de belirttiği gibi kahvehanelerin yaygınlaşmasıyla birlikte değişmeye başlamıştır.

Peçevî, ilk açılan kahvehanelerle ilgili olumlu bir betimleme sunar:

Keyiflerine düşkün bazı kişiler, özellikle okur yazar takımından birçok büyük kimse bir araya gelmeye ve yirmişer, otuzar kişilik toplantılar düzenlemeye başladılar. Kimisi kitap ve güzel yazılar okur, kimisi tavla ya da satranç oynardı. Bazen yeni yazılmış gazeller getirilir, şiir ve edebiyattan söz edilirdi.


Ancak daha sonraki gelişmeler, Peçevî'nin de belirttiği üzere, devletin kahve ve kahvehanelere yönelik tutumunu değiştirmiştir.

Peçevî bu değişimi şu şekilde anlatır:

İmamlar, müezzinler, sahte sûfîler ve halk kahvehanelere dadandılar; mescitlere kimse uğramaz oldu deniliyordu. Din bilginleri ise ‘Kahvehaneler kötülük yuvasıdır, kahveye gitmektense meyhaneye gitmek daha iyidir' gibi sözler söylüyorlardı.


İş o dereceye vardı ki, işlerinden çıkarılmış ve tekrar görev almak için bekleyen memur adayları, kadılar, müderrisler ve işsiz-güçsüz takımından insanlar ‘eğlenecek ve gönül eğlendirecek başka yer bulunmaz' diyerek kahvehaneleri doldurmaya başladılar; oturacak, hatta ayakta duracak yer kalmaz oldu.

Kahvehaneler öyle ün kazandı ki, mevki ve rütbe sahibi kimseler ile ileri gelenler de farkında olmadan bu mekânlara sürekli gelir oldular.


Peçevî'nin tasvir ettiği bu değişim, iktidar çevrelerinde rahatsızlık yaratınca konu, bu kez kahvehaneler bağlamında tekrar Şeyhülislam Ebussuud Efendi'nin önüne taşınmıştır.

Ebussuud Efendi, kendisine yöneltilen aşağıdaki soruya sert bir yanıt vermiştir:

Mes'ele: Kahvehanelerde nefsinin arzularına uyan kimseler toplanıp, ayrı meclisler kurarak satranç, tavla ve benzeri boş sözlerle meşgul olsalar; bu yaptıklarının haram olduğunu önemsemeseler, küçümseseler ve bu şekilde kahveyi helal sayanlar hakkında dinen ne gerekir?

Cevap: Allah Teâlâ'nın, yüce meleklerin ve tüm İslam ehlinin laneti onların üzerine olur.
 

 

Kahvehanelerin yaygınlaşması ve toplumun her kesiminden insanın bu mekânlara gelip gitmeye başlaması, yeni bir sosyalleşme alanının ortaya çıkmasına ve farklı toplumsal sınıflardan bireylerin aynı ortamda bir araya gelmesine imkân tanıdı.

Bu yeni durumun ortaya çıkardığı sonuçlar, devlet erkini tedirgin etmeye başladı.

Osmanlı'da sosyalleşme mekânları genellikle bakkal, manav ve cami gibi yerlerle sınırlıydı.

Bu mekânlarda insanlar karşılaşsalar da uzun süreli sohbetler etmek ya da farklı sınıflardan bireylerin bir arada bulunması pek mümkün değildi.

Bu alanların dışında sosyalleşme imkânı sunan tek yer meyhanelerdi.

Ancak meyhaneler, genellikle mahallelerin dışında konumlanmış ve ağırlıklı olarak gayrimüslimlerin gittiği yerlerdi.

Buna karşılık kahvehaneler süreç içinde her yerde açılmaya başladı ve toplumun her kesiminden insanı bir araya getirdi.

Örneğin, bir hamal da kahvehaneye giderken, sarayda yüksek görevde bulunan bir bürokrat da aynı mekânı tercih edebiliyordu.

Ayrıca şehir dışından gelenlerin ilk uğradıkları yerler çoğunlukla kahvehaneler oluyordu.

Osmanlı'da ilk kahvehanelerin Tahtakale'de açılmış olması tesadüf değildir.

Tahtakale, dışardan gemiyle gelenlerin, mal ihraç ve ithal edenlerin bulunduğu ve buluştuğu bir bölgeydi.

Farklı meslek ve toplumsal konumlardan insanların kahvehanelerde bir araya gelmesi ve burada, dışarıdaki toplumsal hiyerarşilerden bağımsız olarak birbirleriyle eşit düzeyde iletişim kurmaları, kahvehanelerin Habermas'ın tanımladığı anlamda bir “kamusal alan” olarak değerlendirilemeyecek olsa da kamuoyunun ilk nüvelerinin belirmesi açısından önemli bir işlev üstlendiğini göstermektedir.

