Anokratik Türkiye'den istikrarlı Türkiye'ye

Bülent Güven Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA

Siyaset bilimi profesörü Ted Robert Gurr tarafından geliştirilen anokrasi kavramı, otokrasi ile demokrasi arasında değişkenlik gösteren melez pratiklerin hakim olduğu hassas ve istikrarsız zeminleri tanımlamak için kullanılmaktadır.

Sistemsel sorunların görünür olduğu bu zeminlerde devlet kurumlarının zayıf ve kuvvetler ayrımının etkin şekilde işlememesi nedeniyle idarecilerin sorun çözme kabiliyetlerinin yetersiz olduğu göze çarpmaktadır. 

Otokratik pratiklerin yürürlükte olduğu rejimlerde siyasi erkin kendi gücünü merkezileştirdiği ve uzlaşımsal politikaları gündeme almadığı gözlemlenmektedir.

Kendi gücünü önceleyen ve alternatif bakış açılarına alan tanımayan bu sistemlerde sorunları çözme mekanizmaları da işlevsiz hale getirilmiştir.

Toplumsal örgütlülüğün desteklenmemesi ve var olan sorunların indirgeyici politikalarla değersizleştirilmesi muhalif bir yerde konumlanmayı da tehlikeli hale getirir.

Buna bağlı olarak siyasi taleplerde bulunmada kısıtlamaya gidildiği görülmektedir. Pek çok etnik-mezhepsel dışlanma mekanizması da bu politikalar neticesinde yerleşik hale gelmiştir.


Demokrasi ile yönetilen ülkelerde ise sorun çözme becerilerinin toplumsal hafıza ve tecrübeye dayalı, kolektif bir mutabakatla geliştirildiği gözlemlenmektedir.

Bu ülkelerde etnik-mezhepsel temelli ayrışmalar şehirleşme politikaları çerçevesinde ele alınmıştır.

Bu politikaların temelini oluşturan nüfusun harmanlanması stratejisiyle sosyolog Ferdinand Tönnies'in belirttiği gibi cemaatten topluma (Von der Gemeinschaft zur Gesellschaft) geçiş süreci tamamlanmış, toplumdaki farklı grupların talepleri gündeme alınarak sisteme entegre edilmiştir.

Farklılıkların demokratik bir düzlemde nötr hale getirilerek talepler arası eşitlik sağlanması amaçlanmış ve istikrar eski-yeni tecrübeler arasındaki uzlaşımlarla sürdürülmeye çalışılmıştır.


Anokratik pratiklerin yürürlükte olduğu siyasi zeminlerde ise, istikrardan uzak dağınık bir görüntü hakimdir.

Yüksek sesle dile getirilebilir olan sosyal, siyasi, etnik-mezhepsel talepler, mevcut yönetim tarafından tam anlamıyla karşılanamaz.

Devlet kurumları zayıf bir görünüm çizer ve pek çok istek askıya alınır. Taleplerin karşılanmasında güçlük çekildiği veya gecikmeli, ertelenmeli bir şekilde giderilmeye çalışıldığı bu rejimlerde iç karışıkların çıkması muhtemeldir.

Bu iç karışıklıklar beraberinde istikrarsızlık ve ekonomik gerilemeyi de beraberinde getirir.


Bu tür anokratik ülkelere Irak ve eski Yugoslavya'yı örnek vermek mümkündür.

Saddam Hüseyin'in diktatörlüğü döneminde hakim olan siyasi baskının görünmez olmaya ittiği pek çok yapı, yönetimin değişmesiyle birlikte görünür hale gelmiştir.

O döneme dek iki ayrı etnik gruptan oluştuğu bilinen Irak'ta Şiilerin toplumun yüzde 60'ını oluşturan dominant bir unsur olduğu konunun uzmanları dışında bilinmeyen bir gerçek olarak varlığını devam ettirmiştir.

Saddam Hüseyin'in gitmesiyle birlikte ABD'nin demokrasi kılıfı altında, devleti Şii ağırlıklı bir yönetime teslim etmesi ile sistemde dışlanan ve azınlık konumuna gelen Sünniler bu duruma tepki olarak IŞİD veya başka isimler altında birleşerek iç karışıklıklar başlatmış, Kürtler ise fiilen bağımsızlıklarını iddia etme yoluna gitmişlerdir.


Benzer bir durumun, Tito'nun ölümünden sonra eski Yugoslavya'da da geçerli hale geldiği görülmektedir.

Hırvat kökenli Tito, sosyalizm adı altında farklı etnik ve dini grupları otoriter bir sistem ile 1980'lere kadar yönetme yolunu seçmiştir.

Fakat Tito'nun ölümünden ve eski Sovyetlerin yıkılmasından sonra ülkedeki muhtelif gruplar içinde bulundukları geçiş sürecini kendi lehlerine çevirmek için karşı karşıya gelmişler ve uzun iç çatışmalardan sonra eski Yugoslavya farklı devletlere bölünerek parçalanmıştır.

Bugün bu problemin artçıları Kosova gibi bağımsızlığını elde etmiş devletlerde etkisini devam ettirmektedir.


Konunun uzmanları, diktatörlükten demokrasiye geçişin, güçlü bir lider eşliğinde ve zamana yayılarak gerçekleştirilmesi gerektiğini söylemişlerdir.

Bu minvalde bir model olarak sunulan Meksika örneğine bakıldığında, demokratikleşme sürecini 20 yıllık bir geçiş döneminin ardından herhangi bir iç savaş ya da bölünme olmadan gerçekleştirdiği gözlemlenmektedir.

1982 yılında seçimleri kazanan Partido Accion Nacional partisi, daha önce ülkeyi yöneten elitleri sistemin dışına itmeden bünyesindeki farklı grupları sistem içinde tutarak iç savaş ortamı doğmasına izin vermemiş ve 2000 yılına kadar bu geçiş sürecini tamamlamıştır.

Yaklaşık 30 yıl boyunca ülkeyi demir yumrukla yöneten Suharto'dan görevi devralan Muhammed Habibi, demokrasiye geçiş sürecinde devlet kurumlarının zafiyetinden dolayı başta Fogu Timor olmak üzere diğer adaların bağımsızlığını kazanmasını engelleyememiş ve tüm iyi niyetine rağmen ortaya çıkan etnik talepleri karşılayamayarak kullandığı orantısız şiddet ile ülkeyi iç savaşın eşiğine getirmiştir.


Bu perspektiften bakıldığında Türkiye'yi anakrotik bir ülke olarak tanımlamanın mümkün olup olmadığı sorusu gündeme gelebilir.

'İç Savaşlar Nasıl Başlar' adlı kitabında dünyanın çeşitli yerlerinde çıkan çatışma ve iç savaşları karşılaştırmalı olarak inceleyen Barbara F. Walter'a göre, Türkiye sahip olduğu karakteristik özellikler göz önüne alındığında anokratik bir ülke izlenimi vermektedir.

1876'dan, yani I. Meşrutiyet'ten bu yana parlamentarizme alışkın ve seçim tecrübesine sahip olmasına rağmen, Türkiye'deki geçiş süreçleri istikrarlı bir şekilde yürütülemediği için demokratik kurumlar ve kuvvetler ayrılığı istenilen ölçüde hayata geçirilememiştir. 

Üstelik çok dinli ve etnisiteli bir imparatorluğun mirasçısı olan toplum, Osmanlı'dan devraldığı bu heterojen yapıyı Cumhuriyet döneminde kurulan milli devlete aktarmak zorunda kalmıştır.

Osmanlı döneminin Müslim-gayrimüslim, Alevi-Sünni ayrımına dayanan toplumsal yapısı, Cumhuriyet döneminde hem dünyada milliyetçiliğin gelişmesi hem de Türkiye'de homojen bir milli devlet kurma amacı nedeniyle Kürt meselesinin öne çıkmasına sebebiyet vermiştir.

Dolayısıyla Cumhuriyet Türkiye'sinde Müslüman-gayrimüslim meselesi özellikle mübadele sonrasında ciddi bir sorun teşkil etmezken, Kürt ve Alevi meseleleri bugün Türkiye'nin başat meseleleri olarak gündemde kalmaya devam etmektedir.

Son yıllara kadar laik-antilaik meselesi de ciddi bir sorun olarak varlığını devam ettirse de, kentleşmenin artmasıyla birlikte temel bir sorun olmaktan çıkmıştır.


Kısacası, etnik ve mezhepsel meselelerin gündemdeki yerini koruduğu, özellikle askeri müdahaleler nedeniyle demokratik kurumlarını yeterince güçlendirememiş, kuvvetler ayrılığını istenilen düzeyde tesis edememiş bir Türkiye, ne yazık ki yukarıda tanımlanan anokrasi kriterlerini karşılamaktadır.

Türkiye'nin bu anokratik yapısı, ülkeyi gereksiz tartışma ve çatışma ortamına sürükleyerek mevcut enerjisini kaybettirmekte, potansiyelini gerçekleştirmesine ket vurarak toplumsal barışın sağlanmasına engel olmaktadır.

Sosyolojik açıdan bakıldığında bu bölünmüşlüğü aşmanın yollarından biri kentleşmedir.

Kentleşme ile birlikte farklı insan grupları arasındaki ilişkilerin ve evliliklerin artması, etnik ve mezhepsel kimliklerinin dışında meslek, okul, mahalle vb. yeni kimlikler edinmeleri bu ayrışmayı yumuşatarak toplumsal bütünleşmenin gerçekleşmesine katkı sağlamaktadır.

Ancak bu birkaç nesil sonra gerçekleşebilecek bir süreçtir. Türkiye bu konuda, özellikle seksenli yıllardan sonra yaşanan hızlı kentleşme ile bazı ilerlemeler kaydetmiş olsa da henüz gerekli bütünleşmeyi sağlayabilmiş değildir.

Kürt meselesinde etnik bir parti olan HDP'nin oy oranı bunun göstergelerinden biridir.


Bu bölünmüşlüğü aşmanın bir diğer yolu ise toplumun farklı kesimlerinin üzerinde uzlaşılmış bir reform gündemi çerçevesinde, yeni bir toplumsal sözleşme temelinde demokratik ve adil bir toplum inşa etme idealiyle bir araya gelmesidir.

Ne yazık ki Türkiye, kendi iç dinamikleriyle böyle bir zemini yaratmaktan, bugüne kadarki tecrübelere bakılırsa, oldukça uzak bir görüntü çizmektedir.

90'lı yılların sonu ve 20'nci yüzyılın başlarında Türkiye'nin AB'ye katılma perspektifi somutlaşmaya başladığında hem devlet içindeki güç odakları hem de toplumun farklı kesimleri AB ölçeğinde reformlar istemeye ve uygulamaya başlamıştır.

Devletin ve toplumun neredeyse tüm kesimleri AB üyeliğinde kendileri için faydalı olacak bir gelecek vizyonuna sahip olduklarından, Türkiye çok kısa bir sürede daha önce hayal bile edilemeyecek pek çok reformu gerçekleştirmiştir.


Ne yazık ki Türkiye'nin reform süreci Almanya'da Angela Merkel'in, Fransa'da Nicola Sarkozy'nin iktidara gelmesiyle sekteye uğramaya başlamıştır.

Özellikle Sarkozy'nin baskısıyla Türkiye'nin AB üyeliği fiilen engellenince, bir yandan AB süreciyle başlayan reform dinamiği yavaş yavaş durma noktasına gelmiş, diğer yandan da eski toplumsal bölünmeler yeniden ortaya çıkmaya başlamıştır.

Ne yazık ki devlet içindeki güç mücadeleleri, Alevi ve Kürt meseleleri hala toplumsal bütünleşmenin önünde ciddi bir engel teşkil etmektedir.

Maalesef 2000'li yıllardaki demokratikleşme ve reform sürecinden sonra Türkiye yeniden anokratik bir zemine oturmuştur.


Türkiye bu kırılgan yapısıyla bir seçime gitmektedir. Oldukça gerilimli bir ortamda gerçekleşen bu seçim sürecinden sonra Türkiye yeniden bir reform sürecine girebilir ve toplumsal bütünleşmesini geliştirerek anokratik ortamdan çıkabilir mi sorusu hayati öneme sahiptir.

Maalesef şu anda bu soruya olumlu bir cevap vermek mümkün görünmemektedir.

DP'nin dışarıdan desteklediği Kemal Kılıçdaroğlu'nun Cumhurbaşkanı seçilmesi halinde Kürt meselesi ile ilgili bir açılım yapsa bile, PKK'nın böyle bir açılımı engelleyeceği şimdiden öngörülebilir.

PKK ve HDP yetkililerinin açıklamalarına göre Suriye'deki gibi bir özerkliğin hedeflendiği görülmektedir.

Cumhur İttifakı'nın seçilmesi halinde ise AK Parti'nin 21'inci yüzyılın başlarında olduğu gibi yeni bir reform dalgası gerçekleştirecek vizyon ve enerjiye sahip olup olmadığını söylemek ise oldukça zor görünmektedir.

Doğru olan tek şey, Türkiye'nin bu anokratik yapıdan kurtulamadığı sürece arzu edilen düzeyde demokratikleşme ve kalkınmayı gerçekleştiremeyeceği, toplumsal barışının ve üniter yapısının her zaman tehdit altında olacağıdır.

Umalım ki Türkiye, reform hamleleri ile zamana yayılmış ve istikrarlı bir yapıya kavuşsun.

 

 

*Anokrasi veya yarı demokrasi, kısmen demokrasi ve kısmen diktatörlük[2][3] veya "demokrasiyi otokratik özelliklerle harmanlayan bir rejim" olarak tanımlanan bir hükûmet biçimi anlamına gelmektedir.

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU