Tarihin birçok evresinde büyük devletler, yalnızca mevcut sınırlarını korumakla yetinmemiş; aynı zamanda bu sınırların ötesine taşarak etki alanlarını genişletme arayışına girmiştir.
Bu eğilim, kimi aktörler için geçici askerî zaferlerle sınırlı kalırken kimileri için süreklilik arz eden bir jeopolitik davranış biçimine dönüşmüştür.
Rusya, bu ikinci kategoride yer alır. Zira onun yayılmacılığı yalnızca bir strateji değil, tarihsel koşulların ve coğrafi zorunlulukların biçimlendirdiği bir siyasal karakterin tezahürüdür.
Bu haftaki yazımda, söz konusu siyasal karakterin tarihsel ve kültürel köklerini; Rus devlet aklının kendisini önderi olarak gördüğü Panslavizm anlayışını ve Putin Rusya'sının "Bizim olan bizimdir, sizin olansa pazarlığa tabidir" mantığıyla yürütülen iddialı dış politikasının ideolojik dayanaklarını oluşturan Russkiy Mir (Rus Dünyası) Doktrini'ni tek bir şemsiye altında, "Slav Taşkınlığı" kavramı çerçevesinde ele alıyorum.
Amacım, Rus yayılmacılığının Çarlık Dönemi'nden Sovyetler Birliği'ne, oradan Putin Rusya'sına uzanan yolculuğundaki süreklilikleri ve kırılmaları sosyolojik bir perspektifle yeniden tahayyül etmeye çalışmaktır.
Ancak böylesine kompleks bir konuyu olabildiğince sade bir şekilde çözümlemeye başlamadan önce, ortaya attığım "Slav Taşkınlığı" kavramının doğasını anlatmayı ve bu mefhumun tarihsel kökenlerini açıklamayı son derece gerekli görüyorum.
Bölüm I: Slav taşkınlığının tarihsel kökenleri
Vladimir Vladimiroviç Putin'in de Amerikalı gazeteci Tucker Carlson ile olan röportajında bir tarihçi edasıyla sıkça vurguladığı üzere, Rusya'nın tarihsel kimliği yalnızca coğrafi sınırlarla tanımlanmamış; bu sınırların sürekli esnetilmesiyle, hatta aşılmasıyla farklı anlamlar kazanmıştır.
Karasal bir imparatorluktan, II. Cihan Harbi sonrasında beynelmilel bir süper güce evrilen bu yapı, her genişleme sürecinde yeni bir merkez inşa etmiş; bu merkez, çevresindekileri doğrudan ya da dolaylı biçimde cezbederek bir tür "medeniyet çekim alanı"na dönüşmüştür.
Bu yayılma; yalnızca bir dış politika tercihi değil, Rus olmanın tarihsel bir şifresi, adeta varoluşsal bir gerekliliği de olmuştur.
Yukarıda bahsi geçen bağlamda öne sürülen "Slav Taşkınlığı" kavramının ilk nüveleriyse 15'inci yüzyılda Moskova Knezliği'nin, bir zamanların kudretli devleti olan Altın Orda'yı sürklase etmesiyle belirginleşmiştir.
Moskova artık sadece yerel bir siyasi oluşum değil, parçalanmış Doğu Slav dünyasının toparlayıcı ve yönlendirici çekirdeği olarak konumlanmıştır.
1453 yılında Bizans'ın düşüşü, Rus entelektüel ve ruhban çevrelerinde Moskova'nın "Üçüncü Roma" olarak tahayyül edilmesine zemin hazırlamıştır.
Bu söylem, Filofey (ya da Kirilize edilmiş hâliyle Филофей) gibi din adamları tarafından geliştirilmiş; Çar, yalnızca dünyevi bir hükümdar değil, Tanrı'nın yeryüzündeki vekili olarak kutsanmıştır.
Böylece Rus yayılmacılığı, elle tutulur gözle görülür bir emperyalizm anlayışından öte, uhrevi bir misyon olarak meşrulaştırılmıştır.
Özellikle 18'inci yüzyıldan itibaren bu dinsel imgelem temelli ideolojik yapı, çok daha sert ve saldırgan bir jeopolitik stratejinin temelini oluşturmuştur.
Eski bir Sovyet albayı olan Dmitri Trenin ve tarihçi Robert Service'in de dikkat çektiği üzere, bu dönemde Baltık Denizi'nden Orta Asya'ya, Kafkasya'dan Karadeniz havzasına dek uzanan geniş topraklar yalnızca askerî araçlarla fethedilmemiş; bu coğrafyalarda yaşayan halkların kolektif hafızaları da sistematik biçimde yeniden inşa edilmiştir.
"Ortodoksluğa iman", "Slav kimliğine bağlılık" ve "Çarlık otoritesine itaat", fethedilen topraklara bir "iç fetih" mantığıyla nüfuz ettirilmiştir.
Sosyolojik bir perspektiften bakıldığında ise bu yayılmacılığın düşünsel taşıyıcıları da her daim var olmuştur.
19'uncu yüzyılda Rusların Ziya Gökalp'i olarak tanımlanabilecek Nikolay Yakovleviç Danilevski gibi düşünürler, Slav dünyasını özgün ve türünün tek örneği bir medeniyet olarak formüle etmiş; Panslavizm'i romantik bir ideolojik konsept olmaktan çıkarıp devlet politikası hâline getirmiştir.
Böylelikle Rus yayılmacılığı, yalnızca toprak kazanımına dayalı bir pratik olmaktan çıkmış; tarih, dil ve din üzerinden inşa edilen spiritüel bir tahakküm projesine dönüşmüştür.
Ne var ki tüm bu tarihsel birikime rağmen evdeki hesap çarşıya uymamış, 20'nci yüzyılın başlarında Bolşevik Devrimi'nin ardından kurulan Sovyetler Birliği ile birlikte Rus İmparatorluğu'nun mevzubahis projesi bir gecede yerle yeksan olmuştur.
Çarlığın sembolleri, Slavlığın kutsallığı ve Ortodoksluğun siyasal meşruiyet üretme kapasitesi, devrimci ideolojinin karşısında sönümlenmiş; böylece Rusya, tarihsel kimliğini yeniden yorumlamak zorunda kalmıştır.
Bölüm 2: "Sosyalist" bir taşkınlık olarak Bolşevik Devrimi ve SSCB'nin doğuşu
Yukarıda belirtilenlerden hareketle Bolşevik Devrimi, ilk bakışta Çarlık Rusya'sının yayılmacı ve otoriter mirasından kesin bir kopuş gibi görünmüştür.
Bolşevikler, Romanov hanedanının merkezî tahakkümünü reddettiklerini ilan etmiş; Vladimir Lenin ise özellikle "ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkı" vurgusuyla devrimin enternasyonalist doğasını ön plana çıkarmıştır.
Ancak zamanla bu teorik söylemin pratiğe yansıması, tam tersine bir istikameti işaret etmiştir.
Lenin'in erken ölümüyle birlikte, Orta Asya'dan Kafkasya'ya, Baltıklardan Doğu Avrupa'ya kadar uzanan eski Çarlık toprakları yeniden Moskova merkezli bir düzene bağlanmıştır.
Josef Stalin'in "5 Yıllık Kalkınma Planları" sonrasında iktidarını pekiştirmesiyle de bu merkezîleşme eğilimi daha da sertleşmiştir.
Sovyet yayılmacılığı her zaman olduğu gibi bu dönemde de "devrim ihracı" söylemi altında meşrulaştırılmaya çalışılmıştır.
1930'lu yıllarda Komintern'in etkisi artmış; çevre ülkelerdeki sosyalist hareketler, Moskova çizgisine uygun biçimde yönlendirilmek istenmiştir.
Bu ideolojik yayılma, II. Dünya Savaşı sonrasında doğrudan askerî kimi zaman da sembolik işgallerle devam etmiştir.
Polonya, Macaristan, Romanya ve Bulgaristan gibi ülkeler, "halk cumhuriyetleri" adı altında Sovyet nüfuzu altına girmiştir. Bu dönem, ideolojinin sınır tanımadığı fakat sınırlar koyduğu bir evre olarak tanımlanmıştır.
"Demir Perde" yalnızca bir metafor değil; toplumsal hafızaya kazınmış bir iktidar hattı olarak iki kutuplu dünyanın altyapısını oluşturmuştur.
Sir Olaf Caroe gibi Batılı uzmanlara göreyse Sovyet jeopolitiği, klasik emperyalizme karşı çıkan bir retorik geliştirmiş ancak fiiliyatta emperyalizmin başka bir biçimini yeniden üretmiştir.
Bu anlatıya göre, Çarlık Rusya'sı genişlemeyi Tanrı adına gerçekleştirmişken Sovyetler bu yayılmayı Das Kapital ve Leninist devrim ilkeleri adına yürütmüştür.
Ne var ki her iki sistem de aşırı merkezîleşme nedeniyle çözülmeye mahkûm olmuş; yapısal katılıkları onları uzun vadede sürdürülemez kılmış, Slav taşkınlığı olgusu kendini Sisyphosvari bir ontolojik açmazın içerisinde bulmuştur.
Taşkınlığın alacakaranlığı
Kişisel gözlemlerim doğrultusunda ve geçmişte Post-Sovyet ülkelerine yaptığım yolculuklardaki SSCB doğumlu insanların tarafıma aktardıklarına göre, 1991'de Sovyetler Birliği'nin çöküşü yalnızca bir devletin dağılması değil, beş asırdır süregelen Rus yayılmacı kültürünün kesintiye uğraması anlamına gelmiştir.
Yaklaşık 25 milyon etnik Rus'un bir gecede farklı devletlerin sınırları içinde "eski yurttaş" statüsüne düşmesi yalnızca hukuki değil, aynı zamanda derin kültürel ve psikolojik bir altüst oluşa da yol açmıştır.
Bu toplumsal kırılmanın en çarpıcı izdüşümü, Mihail Gorbaçov sonrası dönemde şekillenen Rus devlet aklının taşıdığı derin tarihsel bir yas ve jeopolitik öç alma arzusudur.
Mevzubahis yas durumunun ete kemiğe bürünmüş hâli olarak betimlenebilecek, Vladimir Putin'den çokça alıntılanan "Sovyetler Birliği'nin yıkılışı, yüzyılın en büyük jeopolitik felaketidir" ifadesi, yalnızca geçmişe duyulan nostaljik bir özlemi tanımlamakla kalmaz; aynı zamanda geleceğe dair stratejik bir yeniden inşa çağrısını da içinde barındırır.
Kendisinin de "Ben Vladimir Putin" kitabında dolaylı veya doğrudan şekillerde okuyucularına aktardığı üzere, kendisini bir ulus inşacısı (nation-builder) olarak şekillendiren Putin'in liderliğinde Rusya Federasyonu, Çarlık Rusya'sı döneminden miras kalan tarihsel hak iddiaları ile Sovyet döneminin kucaklayıcı politikalarını iç içe geçirmiş; milliyetçi, pragmatik ve kültürel kodlarla yeniden üretilmiş bir karışımı ortaya koymuştur.
Bu yeniden üretim süreci, klasik Sovyet yayılmacılığından farklı olarak ideolojik bir düzlem üzerine bina edilmemiş; daha çok sosyolojik ve etno-politik bir zemin üzerine kurulmuştur.
"Russkiy Mir" (Rus Dünyası) ve de "Pax Russica" (Rus Barışı) gibi kavramlar yalnızca retorik bir süsleme değil; çağdaş Rus dış politikasının meşruiyet zeminini oluşturan temel dayanaklar olmuştur.
Bu bağlamda yurt dışında yaşayan Rus toplulukları, Kremlin'in gözünde yalnızca diasporik yurttaşlar olarak algılanmamaktadır.
Bu sınır ötesi vekiller, tarihsel hinterlandın yaşayan temsilcileri hâline gelmiştir.
Bu stratejik kavrayış, zaman zaman simgesel ifadelerde de açıkça ortaya konmuştur.
Putin'in televizyon ekranları önünde sorduğu "Rusya'nın sınırı nerede bitiyor?" sorusuna muhatap olan çocuğun verdiği "Rusya'nın sınırı Bering Boğazı ile ABD'ye kadar uzanıyor" yanıtına karşılık, Putin'in söylediği "Rusya'nın sınırı yoktur" cevabı yalnızca retorik bir kıvraklık değil; Rus siyasi bilincinin derinliklerine sinmiş tarihsel yayılma refleksinin dışavurumu olmuştur.
Mezkûr söylemin somut karşılıkları ise askerî ve diplomatik düzeyde çoktan vücut bulmuştur: 2008 yılında Gürcistan'a müdahale, 2014'te Kırım'ın ilhakı ve 2022'de Ukrayna'ya karşı başlatılan savaş, söz konusu taşkınlık fenomeninin göze çarpan yansımaları olmuştur.
Ancak bu hamleler klasik anlamda bir işgal girişimi olarak değil; Kremlin tarafından "koruma", "tarihi düzeltme", "medeniyetin müdafaası", "özel askeri operasyon" gibi "görkemli" kavramlarla meşrulaştırılmış, adeta tarihsel bir sorumluluğun ifası olarak sunulmuştur.
Suriye 2025: Taşkınlığın sonu mu, yoksa yeni bir başlangıç mı?
Tüm bu gelişmelere rağmen, Rus yayılmacılığının karşılık bulamadığı coğrafyalar da vardır.
2015 yılında başlayan Suriye müdahalesi, başlangıçta Moskova'ya hem sahada hem de uluslararası diplomasi masasında önemli kazanımlar sağlamıştır.
Esad rejiminin ayakta kalmasını sağlayan askeri destek, Tartus ve Hmeymim üslerinin kalıcılaştırılması ve Rusya'nın küresel bir aktör olarak yeniden görünür kılınması, bu müdahalenin kısa vadeli getirilerinden olmuştur.
Ancak zaman ilerledikçe bu kazanımlar yerini daha karmaşık bir tabloya bırakmıştır.
İran ile yaşanan nüfuz çatışmaları, Türkiye ile girilen taktiksel gerilimler ve ABD'nin uyguladığı örtük baskılar, Moskova'nın sahadaki manevra alanını daraltmıştır.
2022'de Ukrayna Savaşı'nın başlamasıyla birlikte Kremlin'in dikkatini Avrupa cephesine kaydırması, Suriye'yi fiilen "unutulmuş bir cephe"ye dönüştürmüştür.
Suriye artık stratejik bir sıçrama tahtası olmaktan çok, dengelerin yeniden kurulduğu, çok aktörlü bir satranç tahtasına benzemektedir.
Yine de 2025 itibarıyla, her şeye rağmen Russkiy Mir tahayyülü hâlen yaşamaktadır.
Rusya, belki Ortadoğu'da oyunun kurucusu değildir ancak oyun bozucu olma konumunu hâlâ korumaktadır.
Bugünün Amerika'sı, Çin'i, Ortadoğu'su bugünkü konumlarındaysa bu büyük ölçüde Rusya'nın bozduğu ve yeniden şekillendirdiği dengeler sayesinde mümkün olmuştur.
Tarihin de bizlere gösterdiği üzere bu ülke yalnızca geniş bir kara parçası değil, aynı zamanda belirli dönemlerde tekerrür eden (repetitive) çöküşlerinden umulmadık bir şekilde toparlanmayı başaran devasa bir politik oluşumdur.
Slav taşkınlığı ya da Rus yayılmacılığı, Anka kuşu gibi, yanıp küllerinden yeniden doğar; küllerinden yalnızca kendisini değil, diplomasi tarihini de yeniden inşa eder.
* Batuhan Yıldız, Nottingham Üniversitesi Sosyoloji Bölümünden mezun olmuştur. Yüksek lisansını İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin Uluslararası İlişkiler bölümünde, Doktorasını ise Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin Sosyoloji bölümünde tamamlamıştır. Toplumsal yapı araştırmaları, gündelik hayatın sosyolojisi, Çin, Orta Doğu ve Post-Sovyet ülkelerinin içtimai tarihi uzmanlık alanları arasındadır. Bahçeşehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde doktor öğretim görevlisi olarak görev yapmaktadır.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish