Türkiye, tarih boyunca pek çok anayasa değişikliği ve reform girişimi yaşamış olsa da hâlen 12 Eylül 1980 darbesinin ardından kabul edilen 1982 Anayasası ile yönetiliyor.
Bu metin, bir askeri rejimin gölgesinde, özgür tartışmalardan yoksun bir ortamda hazırlanmış; bireyi değil devleti önceleyen, vesayet kurumlarını güçlendiren ve demokratik değerleri sınırlandıran bir anlayışı temel almıştır.
Geçmişin ağır mirası hâlen yürürlükte olan bu anayasa üzerinden kendini gösteriyor: temel hak ve özgürlüklerin dar yorumlanması ve katılım mekanizmalarının sınırlılığı, mevcut sistemin demokratik bir toplumun ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak olduğunu gösteriyor.
Bugün gelinen noktada, Türkiye’nin toplumsal dokusu, siyasal beklentileri ve küresel konumu 1980’li yıllarla kıyaslanamayacak ölçüde değişti.
Toplum daha eğitimli, daha çeşitlenmiş ve hak arayışında daha bilinçli.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Yeni anayasa talebi artık yalnızca akademik veya siyasi bir mesele olmaktan çıktı, toplumsal bir zaruret haline geldi.
Üstelik bu ihtiyaç sadece hukuki teknik düzenlemelerle sınırlı değildir; aynı zamanda milletin kendi kaderini belirleme iradesini yansıtacak, ortak değerler etrafında kenetleneceği, yeni bir toplumsal sözleşmeye duyulan hasretin ifadesidir.
Cumhuriyetin ikinci yüzyılına adım atarken, Türkiye belki de uzun yıllardır ilk kez bu denli tarihî bir fırsatla karşı karşıya: Sivil, demokratik ve çağdaş bir anayasa yapma fırsatı.
Bu fırsat, sadece yeni bir metin hazırlamak değil; geçmişin vesayetçi anlayışıyla hesaplaşmak, millet iradesini anayasal düzlemde kurumsallaştırmak ve geleceğe daha sağlam temellerle yürümek anlamına geliyor.
1982 Anayasası’nın sınırları ve demokratik yetersizlikleri
1982 Anayasası, yalnızca bir metin değil; Türkiye’nin siyasi tarihine damga vurmuş bir zihniyetin somutlaşmış hâlidir.
12 Eylül askerî darbesinin ardından, demokratik düzenin askıya alındığı, siyasal temsiliyetin yok sayıldığı bir ortamda hazırlanmış; katılımcılıktan ve çoğulculuktan uzak bir biçimde halkın onayına sunuldu.
Bu anayasa, özünde devleti bireyin önüne koyan, otoriteyi halk iradesinden üstün gören bir anlayışla şekillendi.
Anayasanın giriş bölümünden itibaren sezilen “devlet merkezli” dil, onun ruhunu da biçimlendirdi.
Bu anlayış, temel hak ve özgürlükleri tanımaktan çok, onları sınırlamanın yollarını tarif etti; vatandaşları devlete karşı koruyan değil, devleti vatandaştan koruyan bir sistem kurdu.
1982 Anayasası, Türkiye'nin toplumsal dönüşümünü de yakalayamadı.
Genişleyen şehirli orta sınıf, artan eğitim düzeyi, çoğalan sivil toplum kuruluşları ve çeşitlenen kültürel kimlikler, anayasanın sabit ve tekil yurttaş anlayışıyla çelişti.
Farklı kimlik ve inanç gruplarının tanınma, temsil ve kendini ifade etme talepleri bu metin içerisinde yeterli karşılık bulamadı.
Anayasanın çoğulculuğa kapalı yapısı, yalnızca haklar değil, aidiyet duygusu açısından da toplumun belirli kesimlerinde dışlanmışlık hissi yarattı.
Zaman içinde yapılan değişiklikler, anayasanın bazı yönlerini iyileştirse de yapısal sorunlarını ortadan kaldırmakta yetersiz kaldı.
Her değişiklik, metnin bütünlüğünü zedelemiş; anayasa adeta bir “yamalı bohça”ya dönüştü.
Bu durum, hem anayasanın öngördüğü normlar arasında çelişkiler yarattı hem de hukuk güvenliğini zayıflattı.
Bir anayasa, toplumda güven duygusu yaratmalı; hukuk düzenine öngörülebilirlik kazandırmalı.
1982 Anayasası ise, artık bu temel işlevleri yerine getirmekte zorlanıyor.
Bu nedenlerle, yeni bir anayasa ihtiyacı toplumsal bir zorunluluktur.
Mevcut anayasa ile demokratikleşmenin sınırlarına dayanıldı.
Şimdi, Türkiye'nin önünde, çağın gereklerine uygun, özgürlükçü, çoğulcu ve sivil bir anayasa inşa etme sorumluluğu bulunuyor.
Demokratik, sivil ve katılımcı bir anayasanın gerekliliği
Anayasa, bir milletin ortak değerlerinin, tarihsel hafızasının ve gelecek tasavvurunun kurumsal ifadesidir.
Bu anlamda sadece hukuki bir belge değil; aynı zamanda toplumsal bir mutabakat metni, bir millete kim olduğunu ve kim olmak istediğini hatırlatan bir pusuladır.
Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu yeni anayasa da, darbe sonrası koşullarda şekillenmiş bir metnin yerine, milletin kendi iradesiyle yazdığı, özgürlükçü ve sivil bir toplumsal sözleşme olmalıdır.
Yeni bir anayasa, öncelikle demokratik meşruiyetini halktan almalı.
Bu, sadece nihai metnin referandumla onaylanması anlamına gelmez.
Aksine, anayasanın hazırlanma süreci doğrudan halkın katılımına açık olmalı; farklı siyasal eğilimlerin, etnik ve inanç gruplarının, sivil toplumun ve üniversitelerin görüşleri sürece dâhil edilmeli.
Gerçek bir sivil anayasa, yalnızca meclisin değil, toplumun tüm kesimlerinin söz sahibi olduğu bir süreçten doğabilir.
Katılımcılık bu sürecin omurgası olmalı.
Sivil anayasanın bir diğer temel vasfı, bireyi merkeze alan bir hak ve özgürlük anlayışına dayanmasıdır.
Temel hak ve özgürlükler, yalnızca tanımlanmakla kalmamalı; güvence altına alınmalı, ihlal edilmeleri durumunda etkin koruma yolları açıkça düzenlenmeli.
İfade özgürlüğü, örgütlenme hakkı ve yargı güvencesi, sadece soyut ilkeler olarak değil, anayasanın ruhunu taşıyan kurucu değerler olarak yer almalı.
Yeni anayasanın çoğulculuk ilkesini esas alması da hayati önemde.
Türkiye, etnik, kültürel ve dini açıdan zengin bir toplumsal mozaiğe sahip.
Bu çeşitliliği tehdit değil, zenginlik olarak gören bir anayasal yaklaşım gerekli.
Vatandaşların yalnızca eşit değil, aynı zamanda farklılıklarıyla tanınmış olmaları; kimliklerini baskı altında hissetmeden yaşayabilmeleri, sivil anayasa idealinin bir gereğidir.
Vatandaşlık tanımı, dışlayıcı değil kapsayıcı olmalı; herkesin kendini o anayasanın kurucu öznesi olarak hissedebileceği bir dil benimsenmeli.
Bununla birlikte, hukuk devleti ve kuvvetler ayrılığı ilkeleri de yeni anayasanın temel taşları arasında yer almalı.
Yasama, yürütme ve yargı erkleri arasındaki denge ve denetim mekanizmaları açıkça düzenlenmeli; özellikle yargının tarafsızlığı ve bağımsızlığı anayasal güvence altına alınmalı.
Yüksek yargı organlarının yapısı, üyelerin atama biçimi ve görev güvenceleri, bu ilkenin somut teminatları olarak yeniden kurgulanmalı.
Tarih bize gösterdi ki, bir anayasa metninin başarısı, sadece içeriğiyle değil; nasıl yapıldığıyla da ilgili. Meşruiyet, içerik kadar sürece de bağlı.
Türkiye’nin yeni anayasa sürecinde ihtiyaç duyduğu şey, hukukçuların dar çerçevede hazırladığı bir teknik metinden çok, milletin tüm bileşenlerinin kendini içinde bulduğu, adalet duygusunu pekiştiren, gelecek vizyonu sunan bir ortak akıldır.
Güçlü liderlik, millet iradesi ve sivil kurucu ruh
Türkiye’nin anayasa arayışında son yıllarda sergilediği irade, güçlü ve istikrarlı bir liderliğin varlığıyla mümkün oldu.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, siyasî hayatı boyunca vesayet odaklarıyla mücadelesini kararlılıkla sürdürdü; milli iradeyi merkeze alan bir yönetim anlayışını hâkim kılmak için önemli reformlara öncülük etti.
Bugün yeni anayasa sürecine dair ortaya koyduğu kararlılık, sadece bir metin değişikliği değil, Türkiye’nin kendi geleceğini kendi elleriyle inşa etme idealinin devamıdır.
Erdoğan’ın tarihsel hafızayı gözeten ama aynı zamanda geleceğe dönük bir vizyonla hareket etmesi, bu sürecin istikametini belirleyen en önemli unsurlardan biridir.
Anayasa gibi kurucu bir meselede gösterdiği liderlik, Türkiye’nin demokratik olgunluğunu güçlendirme yönünde atılmış önemli bir adımdır.
Cumhuriyetin ikinci yüzyılına adım atan Türkiye, artık geçmişin zincirlerini kırmaya, darbe hukukunun gölgesinden sıyrılmaya hazır bir toplum fotoğrafı sunuyor.
Siyasi istikrarın pekiştiği, kurumsal tecrübenin derinleştiği ve devlet aklının uzun vadeli perspektiflerle şekillendiği bu yeni dönemde, bir sivil anayasa yapmak sadece hukuki değil, tarihsel bir sorumluluktur.
Bu sorumluluğu üstlenme cesareti, ancak güçlü bir siyasal irade, toplumsal değişimi okuyabilen bir vizyon ve milletiyle bağ kurabilen bir yönetim anlayışıyla mümkün.
Bugün artık Türkiye, mevcut anayasanın ruhunu değil, kendi çağını temsil eden bir anayasal düzeni inşa etme eşiğinde.
Bu eşik milletin devletle kurduğu ilişkiyi yeniden tanımlama, vatandaşlık bilincini ve toplumsal aidiyeti yeniden kurma fırsatıdır.
Bu bağlamda, yürütülen anayasa çalışmaları Türkiye’nin iç barışına, toplumsal birlikteliğine ve siyasal olgunluğuna hizmet eden bir devlet projesi olarak görülmeli.
Kuşkusuz, böyle köklü bir değişim kararlılık, dirayet ve toplumsal meşruiyet ister.
Bu süreçte öne çıkan liderlik, sadece yasaları değil, aynı zamanda milletin hissiyatını da doğru okuyabilen bir hikmet taşımaktadır.
Son yıllarda, demokratik değerlerin kurumsallaşmasına yönelik atılan adımlar, özellikle milli iradeyi önceleyen bir anayasal zemin oluşturma çabası, Türkiye’nin sadece bugünü için değil, gelecek kuşakları için de kalıcı bir miras oluşturma hedefini ortaya koyuyor.
Yeni anayasa, Türkiye Yüzyılı söyleminin sadece retorikte kalmadığını; aksine hukuki ve siyasal bir temele oturtularak kalıcı hâle getirilmeye çalışıldığını gösteriyor.
Bu ideal, millî egemenliği merkeze alan, birey-devlet ilişkisini dengeleyen ve çoğulcu bir toplum yapısını kucaklayan bir anayasal vizyonla ancak hayat bulabilir.
Anayasa, millete duyulan güvenin, istikbale duyulan inancın ve devlete biçilen fonksiyonun bir ifadesidir.
Türkiye, bu inançla, bu vakarla ve bu tarihsel bilinçle, artık kendi anayasa metnini bizzat kendisi yazmaya hazır.
Ve bu defa, geçmişin gölgelerinden arınmış, geleceğe yüzünü dönmüş bir milletin ortak iradesiyle...
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish