Tepkilere rağmen Macron, Avrupa ve diğer pek çok konuda haklı

Soğuk Savaş düzeninden daha karmaşık bir sisteme zorlukla geçmeyi hâlâ sürdüren dünyada, Avrupa'yı farklı bir stratejik oyuncu olarak gören vizyonuyla hatırlanabilir

Macron sadece ABD kamuoyunun bazı kesimlerini değil, Atlantik ittifakına en çok bağlılık gösteren AB üyelerindeki kamuoyunu da küplere bindirdi (AP)

Ülkesi sokak protestoları ve grevlerle boğuşurken Fransa Cumhurbaşkanı'nın Çin ve Hollanda'ya devlet ziyaretlerinde bulunma kararını sorgulayabilirsiniz ancak seyahatleri sırasında söylediklerinin ve yaptıklarının bir kısmına gösterilen tepkiler (Bunların çoğunlukla İngiliz dilinde ifade edildiğini de söylemek lazım) dar görüşlü, gereksiz yere savunmacı ve geçmişe takılıp kalmış bir dünya görüşünü yansıtıyor.

Birleşik Krallık'ın eski başbakanı ve dışişleri bakanı Liz Truss tarafından Washington'da dile getirilen ilk itiraz, Emmanuel Macron'un Çin'e gitmiş olmasınaydı. İtirazın sebebi Macron'un ülkesindeki herhangi bir zorluk değil, kırmızı halı gezisinin bir hasma yaranma ve sözümona birleşik Batı bloğundaki bölünmeleri açığa çıkarma olarak görülebilecek olmasıydı.

"Peki ne yeğlenirdi?" diye sorabilirsiniz. Macron'un Çin ziyareti, Şi Cinping'in Rusya'ya yaptığı devlet ziyaretinin üzerinden bir ay geçmeden gerçekleşti. Uluslararası diplomatik alan, yeni ve özel bir Rusya-Çin antantına mı bırakılacak? Kendi menfaatlerimizi gözettiğimiz sürece, ortak çıkarlarla ticaret yaptığımız bir ülkeyi dışlamak gerçekten Batı'nın (ABD, Birleşik Krallık, AB) çıkarlarına uygun mu?

En şahin hâlinde Birleşik Krallık bile Çin'le ticari ya da diplomatik ilişkilerin kesilmesini savunmuyor. Nitekim Birleşik Krallık hükümetinin gözden geçirilmiş dış politika prospektüsü (geçen ay yayımlanan Entegre İnceleme Güncellemesi [Integrated Review Refresh]), herhangi bir zorlama girişimine direnmenin yanı sıra ilişki kurmak için çalışmamız gerektiğini söylüyor ki bu gerçekçi ve makul bir yaklaşım gibi görünüyor.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Ve evet, Fransa'nın ve dolayısıyla Avrupa'nın ticareti ve görüşmeleri sürdürmek istediği ve Çin'in beynine girmeye çalışan tek gücün Rusya olmaması gerektiği manasında bir açıklama yapan Macron, tam şu anda Çin'e seyahat ederek bir mesaj veriyordu.

Böylesine bir yaklaşım yanlış mı? Çin, Ukrayna için ateşkes planı ve Suudi Arabistan'la İran arasındaki arabuluculuğu gibi Kuzeydoğu Asya dışındaki diplomatik eylemlerin bir diliminde hak iddia ederken, Avrupa'nın bu önerileri hazırlayan ülkeye sesini duyurması (doğrudan da olabilir) gerekmez mi?

Elbette duyurmalı. Ancak ABD Kongresi'nde uzun zamandır en yüksek sesle bağıran Çinofobikler ve onların daha uzaktaki dostları aksini düşünüyor. Ve işler daha da kötüye gitti. Şi Cinping'ın büyük saygı göstererek ağırladığı Macron, Avrupa-ABD-Çin üçgenine ilişkin bazı düşüncelerini açıkladı. Fransız basınına göre, "En kötüsü, Avrupalılar olarak bu konuda takipçi konumunda olmamız ve kendimizi bir Amerikan ritmiyle aşırı bir Çin tepkisine adapte etmemiz gerektiğini düşünmek olur" dedi.

Görünüşe bakılırsa en büyük suçu, Tayvan konusunda ABD'yle Çin arasındaki gerilimin tırmanması halinde Avrupa'nın çıkarlarının ABD'ninkilerden farklılaşabileceğini öne sürmekti. Risk, "bizim olmayan" krizlere bulanmaktı; bu da Avrupa'ya "kendi stratejik özerkliğimizi finanse edecek ne zaman ne de araç" bırakacak ve "[dünya düzeninde] üçüncü kutup olabilecekken tabi olacağız."

Şimdi, AB'nin "stratejik özerkliğini" kullanması ve ABD'yle Çin'den bağımsız bir "üçüncü kutup" haline gelmesini öngören büyük fikrin yeni olmaktan çok uzak kaldığını vurgulamak gerekiyor. Bu, Macron'un cumhurbaşkanlığının ilk günlerinden itibaren dış politika açıklamalarının tekrar eden bir teması, hatta en önemli teması oldu.

Rusya'nın Ukrayna'yı istilası ABD'yi Avrupa'ya kapsamlı bir şekilde geri getirdikten sonra Macron'un bu tür düşüncelerinin tonunu yumuşatacağını umanlar vardı ama yanıldılar. Avrupa'nın "stratejik özerkliği", Macron'un Avrupa'ya yönelik arzusu için hayati önem taşımayı sürdürüyor.

Bu büyük fikir yeni olmasa da, Tayvan boyutu yeniydi. Çin'in Tayvan açıklarında yaptığı manevralar ve ABD'nin söylemini sertleştirmesi karşısında Macron'un özünde savunduğu şey, ABD gerilimi tırmandırıyor gibi görünürse Avrupa'nın koşulsuz desteğine güvenmemesi gerektiğiydi. AB'nin gözetmesi gereken kendi çıkarları vardı ve bunların arasında Çin'le savaş olmayabilirdi.

Macron bunu söyleyerek sadece ABD kamuoyunun bazı kesimlerini değil, başta Polonya olmak üzere Atlantik ittifakına en çok bağlılık gösteren AB üyelerindeki kamuoyunu da küplere bindirdi. Onların bakış açısından daha da kötüsü şuydu: Birkaç gün sonra Hollanda'ya yaptığı devlet ziyareti sırasında sözlerinden geri adım atması ya da bunları hafifletmesi istendiğinde, Macron söylediklerinin arkasında durarak Tayvan'a ilişkin gerilimin tırmanmasına karşı bir kez daha uyarıda bulundu.

Macron için ek bir zorluk da, ABD'nin Tayvan politikasının geleceğine ilişkin belirgin şüphelerinin gerek Ukrayna'ya askeri yardım konusunda gerekse Macron'un, Ukrayna'nın istilasından sonra bile Putin'le görüşmeyi sürdürdüğü ve savaş sonrası herhangi bir çözümde Rusya'nın güvenliğinin dikkate alınması gerektiğini söylediği Rusya konusunda, Fransa'nın ABD'yle tam olarak aynı çizgide olmadığını teyit ediyor gibi görünmesiydi.

Ancak Macron'un sözlerinin yarattığı hiddetin başka bir etkisi daha oldu. AB için "stratejik özerklik" fikrini ve Avrupalıların (yani Birleşik Krallık hariç AB'nin) ABD'den farklı dış politika ve savunma politikaları izlemesinin, uygulanabilirliği bir yana, arzu edilir bile olup olmadığı tartışmasını yeniden başlattı.

Bu tartışmaya katılanlardan biri de alaycı bir üslupla, "Belki de biz Tayvan'a ve Çin'in ortaya koyduğu tehditlere odaklanacağız, siz de Ukrayna ve Avrupa'yla ilgileneceksiniz demeliyiz" ifadesini kullanan ABD senatörü ve bir zamanların başkan adayı Marco Rubio oldu.

Rubio'nun sorusu "hayır" cevabını varsayıyordu. Bununla birlikte, Avrupa'dan ve belki de Elysee'nin şu anki sakininin gözünden bakıldığında, "evet" de pekala makul bir yanıt olabilir. Zira 1945'ten bu kadar uzun bir süre sonra Amerika Birleşik Devletleri'nin Avrupa'da ne işi var? Avrupalıların kendi savunmalarının sorumluluğunu üstlenmelerinin zamanı çoktan gelmedi mi? Bunun Rusya'nın Avrupa'nın daha büyük bir bölümünü ele geçirmesine yol açacağını iddia edenlere karşı, ABD'nin Ukrayna'nın NATO heveslerine verdiği desteğin Avrupa'da şu anda tam gaz süren savaşın nedenlerinden olduğu da aynı şekilde öne sürülebilir.

Ayrıca, özellikle ABD kendisini bir Pasifik gücü olarak görmeye "yöneldiğinden" beri, ABD ve Avrupa'nın çıkarlarının gerçekten ne kadar uyumlu olduğunun da sorulması gerekiyor. NATO büyük ölçüde ABD'nin emriyle dikkatini Pasifik'e çeviriyor. Macron, Hollanda'da Fransa ve Avrupa'nın açık denizleri korumaktan yana olduğunu ancak bu hedefe Çin'le savaşmadan da ulaşılabileceğini ve ulaşılması gerektiğini belirtti. ABD aynı fikirde mi?

"Stratejik özerkliğin" pratiklerine gelince, Avrupa'nın ister savunmada, ister enerjide (Rus gazının yerini artık büyük ölçüde ABD menşeli sıvılaştırılmış doğalgaz aldı), isterse de doların rezerv para birimi olduğu finans alanında olsun, ABD desteği olmadan ayakta kalamayacağı ileri sürüldü. Aslında Avrupa'nın kendi savunmasını üstlenmemesi için hiçbir neden yok (Donald Trump'ın başkanlığı sırasında bunu düşünmeye başladı). Coğrafi ya da ekolojik olarak ABD enerjisini ithal etmenin bir anlamı yok ve doların küresel rezerv para birimi olmasına halihazırda meydan okunuyor.

Macron, Avrupa ya da AB'nin üçüncüsünü oluşturduğu üç kutuptan bahsederken yanılıyor olabilir. Ancak uluslararası düzende hâlâ sadece iki kutup varmış gibi konuşan ve davranan ABD'yle Birleşik Krallık gibi ülkeler kadar yanılmıyor: Bu iki kutup ister sanayileşmiş Kuzey ve sözde küresel Güney olsun, isterse de "bizim değerlerimize" bağlı olan ve olmayan ülkeler olsun. BM'de Ukrayna konusunda Rusya'nın izole edilmesine karşı art arda yapılan oylamaların da gösterdiği gibi çok kutuplu dünya hızla gelişiyor.

14 Nisan Cuma, Emmanuel Macron'un Fransa'da devlet emekliliği yaşını yükseltme çabaları Anayasa Konseyi tarafından onaylanacak ya da onaylanmayacak. Bu karar, cumhurbaşkanlığının kalan dört yılı için Avrupa'nın "stratejik özerkliği" hakkında söylediklerinden daha fazla etkiye sahip olabilir. (Fransa'da Anayasa Konseyi emeklilik yaşını 64'e çıkaran reformu ana hatlarıyla onayladı -ed.n.)

Bununla birlikte tarihin genel akışı içinde, Soğuk Savaş düzeninden daha karmaşık bir sisteme zorlukla geçmeyi hâlâ sürdüren dünyada, Avrupa'yı farklı bir stratejik oyuncu olarak gören vizyonuyla hatırlanabilir. Dahası, görevi bıraktığında hâlâ 50 yaşından genç bir siyasetçi olarak, yeni küresel kurumları hayata geçiren argümanları ortaya koyan çok deneyimli bir eski devlet adamı olabilir.

 

https://www.independent.co.uk/voices

Independent Türkçe için çeviren: İpek Uyar

Bu makale kaynağından aslına sadık kalınarak çevrilmiştir. İfade edilen görüşler Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independent

DAHA FAZLA HABER OKU