Habermas, "Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü: Burjuva Toplumunun Bir Kategorisi Üzerine Araştırmalar" adlı eserinde kamusal alanı, bireylerin ortak bir mesele etrafında akıl yürüterek rasyonel bir tartışma yürüttükleri ve bu tartışma sonucunda kamuoyunu oluşturdukları bir alan olarak tanımlar.

Bu alan yalnızca fiziksel bir mekânı değil, aynı zamanda toplumsal etkileşim biçimlerini ve araçlarını da kapsar.

Bu bağlamda, basının rolü oldukça belirleyicidir.

Ancak 16'ncı yüzyıl Osmanlı toplumunda modern anlamda bir basının bulunmaması ve Avrupa'daki burjuva sınıfına özgü toplumsal koşulların mevcut olmaması, Habermas'ın tanımladığı kamusal alan modelinin Osmanlı bağlamına doğrudan uygulanmasını zorlaştırmaktadır.

Buna rağmen, Osmanlı'nın özgün tarihsel ve toplumsal koşulları içerisinde farklı biçimlerde de olsa bir kamusal alanın ortaya çıktığını ve bireyler arası yeni bir sosyalleşme biçiminin geliştiğini söylemek mümkündür.

Kahvehanelerin sunduğu bu sosyalleşme ortamı toplumda karşılık bulduğundan, sayıları hızla arttı ve kısa sürede yalnızca İstanbul'da binleri aştı. Kahvehanelerde her şey konuşuluyordu.

Ticaret yapmak isteyenler, misafirlerini ağırlamak isteyenler, İstanbul'daki ve dünyadaki gelişmelerden haberdar olmak isteyen herkes bu mekânlarda buluşuyordu.

Örneğin Halep'ten gelen bir tüccar yalnızca Halep hakkında bilgi vermekle kalmaz, aynı zamanda geldiği bölgenin ekonomik koşulları ve emtia fiyatlarındaki değişimler hakkında da bilgiler paylaşırdı.

Bu denli farklı kesimlerden insanın bir araya gelerek hemen her konuda fikir alışverişinde bulunması, devlet çevrelerinde ciddi bir rahatsızlık yaratmaya başladı.

Sadece hükümet değil, aynı zamanda cami ve cemaatin imamları ile dinî sorumluları da kahvehanelerin ibadet mekânlarına bir alternatif hâline gelmesinden rahatsızlık duymaya başladılar.

Kanuni Sultan Süleyman'ın son yıllarından itibaren kahvehanelere yönelik resmî tepkiler artmış ve kahvehanelere yönelik baskılar yoğunlaşmıştır.

“Yanlış işler” yaptıkları gerekçesiyle bazı kahvehaneler kapatılarak yıkılmıştır.

Kanuni sonrası dönemde, II. Selim (1566–1574) ve III. Murad (1574–1595) zamanlarında kahvehaneler devlet tarafından yasaklanmıştır. Ancak bu yasaklar etkili olmamıştır.

Kahvehane sahipleri dükkânlarını berberhane gibi göstererek aynı sosyal ortamı sürdürmeye devam etmişlerdir.

Kahvehaneler tüm bu baskılara rağmen, adeta “devlet sohbetlerinin” yapıldığı yerler hâline gelmiş ve 1622'de II. Osman'a karşı düzenlenen darbenin planlandığı yerler olmuştur.

Yine 1730 yılında III. Ahmed'e karşı gerçekleştirilen Patrona Halil İsyanı da kahvehanelerde planlanmış ve hayata geçirilmiştir.

Kahvehanelerin sayısı arttıkça çeşitliliği de artmıştır.

Belirli meslek grupları kendi kahvehanelerini kurmuşlardır.

1700'lerden itibaren maaşlarında ciddi düşüşler yaşayan yeniçeriler de kahvehane işletmeye başlamış; hatta günümüzün mafya benzeri yapıları gibi, bu kahvehanelerde halktan zorla haraç alarak ciddi bir tehdit oluşturmuşlardır.

Kahvehanelerin bu ölçüde kontrolden çıkması, IV. Murad'ın (1623–1640) daha sert önlemler almasına neden olmuştur.

IV. Murad, meyhaneler ve kahvehanelerle birlikte tütün, kahve ve içki tüketimini de yasaklamıştır.

Kılık değiştirerek halkın arasına karışmış, denetimleri bizzat kendisi yapmıştır. Yasağa uymayanların kellelerini kestirerek halka ibret olacak şekilde cezalandırmıştır.

Bu sert denetim uygulamaları kendi döneminde etkili olsa da, IV. Murad'ın ölümünden sonra kahvehaneler yeniden açılmaya ve yaygınlaşmaya başlamıştı.

19'uncu yüzyıl başlarında kahvehanelerle baş edemeyeceğini fark eden Osmanlı devleti, bu mekânları tamamen kapatmak yerine denetim altına alma yoluna gitmiştir.

Bu denetim, insanları jurnalleyip tutuklamaktan çok, halkın nabzını tutmaya yönelik bir istihbarat faaliyeti şeklinde uygulanmıştır.

Adeta günümüzün kamuoyu yoklamalarına benzer bir yöntem benimsenmiştir.

Bu sayede hükümet, halkın düşüncelerini ve eğilimlerini öğrenip buna göre politikalar geliştirme imkânı bulmuştur.

Bu jurnaller sayesinde 19'uncu yüzyılın başlarında kahvehanelerde nelerin konuşulduğu ve toplumun çeşitli konularda ne düşündüğü ilk kez belgelenmiştir.

Bu raporları kaleme alan hafiyeler, anlatılanları yer, kişi ve mekân bilgileriyle birlikte ayrıntılı biçimde kayıt altına almışlardır.

Örneğin, Erzurum'dan gelen Derviş Hasan, bir kahvehanede Erzurum halkının dönemin valisi Hafız Paşa'dan duyduğu rahatsızlığı dile getirmiştir.

Hafiye, Derviş Hasan'ın sözlerini şu şekilde aktarmıştır:

Hafız Paşa gibi zalim bir vezir olmaz. Köylere kılık değiştirerek muhafızlar gönderiyor, yaklaşık seksen köyü dolaştırıyor. Sadece iki yerde soruşturma (tezkire-i sual) yapıyor, soruşturma yapmadığı her köyden bin beş yüz kuruş ceza alıyor. Eğer görevden alınırsa, çok sayıda şikâyet eden kişi ortaya çıkacaktır.


İstanbul halkı da yüksek vergilerden ötürü ciddi şekilde rahatsızdı.

İstanbul'da bakkallık yapan Ermeni asıllı Migirdiç, inşa ettirdiği ev için istenen yüksek vergiler nedeniyle bir kahvehanede şu sözleri dile getirmiştir (raporlara da bu şekilde yansımıştır):

Ben de razı olmadım, memurun bulunduğu yere gidip durumu anlattım. O da şöyle dedi: ‘Bak kâfir, bu yüzde on beş kuruş devlet yardımı (imdad-ı miri) içindir.' Bizi oradan kovdular. Ne yapacağımı şaşırdım, halimizi Allah'a havale ettik. Ne kadı var, ne mahkeme... Davaya bakacak kimse yok. Böyle bir şey hiçbir kitapta yazmaz. Bir evin kirası elli akçe ediyor, sonra on akçeyi de devlete vermek gerekiyor. Bu işin nasıl olacağını bilemiyorum.


Kahvehanelerde yapılan sohbetlerden, gayrimüslim Osmanlı vatandaşlarının devlete entegrasyonu hakkında da gözlemler yapmak mümkündür.

Hafiye raporlarında yer alan bazı ifadeler bu konuda ipuçları sunar.

Örneğin, Kayserili Dimitri adlı bir vatandaşın şu sözleri oldukça dikkat çekicidir:

Geçen gün Büyükdere'ye gittim, İngilizler bana musallat oldu. ‘Gel, seni İngiliz bandırasına geçirelim' dediler. Ben de cevap verdim ki: ‘Benim soyum Osmanlı içinde gelişti, bize yakışmaz başka bir millete gitmek.' Bu İngilizler, kimi görseler teklif ediyorlar.


Bu ifadeler, gayrimüslim Osmanlı tebâası arasında hâlâ güçlü bir Osmanlılık bilincinin var olduğunu göstermektedir.

Kahvehanelere yalnızca erkekler giderdi. Ancak kadınlar arasında da kahve içme geleneği oldukça yaygındı.

Kadınlar kahve faslını genellikle evlerde ya da hamamlarda bir araya gelerek gerçekleştirirlerdi.

Ancak bu özel alanlarda kadınların ne konuştuklarına dair elimizde belge bulunmadığı için içerik hakkında kesin bir bilgi yoktur.

Kahvenin serüveni yukarıda tasvir edilmeye çalışıldığı gibi gözden geçirildiğinde, kahvenin Osmanlı toplumunda çok önemli değişim ve dönüşümlerin önünü açtığı, toplum tarihinde kalıcı izler bıraktığı anlaşılır.

Padişahları tahtan indirmiş, toplumu sekülerleştirmiş ve devleti denetleyebilecek bir konuma gelmiştir.

O dönemde gazete ve dergi gibi iletişim araçlarının bulunmaması sebebiyle, kahvehanelerdeki “fısıltı gazetesi” bu boşluğu dolduruyordu.

Kahve bugün hâlâ dünya genelinde petrolden sonra en yüksek işlem hacmine sahip ürünlerden biri.

Hem ekonomik açıdan hem de toplumsal etkileri bakımından önemini korumaya devam ediyor.

 

 

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU