Deneyimden notlar... Çözüm süreci, "devlet-hükümet akilliği" (mi?) (1)

Celalettin Can Independent Türkçe için yazdı

"Şimdi durup dururken çözüm süreci makalesine neden gerek görüldü" sorularını duyar gibiyim.

Bu sorular anlaşılır… Bizim cenahta öyle olumsuz bir hava esiyor ki başka türlü yazmak, nispeten olumlu, rahatlatıcı yazılar yazmak yadırgatıcı oluyor. İsterim ki olmasın…

Bizim kuşak, tünelin ucunda ışığın zerresinin dahi görünmediği karanlık koşullardan geçerek bugünlere geldi.

Yaşadım bilirim. Yakın devrim hayallerinin kimleri nerelere sürüklediğinin tanığıyım bilirim.

Sosyal demokrat iktidar ihtimalinin dahi olmadığı bir iktidar hayalinin yıkılması bilmem neden bu kadar üzüyor?

Bu kadar mı gerilere düştük?

Aksine, "nerede yanlış yapıyoruz, onca şey yaşandı, neden tekledik, bir daha aynı yanlışı yapmamak için ne yapmalıyız"; bunun üzerine derinlemesine düşünmeliyiz.

Bunu yapıyor, yaparken de kendimizi ve yanlışlarımızı uyduruk, aklayıcı gerekçelerle normalleştirmiyor, kendimize objektif yaklaşma yeteneğini gösterebiliyorsak umut var demektir.

Türkiye'nin en temel sorunları Kürt, Alevi ve derin yoksulluk sorunlarıdır. Sınıfsal/siyasal perspektifle bu sorunlarla ilgili çözüm arayışında olmak her daim iyidir.

2013-15 yılları arasında bu memlekette bir çözüm süreci yaşandı. Bu sürecin olumlu bitmesi bütün bu sorunların çözümüne, yarattığı yükü hafifletmeye olumlu katkı yapacaktı.

Olmadı, yük büyüdü, bu ve benzeri sorunlar ağırlaştı.

Bir iktidar hayali yıkıldı ama bir iktidarda yıkılmanın eşiğinden döndü.

İktidarı kaybetmenin kendilerine nelere mal olacağını yaşayarak, gördüler ve hissettiler.

Demek ki abartmamalı, her şey geçici ve herşey fani…

Kalıcı olan barış içinde kardeşçe yaşamak; çok yaralandı bu toplum, yaralarımızı adalet duygusuyla sarmak ve birbirimizi iyi ve güzel duygularla selamlamak…

O kendimi çok iyi hissettiğim "çözüm"ü ve Barı ihtimali dönemini bir hatırlayalım dedim…

Kimi deneyimlerimi yazdım, umarım sıkılmadan okunur.

Umutluyum! Umut yaşamaktır!

Okuyalım.

….

Gerçek şu ki, 4 Nisan- 25 Haziran 2013 tarihleri arasında 2-2,5 aylık bir saha çalışması sonunda çözüm sürecinin toplumsallaşması yönünde ciddi bir gelişme ortaya çıktı.

Ancak, çözüm sürecine yaklaşım konusunda, AK Parti, hatta CHP başta olmak üzere, siyasi partiler ve siyasallaşmış bir kısım eğilimler ortaya çıkan ve daha da büyüme potansiyeli taşıyan gelişmeyi görmezlikten geldiler.

"Şehit aileleri" içinde dahi "Biz yaşadık, başkası yaşamasın" cümlesi üzerinden yumuşama tutumu baş gösterirken, siyasetin bu tutumu düşündürücü idi.  

Siyasal Kürtler, sol ve demokratik güçleri "çözüm"den Kürtlerin halk olmaktan gelen taleplerinin karşılanmasını anlarken, muhafazakâr kesim, AK Parti ve özellikle tabanı, farklı olarak daha çok silahların susmasını, çatışmasızlık halinin kalıcı olmasını anlıyordu.

Bütün zorlamalara rağmen, Erdoğan ve AK Parti "Kürt sorunu" kavramını kullanmaktan sakındı. "Kürt vatandaşların tekil hakları" en ileri sınırları oldu.

Başbakanın Akil İnsanlar Heyeti (AİH) ile yaptığı toplantıda da bu yaklaşımın değiştiğine dair herhangi bir işaret alamadık. 2


Akil İnsanlar Heyeti ve çözüm sürecinin toplumsallaşması

Çözüm sürecinin toplumsallaşmasında AİH'nin önemli bir rolü olduğu inkâr edilemez.

Türkiye'nin 81 vilayetinde ve yedi bölgesinde Kürt sorunu iki buçuk ay süresince tartışıldı, toplumun gündemine oturdu.

Heyet toplum ile hükümet arasında bir nevi aracılık yaptı. Toplumun beklentilerini, taleplerini, kaygılarını raporlaştırarak hükümete sundu.

Dönemin koşulları içinde toplumun barış ve çözüm sürecine nasıl baktığını resmetti. İzleyeceği siyaset hakkında hükümete çok taraflı veriler sundu.

Heyetin hata ve zaafları da vardı. AİH'ye en büyük zararı yine AİH'de yer alan AK Parti eğilimli/iktidarcı heyet üyeleri verdi.

Bu arkadaşların iktidarcı tarza ve dile kapılmaları kolaycılığı netice olarak, toplum nezdinde "Devlet ve Hükümet Akilliği" algısının yeterince aşılamayışına yol açtı.

Hükümetin yaklaşımı daha da yanlıştı. Hükümet AİH raporunu kamuoyuna duyurmadı, sürecin gereğini yerine getirmedi.

AİH'nin bütün riskleri göze alarak yapılan çalışmalarının en azından kamuoyuna açıklanmayışı "akilleri" bu noktada boşluğa düşürdü. 3


"Sivil irade" ve 15 Ekim toplantısı

Akil İnsanlar Heyeti'nde yer alan (görüntü için sonradan eklenen birkaç isim dışında) AK Parti eğilimlilerin ağırlıkta olduğu 24 kişilik bir grup 15 Ekim'de 2014'te bir toplantı yaptı.

Nitekim, 19 Ekim tarihli AİH toplantısında Başbakan Davutoğlu'nun bu gruba, "Daha bu toplantı organize edilmeden siz bir araya geldiniz, sivil inisiyatif olarak görüş beyan ettiniz, çok memnun oldum, teşekkür ediyorum bunun için" sözleri bu dar grubun hükümetin bilgisi dahilinde hareket ettiğini açık ediyordu.

"Sivil irade olarak AİH'nin çözüm sürecinde yeniden aktif biçimde devreye girmesi gerektiği" iddiası ile 15 Ekim'de toplanan grupla ilgili Davutoğlu'nun bu açıklaması, AİH'in iktidar partisi iradesinin aracı olarak kurulmuş olabileceği algısını güçlendirdi.

Toplantıda, o dönem Yeni Şafak'da yazan Ali Bayramoğlu'nun "az sayıda insandan oluşan, uyumlu grup" önerisi bu algıyı daha da güçlendirdi.

Güce ve iktidara meyletme eğiliminin güçlü olduğu bir coğrafyada buna mahal vermemek, "dar bakış açısından uzak, birbirini tamamlayacak çoğulculuğa sahip, her çevrenin temsil edildiği ve her çevrenin hassasiyetlerini göz önünde bulunduran; buna karşılık, tek bir sorunda, çözüm sürecinde ortaklaşan, uyumsuz, özellikle de  kadınların AİH'deki yüzde 18 olan temsiliyet oranının yükseldiği, çatışma ortamında kadının, kadın haklarının çiğnenmesinin yarattığı sorunları ve önerileri çözüm zeminine taşıyacak kadın temsiliyetinin sağlandığı bir heyet" oluşturulmasında ısrar etmek gerektiği yönlü eleştiriler grubun kuruluş gerekçelerinin önüne geçti.

Başbakan Ahmet Davutoğlu'na son toplantıda "60 binin üzerinde kişiyle görüşerek yapılan çalışmanın AİH raporunun akıbetinin resmî olarak açıklanması gerektiğini" istendiğinde, kendileri "en kısa sürede açıklayacağını" ifade etti. Biz sabırlı insanlarız, Hala bekliyoruz. 4

Yeter mi, Yetmez! AİH devam edecekse, grupların raporlarında yer alan talepler başta olmak üzere, çalışmalarının sonuçlarının çözüm sürecine yansıyacağı güven verici mekanizmalar kurulmalı, AİH yasal çerçeveye oturtulmalıydı. 5

Ancak, AİH'nin ilk şekliyle sahaya inmesi yanlış olurdu. AİH'nin katkısı, Abdullah Öcalan ile süratle başlatılması gereken müzakere sürecine heyetin bir şekilde dâhil olması, sürecin önündeki engelleri ortadan kaldırılması, "sorunlu" grup ve çevrelerle diyalog ve görüşme yoluyla müzakere sürecinin topluma yayılması, bireysel/grupsal uzmanlıklarla sınırlanma biçiminde olmalıydı. 

Bu tip heyetlerin psikolojik/moral başarısı ancak, 'Devlet ve Hükümet Akilliği' yerine, Türkiye toplumunun, Kürt ve Türk halklarının, kamuoyunun vicdanı olabilmesiyle mümkündü...


Yeni şekliyle bir AİH ve İzleme Grubu önerisi

Süreci izleyen, eksikleri ve yanlışları hakkında tarafları uyaran, gerekli hallerde kamuoyunu bilgilendiren, yaptırım gücü olan, objektif, çoğulcu, iki tarafın ve toplumun farklı katmanlarının hassasiyetlerini anlayan bir noktadan düşünen, objektif davranabilen bir gruba ihtiyaç olduğu çok açıktı. Bu, AİH kapsamında olamazdı.

"Akiller" görevi alan çalışması yapma, sonuçlarını hükümete raporlaştırma ile sınırlıydı ve yaptırım güçleri yoktu. Sadece "Akiller" içinden İzleme Grubu oluşturmak da kapsayıcı olmazdı.

Ama, bir kısım "Akillerin" de içinde bulunduğu İzleme Grubu'na, dünyada bu tip sorunların çözümünde yer almış ve sonuç alınmasına vesile olmuş kimi saygın şahsiyetlerin de katılması çok daha faydalı olacağı gibi, sonuç alıcı olurdu.

Kürt tarafının içtenlikle kabul edebileceği bu kapsamda bir grubu, hükümet de hazmedebilmeliydi. 

Kürt sorunu fiilî olarak, Ortadoğu'da barış sorununun bir parçası olma yoluna girdiği zamanları yaşıyorduk...  

Böylesi bir evrede bu tip gruplarla sonuç alınamazsa, istemediğimiz halde dış dünyanın müdahale etme koşulları ile karşı karşıya kalma mukadderdi.

Yaşanan koşullarda böyle bir ihtimal görünmüyorsa da her şey zaman meselesiyle ilgiliydi.

"Üçüncü göz" fonksiyonunu üstlenecek, aslında "İzleme Heyeti" olarak adlandırılması daha doğru ve uygun olan böyle bir grubun oluşturulması, çeşitli sakıncaları ortadan kaldırabilirdi. Başbakan Davutoğlu "6-8 Ekim olayları yaşanmamış olsaydı, bu 'üçüncü göz' önerisinin değerlendirilebileceğini, ancak şimdi asıl önem taşıyan hususun kamu düzenini sağlamak olduğunu" belirtti.

"Üçüncü göz" önerisinde bulunanların önemli bir kesimi, 15 Ekim toplantısını düzenleyen AİH üyeleri bunun tamamen yerli olmasını savunuyordu.

Davutoğlu ve hükümetin eğilimi de bu yöndeydi. İçinde yer alsınlar almasınlar, böyle bir grup oluşturulursa AİH'ye gerek kalmazdı.


Müzakere süreci başlamalı

Abdullah Öcalan'ın şahsında "muhataplık" sorunu aşılmışsa, müzakere sürecine neden geçilmiyor? 

Çünkü Öcalan ile görüşme sorunun kendisi değildi, sorun Kürt sorunu ve bu soruna dönük taleplerin karşılanması, bunun için de müzakere sürecinin başlaması gereğiydi.

İzleme Heyeti gibi sivil bir inisiyatif üzerinden İmralı'nın yanı sıra Kandil ile de temas sağlanmalı, Öcalan'ın görüşlerini elekten geçirmekten vazgeçilmeli, görüşlerini doğrudan Kandil'e, DBP/HDP'ye, sivil topluma ve basına anlatabilmesinin mekanizmaları kurulmalıydı.

Bu, şeffaflık sorununu çözer; "Öcalan ile Kandil arasında görüş farklılığı farklılık var mı?" yollu merakların giderilmesini de sağlardı.


Kandil'i ötekileştirmek

Hükümet ve yandaş medya tarafından, hatta genel kamuoyunda Kandil ile İmralı arasında sürece bakışta farklılıkların olduğu, Öcalan'ın olumlu, Kandil'in olumsuz yaklaştığı yönünde bir kanaat pompalanıyordu.

Psikolojik savaştan başka bir şey olmayan bu yaklaşımı çatışma hali söz konusuyken anlamak bir ölçüde mümkündü.

Ancak, bir yandan "çözüm" derken, diğer yandan barışma tasarlanan tarafı kendi içinde sorunlu göstermenin süreci olumsuz yönde etkilediği kanaatini hafife almamak gerekiyordu.

Öcalan'a faydalı olmayan böyle yaklaşımlardan vazgeçilmeli. Kandil'i ötekileştirme projesine son verilmeliydi.


Barış dili gerekiyor

Her türlü şiddetin dışlandığı bir çözüm dili istenirken, çatışmasızlık ortamında bile eksik olmayan üsttenci, muktedir, ayrıştırıcı şiddet dilinden kaçınılmalı. 

Çözüm süreci ile "PKK ile IŞİD aynıdır", "PKK-PYD terör örgütüdür, teröristtir" dili bağdaşmazdı.

Gerginlik son yerel seçimlerde adeta tavana vurdu. Özellikle bölgede, yerel yönetimleri HDP'ye kaptırmamak için hükümet her yolu denedi.

Tehdit, şantaj, satın alma, kirli yönlendirme zirve yaptı. HDP'nin elinde bulunan yerel yönetimlerin her işi kavga ve rekabet konusu haline getirildi.

Kobanê'den Suruç'a göçen halka yapılan insanî yardımlar bile siyasî malzeme konusu yapıldı.

Barış sadece Devlet-PKK arasında olmayacak; devlet, toplumun halkları ve katmanları arasında da olacaktı.

Bu bir "toplumsal barış".

İnsanî yardım dahi ayrışma konusu yapılırsa, barış nasıl ve kimler arasında olacak?


Alevi meselesi çözülmeli

Kürt meselesi aynı zamanda demokrasi meselesiydi. Ancak, demokrasi meselesi sadece Kürt meselesi değildi.

Çözüm süreci başlarken sözü çokça edilen Alevi meselesi ne olacak?

Hele IŞİD ve Suriye politikasının verili toplumsal barışımızın istikrarsızlığını açığa çıkardığı ortadayken... 

Her toplumsal grubun taleplerini karşılamaya dönük bir demokratikleşme programını hazırlamak, süratle uygulamaya geçmek gerekiyordu.

Toplumsal barışın sağlanması, çözüm sürecinin, halkların ve inançların demokratik değerlerinin önünün açılması Alevilerin bu sürece bilfiil katılmasına sıkı sıkıya bağlıydı.

Sadece Alevilerin değil, bütün ezilen, ötekileştirilen inançların, etnik/halk gruplarının, sömürülen emekçilerin de...


Güvenlikçilik mi, demokratikleşme mi?

6-8 Ekim Kobanê protestoları nedeniyle kamu düzeni kavramı, tartışmanın odağına taşındı. 

Kobanê protestoları yüzünden akamete uğradığı ileri sürülen kamu düzeninin tahkimi tamamlanmadan yeni bir adım atılmayacaktı.

Başbakan Davutoğlu'nun "devlet düzeni" yerine "kamu düzeni" demeyi tercih ettiği düzene, uyma çözüm sürecinin ilerlemesi için temel şartı.

Davutoğlu'nun ifadesiyle, PKK, kamu düzenine riayet ettiği takdirde, AİH'nin önerileri dahil, bundan sonra atılması düşünülen adımlar atılabilirdi.

Bu çerçevede, güvenliği sağlamak için yapılması düşünülen değişiklikler etraflıca tartışıldı.

Başbakan molotoflu gösterilere ve yüzü maskeli göstericilere karşı etkin önlemler alınacağına özellikle vurgu yaptı.

Buna karşı, AİH tarafından yargıya ve emniyet kuvvetlerine aşırı güç vermenin, buralarda aşırı güç yoğunlaşmasının yol açtığı sorunların ("paralel devlet" vesilesiyle yaşananların) yeniden yaşanabileceği, KCK davalarında yaşananların bile bu tür düzenlemelerden çekinmek için yeterli bir neden olduğu, yasal düzenlemenin zamanlamasının yanlış olduğu, bunun bir tepki yasası hüviyetine bürünmesi halinde çözmek istenenden daha fazla soruna neden olabileceği ve Kürtlerde kaçınılmaz olarak kendilerine karşı yapıldığı hissiyatını güçlendireceği uyarısı ve benzeri eleştiriler getirildi.


"IŞİD destekçiliği"

Bölge halkı hükümetin Kobanê katliamına karşı duyarsızlıktan öte, IŞİD destekçisi olduğu görüşüne inanıyordu; algı bu idi... Bunu aşmak için hükümet ne yapmayı tasarlıyordu?

Bunun güvenlikçi önlemlerle olamayacağı, bu yönde önlemlerin "IŞİD destekçiliği" algısını daha da güçlendireceği açıktı.

6-8 Ekim olayları halkın katliam tehlikesine karşı tepkisiydi. Polis gösterilerin üzerine aşırı ölçüde sert gitti.

Etki-tepki, kaçınılmaz aşırılıklar, araya provokatif unsurların da girmesi meseleyi büyüttü.

IŞİD'in varlığını ve eylemlerini "dışlanmış bir kesimin öfkesi" olarak açıklayan iktidarın, halkın Kobanê katliamına tepkisini "isyan" olarak damgalaması, sert yasal düzenlemelere gitmesi yanlıştı.

"Nerede hata yaptık" diye düşünülmesi doğru olurdu. Sonuç olarak, bu görüşler Başbakan Davutoğlu'na ifade edildi.

Davutoğlu bütün eleştirilere karşı, "demokrasi ve özgürlük ilkelerinden asla taviz verilmeyeceği ve yapılacak düzenlemelerin hiçbirinin Avrupa Birliği standartlarının gerisinde olmayacağı" yanıtını verdi.

Bakalım...


Çözüm sürecindeki tıkanıklıklar

4 Nisan 2013 Dolmabahçe toplantısını hatırlıyorum; o dönem Başbakan olan Erdoğan'ın heyecanı hissediliyordu.

Grupların raporlarını Başbakan'a sunduğu 25-26 Haziran 2013 Dolmabahçe toplantısında ise hava farklıydı. 

Erdoğan'ın ve devletin bütün ağırlığı AİH'nin üzerine çökmüştü sanki. 

Ters bir gelişmeye yol açmamak için kimse konuşmak bile istemiyordu.

Bu süre zarfında hasta tutuklu ve hükümlülerin serbest bırakılması, kalekolların yapımının durdurulması, koruculuk sistemine son verilmesi ve köye dönüşün teşvik edilmesi, Öcalan'ın koşullarının müzakere sürecinin yürütülmesine uygun hale getirilmesi ve müzakere sürecinin başlatılması, İHA'ların (insansız hava araçları) uçuşuna ve sınırda askerî yığınağa son verilmesi gibi "güven verici önlemler" konusunda herhangi bir adım atmayan hükümetin bunu gerillanın "sadece yüzde 10 geri çekilmesi" ile gerekçelendirmesi düşündürücüydü, güven vermiyordu.  

Karşılıklı atılması gereken adımların "önce sen" denerek tek yanlı atılması beklendiği ortaya çıkıyordu. 6

AİH raporunun kamuoyuna açıklanamaması, hatta kalekol yapımı nedeniyle 2014'te Lice'de ölümlerin yaşanmasıyla çözüm sürecindeki tıkanıklık daha da derinleşti.

Sürecin yasallaşması adı altında çözüm sürecinde görev alacak devlet görevlilerini yargıdan muaf tutan yasanın Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önceye denk getirilmesi ise manidardı. 7


Rehin alma tavrı

Kobanê'de katliam ihtimalinin güçlenmesi Kürt halkını ve Türkiye halkının aydınlık kesimlerini 6-8 Ekim'de öfkeyle çığlık çığlığa sokaklara döktü.

Hükümet kitlelerin hareketinin nedenlerini anlama, Kobanê'ye karşı duyarlılık geliştirme ve özgürlükçü adımlarla sürecin önüne geçme yerine, kardeşleriyle dayanışan halkı suçlayınca ister istemez IŞİD ile yan yana düştü, bu yöndeki zaten var olan algı daha da güçlendi.

Ve AİH ile toplantı: Kürt meselesinden ziyade 6-8 Ekim olaylarına vurgu, memleketin bir anda iç savaşın eşiğine gelmesine karşı duyulan derin kaygı, kamu düzeninin yeniden inşasını öne alma eğilimi, özgürlük-güvenlik dengesinde çubuğun güvenlikten yana bükülmesi ve güvenlikçi eğilim...

Çözüm sürecinin rehin alınmasını daha önce de yaşamıştık. Bu kez, Öcalan ile görüşmeleri rehin alma tavrı deneniyordu.

Başbakan Davutoğlu'nun "çözüm sürecinin Türkiye için konjonktürel değil, tarihî ve stratejik bir anlam taşıdığını, Türkiye'nin ayağına takılan prangalarından kurtulmasını sağlayacağını, bazı olaylar yaşansa da süreci devam ettirme kararlılığında bir aksama söz konusu olmadığı" 8 yönündeki açık irade beyanı, çözüm sürecinin (şimdilik "çatışmasızlığın") tüm sıkıntılara rağmen süreceğine işaret ediyordu, ama…

...

 

 

Dipnotlar:

1.  Bu makalenin önemlice bir kısmı, Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun katılımıyla düzenlenen 19 Ekim 2019 Akil İnsanlar Heyeti Toplantısından hemen sonra, toplantıda ortaya çıkan sonuçlar göz önüne alınarak 27 Kasım 2014'de kaleme alındı. Toplantıda Akil İnsanlar Heyeti'nin rolünü tamamladığı ifade edilmekle birlikte, Davutoğlu 6-9 Ekim Kobani olaylarından çıkarılan bir ders babında Kamu Düzeninin korunması zaruretinin ortaya çıktığı, PKK saldırmadıkça çatışmasızlığın süreceği ifade edildi. Makalenin yazıldığı tarihte 30 Kasım tarihli MGK (Milli Güvenlik Kurulu) toplantısı yapılmamış, "İç Güvenlik Yasası" Meclise getirilmediği gibi bilinmiyordu. Gizli "Çökertme Planı" kamuoyuna yansımadığı gibi bilinmiyordu.

2.  Şu sıralar Karar'da yazan Ahmet Taşgetiren ve diğer Akil Heyetinden arkadaşlarla İç Anadolu Bölgesi Akil İnsanlar Heyeti ile Niğde Üniversitesi kürsüsünden çözüm ve Barış süreci ile ilgili görüşlerimizi kalabalık bir Prof. Doçent ve Asistan gruba anlatıyorduk ama ciddi bir tepkiyle de yüz yüze kalıyorduk.  Tepkiyi yumuşatmak için olmalı, Ahmet Taşgetiren Başbakan Tayyip Erdoğan'ın aslında önceleri Kürt Sorunu kavramını benimsediğini ama kendilerinin kendisiyle konuşarak bu kavramı bıraktığını, kaygı duyulacak bir şey olmadığını, önemli bir kısmı verilmiş "tekil vatandaşlık hakları" çerçevesinde düşünüldüğünü ifade etti...
Bütün çözüm süreci boyunca Ahmet Taşgetiren olsun, AKP'li ya da AKP eğilimli Akil İnsanlar Heyeti mensupları olsun, Başbakan Tayyip Erdoğan olsun tekil vatandaşlık haklarından öte bir şey söylemediler. Hatta bu söylemleri her seferinde halkın önünde, halkın ilgiyle dinleyebileceği bir demagojiye kapalı sahici bir üslupla, onlarla ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı çerçevesinde beraber yaşama ya da ayrılığın çeşitli biçimlerini tartışmamız kaçınılmaz oldu. Tabi ki birbirimize itiraz etmelerimiz, tartışmalarımız bununla sınırlı değildi.

3.  Akil İnsanlar Heyeti çalışmaları 4 Nisan 2013'te başladı, 25 Haziran 2015'de bitti. Çalışma bittikten sonra yedi bölgenin raporları kamuoyuna açıklanacak, bu çerçevede Abdullah Öcalan ile oluşturulacak İzleme Heyetinin gözetiminde yol Haritası çıkarılacak ve sorunun çözümü için yürünecekti. Bu konuda Hükümet sözünde durmadı. Ama durmayınca çözüm süreci de hemen bitirilmedi. Zamana bırakıldı. Bu konuda özellikle Abdullah Öcalan adeta sabır taşı idi ve Çözüm Sürecini bitirmeme, ne yapıp edip buradan kabullenilebilir barışın bir biçimini çıkarmak için zaman kazanmaya, çatışmasızlığı bir biçimde kalıcılaştırmayı deneyecekti ama dışında gelişen 'siyaseti Erdoğan'a mutlak kaybettirme' üzerinden ön alma anlayışına bir çözüm bulunamaması denemeyi en azından sonuna kadar götürememesinde payı oldu.
AİH Raporlarına gelince… Raporları kamuoyuna açıklama vs. konusunda hükümet sözünde durmamıştı ama o Raporlar için bölge, kent kent dolaşan Akil İnsanları Heyetleri de herhangi bir girişimde bulunmadılar. Raporlar yazılmış, Kamu Güvenliği Müsteşarlığı'na verilmiş, görevleri bitmişti sanki... Halbuki Hükümet sözünde durmadığından asıl şimdi görevleri başlıyordu. Toplumsal gereklilikler doğru olmayan tutumlar nedeniyle boşluğa düşmemeliydi. Yedi bölgenin bütün Raporları toplandı, Üniversite de ders kitaplarını yaptığımız gibi fotokopi basımlı kitaplaştırıldı.
2013'ün Temmuz ayı başlarında (gün olarak tarihini anımsayamıyorum) Cezayir Restoran'ın toplantı Salonuna gelebilecek, gelme durumunda olan aydınlar, yazarlar, siyasetçiler, ulusal uluslararası basın mensupları davet edildi. Elbette ki Akil İnsanlar Heyetleri de davet edildi. Onlardan kimsenin gelmeyeceği ya da gelemeyeceği anlaşılınca, kürsüye tek çıkabilirdi ama daha iyi olacağı düşünülerek Diyarbakır'dan Akil Heyette ter alan bir kadın arkadaş özel olarak çağrıldı, son anda çağrılmasına ve konuyu tartışmadan hemen gelmesini istenmesine rağmen var olsun yüksünmeden geldi. Fiili eş başkanlık görüntüsüyle toplantının amacı anlatıldı, raporlar bütün misafirlere dağıtıldı.
Birkaç gün önce davet edilen, memnuniyetle geleceğini söyleyen da ama son anda gelmeyeceğini söyleyen erkek, üstelik ünlü erkek/yazar AİH üyesini anımsamadan da geçmek olmaz...

4.  19 Ekim 2014'te, yani Raporları Kamuoyuna açıkladığımızdan 15 ay sonra 60 binin üzerinde kişiyle görüşerek yapılan çalışmanın raporun akıbeti 19 Ekim 1914'de kendisiyle yapılan son Akil İnsanlar Heyeti toplantısında Başbakan Ahmet Davutoğlu'na soruldu, bu raporun resmî olarak açıklanması istendi. Son toplantıda, bu görüşlerimiz üzerine, Başbakan Davutoğlu raporu en kısa sürede açıklayacağını ifade etti. Aradan 11 yıl geçti. Biz sabırlı insanlarız, bir açıklama hala, sadece bir açıklama bekliyoruz….

5.  Akil İnsanlar Heyeti'nin en büyük zafiyetlerinden biri yasal bir çerçeveye oturtulması idi. Öte yandan devlet, Barış ve Çözüm sürecinde görev alan bütün görevlilerini çıkardığı bir yasa ile güvenceye aldı. Mesela ben, sadece ben çözüm sürecindeki kimi basın açıklamalarına katılım ve ayrıca söylemlim nedeniyle ertelenmeyen ve yargılandığım davalar sürüyor hala.

6. Dolmabahçe sarayında 25 Haziran 2013 tarihli toplantı, Başbakan Tayyip Erdoğan ve AİH üyesi Celalettin Can arasında geçen tartışma da Celalettin Can'ın ileri sürdüğü görüşler... Bakz. Tükenmez dergisi...

7.  Bakz. Yukarıda madde 5, adı geçen yasallık.

8.  Başbakan Davutoğlu bu cümleyi 19 Ekim 2014'te son Akil İnsanlar Heyeti toplantısında kurdu. Kurduğu zaman diliminde 1 NO'lu maddede kayda geçtiği üzere 30 Kasım tarihli MGK (Milli Güvenlik Kurulu) toplantısı yapılmamış, "İç Güvenlik Yasası" Meclise getirilmediği gibi bilinmiyordu. Gizli "Çökertme Planı" kamuoyuna yansımadığı için bilinmiyordu. PKK'ye karşı savaşa hazırlanılıyordu. Savaşın başını da hemen hemen orduyu, polisi, yargıyı kontrol altına alan FETÖ'ye bağlı özel harpçiler, subaylar çekiyordu. FETÖ'cü hareket Başbakan Erdoğan'dan çok PKK'nin direnişinden çekiniyordu. Başbakan Erdoğan'da anlaşıldığı kadarıyla tarihin bu döneminde Silivri'deki Ulusalcı subaylar ve komutanları üzerinden ittifak tasarlarken, sadece PKK'ye karşı savaş olasılığını gözetmiyordu; FETÖCÜ güç odaklarını dengelemeyi de amaçlıyordu.
Kanımca Abdullah Öcalan bunun farkındaydı ve FETÖ'nün herhangi bir darbe vs. üzerinden iktidar iplerini tamamen eline almasının yıkıcı sonuçları olacağını düşünüyordu. "Darbe mekaniği" kavramı üzerinden derinliği olan uyarıcı açıklamalarını ya da buradan bir barış çıkmazsa "beni öldü bilin" minvalinde ifade ettiği cümleyi bu bütünlük içinde düşünmek herhalde yerinde olur. 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU