Milli burjuva yaratma serüveni ve gerçekler üzerine

Celalettin Can Independent Türkçe için yazdı

Mustafa Kemal ve Kemalistler, sosyalist kalkınma modeline daha başından itibaren set çekerek gözlerini Batı kapitalizmine çevirdiler. 

Onlara göre "muasır medeniyet seviyesi"ne ulaşmak Batılı kapitalist ülkelerin seviyesine ulaşmakla aynı şeydi.

Batı ülkeleri bugünkü gelişmişlik durumlarına kapitalist yol üzerinden ulaştıklarına göre aynı yolu kendileri de benimsemeli idi.

Benimserler de!

Elbette ki benimsedikleri kapitalizm milli kapitalist kalkınma, motor gücü ise Türk milli burjuvazisi idi.

Kapitalizmin özel teşebbüse dayalı ekonomik sistemi alınırken, laiklik, giyim- kuşam, yazı- harf vd. üst yapısal ulusal-kültürel ve felsefi değerler bu temel üzerinde inşa edilecekti.

Tüm bu değerler inşa edilirken Batının evrensel kabul edilen ölçüleri de gözetilecekti.


Batı'da feodalizmden kapitalizme 

Batı feodal toplumunun derebeylik düzeni bünyesinde yeşeren küçük meta üretimi, ticaret sermayesi ve bu sermayeyi ellerinde tutan tüccarların oluşup gelişmesine yol açacaktı.

Zamanla tüccarlar ve ticaret sermayesi derebeyliğin dar bölgesel pazarlarına sığmayınca ülke pazarlarına yöneldiler.

Ülke pazarlarına yönelme isteğine derebeyler karşı gelince, yeni burjuva sınıfıyla derebeyleri arasında tarihsel ve ekonomik zorunlulukların dayattığı uzun bir mücadele süreci baş gösterecekti.

Bu arada üretim araçlarının gelişmesi ve üretimin artması ile burjuvazinin güçlenmesi paralel ilerliyordu.

Merkezdeki kral otoritesini arttırmak için burjuvazinin ekonomik gücüne ihtiyaç duyarken, burjuvazi de derebeylik çemberini parçalayıp ülke pazarlarına açılabilmek için kralın siyasi desteğine ihtiyaç duymakta idi. 

Çok geçmeyecek ortak çıkar derebeyliğe karşı Kral-Burjuvazi iş birliğini yaratacaktı.

Zaman içinde ülke pazarlarına hâkim olan burjuvazi, kendi çıkarları için olumlu olan dünya konjonktüründen de yararlanarak, yeni pazarlar, yeni zenginlikler ve hammadde kaynakları elde etmek için dış dünyaya açılacaktı. 

Ekonomik gelişmeye paralel siyasi iktidarı da parça parça elde eden burjuvazi, gelişmesinin belirli bir evresinde krala son vuruşu yaparak siyasi iktidarı, hatta devleti de tamamen ele geçirdi. 

Böylece devlet üzerinden ülkenin silahlı ordularını genç toplumlara gönderme imkânı elde eden burjuvazinin önünde açık işgal ve talan yoluyla zenginliğine zenginlik katma için engelleyici bir çıkar ilişkisi kalmayacaktı.

Burjuvazi giderek hukuksal, felsefi, kültürel değerlerini hâkim kılarken, 19. yüzyıla gelindiğinde artık kendi başına hâkim olduğu bağımsız ulusal devletini kuracaktı.

Öte yandan proletarya da burjuvaziye alternatif bir güç olarak tarih sahnesine çıkıyordu.

 
Osmanlı'da imparatorluktan cumhuriyete 

İfade ettiğimiz üzere, Batı'nın özel teşebbüse dayalı kapitalist kalkınma modeli belirli tarihsel koşulların ortaya çıkardığı ve geliştirdiği bir burjuva sınıfı eliyle gerçekleşmişti.

Üstelik kapitalist kalkınma yolunu tercih eden genç Türkiye Cumhuriyeti bünyesinde şu veya bu şekilde iç dinamizmi ile gelişme potansiyeli gösteren bir burjuva sınıfı da yoktu. 

Bilindiği üzere belirli bir kalkınma yönteminin hayat bulması için tarihsel koşulların uygun olması gerekliydi ama bu bir başına yeterli değildi.

Toplumun tarihsel gelişimi içerisinde ortaya çıkan insan özellikleri, değer yargıları, ekonomik gelenekleri ve üretim eğilimlerinin benimsenen kalkınma modeline uygun düşmesi zorunluydu.

Batı toplumlarının tarihi gelişmeleri içinde ortaya çıkan bu ve benzeri eğilimler, birey ve bireysel çıkar ilişkilerine göre şekillenmişti. 

Bu özelliklere sahip toplumsal/bireysel özelliklerin belirli bir tarihi evrede özel girişme dayalı bir sistem olan kapitalizme yönelmesi ve onu etkin kılması eşyanın doğasına uygundu.

Batı'nın kapitalizm öncesi tarihi incelendiğinde hiçbir toplumun hukuk sistemi, özel mülkiyete sağladığı katı dokunulmazlıklar itibarıyla Romalılar kadar ileri gitmemişti.

Zaten çağımız Batı toplumlarının özel girişime ilişkin hukuk sistemi de Roma kanunlarının biçimsel değişikliklerle bir şekilde kapitalizm zamanına uyarlanmasıdır, diyebiliriz.

Ancak bu coğrafyada, özel olarak Ortadoğu ve Türkiye'de farklı bir gelişme söz konusuydu. 

Emevî, Abbasi döneminden Selçuklu ve Osmanlı dönemine şöyle bir bakıldığında, toplum ve birey yerine İslam üzerinden "kul" ilişkilerinin ikame edildiği, bunun etkilerinin hala sürdüğü görülür. 

Öyle ki "kulluk" hali "Allah'ın kulu" olmaktan öteydi. İşte tüm topraklar, tüm zenginlikler Sultan'ın mülkü ve varlığıydı.

Bu mülk üzerinde yaşayan bütün insanlar Allah'ın temsilcisi kabul edilen "Sultan'ın kulları" idi.  

Kısacası halk yurttaş değildi. Halkın bağımsız bir iradesi, kendi kararlarını alma hakkı yoktu.

Elbette her seferinde biçilme pahasına buna İtiraz edenler var olmuştu ama itirazlar yeterli olmamış, zaman içinde bu "kulluk" hali normalleşmişti.

Kaderci düşüncenin katı kalıpları içinde yaşamayı, tevekkülü, itiraz etmemeyi İslami inanışın bir gereği olarak kabullenen ve içselleştiren halk, kendi kaderi üzerinde söz sahibi değildi ve bireysel-özel girişimci eğilimleri yok denecek kadar zayıftı.  

Kendi yağıyla kavrulma, kanaatkarlık ve benzeri manevi kişilik özellikleriyle yaşıyordu.

 
Çöküntü arifesi

Mesela Batı yeni üretici güçlerle, buharlı geminin keşfiyle, yeni kıtaların keşfiyle, zenginliklerin kıta Avrupa'sına taşınmasıyla, felsefeyle, kültürle, sanatla ve toplamda burjuva demokratik devrimlerine varan gelişmelerle Orta Çağ'dan çıkarken, buna paralel olarak Osmanlı İmparatorluğu fetih ve işgal yoluyla zenginlikler elde etme imkanlarını kaybedince içine girdiği duraklama ve gerileme halini aşmak için ordu ve savaş güçlerini yenilemekte arıyordu çözümü. 

Sanılıyordu ki silah ve asker gücünü yeniden kazanınca fetih ve işgallerle batıyı dize getirir, eski saraylı, şaşalı dönemi geri gelirdi. 

Saraylı saltanatlar döneminin çok gerilerde kaldığının ayırdında bile değildi.

Bu arada burjuva demokratik devrimlerin etkisiyle Batı yakasında yaşayan halkların bağımsızlıklarını ilan etmeleri ve bunun sonucu toprak kaybı İmparatorluğu artan ölçüde zayıf düşürüyordu. 

Çağdaş işletmeci ve sanayici potansiyeli taşıyan halkların kopuşu, yıkımı getiren Birinci Dünya Savaşından yenilgiyle çıkma hali, Doğuya doğru gidildikçe yapılan kırımlar, yeni toprak kayıpları ve benzeri etkenler imparatorluğu çöküntüye sürüklüyordu.

 
Miras

İşte Birinci Meclis ve Cumhuriyet böylesi bir mirasın külleri üzerinden kuruluyordu.

Mustafa Kemal ve Kemalistler, İzmir İktisat Kongresi'nde kapitalist kalkınma modelini ilan etmişti ama ifade ettiğimiz üzere, Batı toplumlarını andırır tarihsel koşullar yoktu. Daha uygun bir ifadeyle tarihsel gecikmişlik vardı.

Kapitalist kalkınmanın uygulama sahası bulması, maya tutması için asgari ölçüde gerekli olan toplum ve insan özellikleri de buna ön açacak nitelikte olmalıydı.

Halbuki burjuva özel girişimci eğilimler, sermaye birikimi, ekonomik gelenekler ve buna uygun değer yargıları yok denecek kadar zayıftı. 

1923'lerin Türkiye'sinde; işsizlik ortalığı kasıp kavurduğundan yoğun işgücü sürümünü ucuza alma olanağı vardı ama bunu akılcı yöntemlerle istihdam edebilecek niteliklere sahip ne bir burjuva sınıfı ne de bir sanayi söz konusuydu.

Durumu somutlaştırırsak; "Bağımsızlık savaşı Türkiye'sinin devraldığı tüm Türkiye sanayi varlığı toplam olarak 76 bin 216 işçi çalıştıran, çoğu basit imalathane düzeyindeki 386 işyerinden oluşmaktaydı."

Elbette kırım ve mübadele vurguncusu, kazanma ve çökme hırsıyla dolup taşan Türk ticaret erbabı vardı.

İç Anadolu'da Kayseri'de, Güneyde Adana'da, Kürdistan'ın kimi kent ve ilçe merkezlerinde, Ege'de, Trakya'da, İstanbul'da, hele de Karadeniz'de kırımdan geçirilen, mübadele ile gönderilen Rum, Ermeni, Yahudi ve diğer halkların mallarına, mülklerine ve çeşitli zenginliklerine çökülmüştü de.

Ancak 1923'lerin Türkiye'sinde sözü geçen imalathaneler ürünü el işleri ve sanatları yanı sıra yabancı malların kompradorluğu, tefecilik, tarımsal ve hayvansal ürünlerin satışı sonucu elde edilen sermaye ve hareket sahası, yine bu sahaların çizdiği ekonomik çerçeveyle sınırlı ticari faaliyetler oldu


Ne yapılabilirdi?

Tarihsel gecikmişliğin sonuçları çarpık bir kapitalizme ve kalıcı toplumsal kırılmalara yol açsa da tarihi hızlandırıcı üretim araçları ve üretken işçiler yüksek düzeyde motive edilerek topluma müdahale edilip tarihsel gecikmişlikle güncel zaman arasındaki makas daraltılabilirdi, ama….

Ama'sı vardı işte.

Müdahale edilecek toplum yoksul köylü kitlelerden oluşuyordu.  Yıllarca süren savaşlardan çıkmış, yorgun ve yara bere içindeydiler. İyi kötü ekip biçmeyi, hayvancılıkla ilgili işleri vs. biliyorlardı...  

Ne var ki üretim araçlarının bu yeni biçimlerini görmemişlerdi, bilmiyorlardı. Hangi işçi becerisiyle ve hangi teknolojiyi kullanacaklardı? Yani duruma uygun teknoloji de yoktu...

Bu tip bir emek zamanların koşulları içinde kalifiye işçi sınıfı emeği idi.

Hangi işçi sınıfı, nasıl motive edilip çalıştırılacaktı?

İşçi sınıfı, sınıf kavramı olarak değil, işçi olarak dahi ancak 1923 İzmir İktisat Kongresi'nde lütfedilircesine kabul edilmiş, 1 Mayıs İşçi Bayramı hak olarak tanınmıştı.

1925 kadar kabul edilen bu haklar, Şeyh Sait Kalkışması gerekçesiyle 1935 yılına kadar uygulanmamış ama o tarihten itibaren de tamamen yasaklanmıştı.


Sonuç olarak;

Dolayısıyla bir yandan tarihsel gecikmişliğin olumsuz etkileri öte yandan da üretici güçlerin yetersizliği ülkenin doludizgin kendi dinamiği üzerinden devlet desteğiyle olsun ya da doğrudan devlet eliyle olsun kapitalist gelişme yoluna girmesini kaçınılmaz olarak engelleyecekti.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU