Risale-i Nur'da din ve milliyet

Hüseyin Siyabend Aytemur Independent Türkçe için yazdı

Bu ders, bugünümüz konusu değil, Risale-i Nur bağlamında fikri ve düşünsel bir alt yapı gerektirdiği gibi, başlı başına özel bir ilgiyi hak ediyor; bizi en fazla ilgilendiren konunun bugünkü resmi ideoloji temsilcilerinin yaklaşım tarzına değinmek istiyorum.

'Tek millet, tek dil, tek bayrak, tek devlet' anlayışının İslam'la birleştiği noktalar var mı? Ve çeliştiği noktalar?

Neler olduğunu ve bugünkü Müslümanların da bu hataya nasıl düştüğünü sarahaten Risale-i Nur'dan ve Kur'an'dan birkaç ayet ile izah edeceğim.

Ki bu hakikatler kişiye ne kadar karşı, kişinin çıkarlarına ne kadar ters düşerse dahi, yine bunu dile getirmek zorunda olunduğunu birkaç noktadan izah etmeye inşallah çalışacağım. 

Konumuzun çalışma yöntemi bir başlık içinde birçok ana konuyu içinde barındırıyor; 'din ve millet', 'İslam ve millet', 'din ve dil', 'İslam ve dil', 'din-coğrafya/toprak-milliyet', 'İslam-toprak-milliyet ilişkisi', 'milliyet ve ümmet/enternasyonalizm'.  Ve bunların Risale-i Nur metni ile değerlendirilmesi.

Kısaca bu dinlediğiniz/okuyacağınız metin, bu usullerin dışında, herhangi bir metodu takip etmeden kısa bir ders olduğu noktasında bakın lütfen.  
 

İnsanlar bir tek ümmet idi.

(Bakara Suresi, Ayet:213)

Bu ayet çok ilginçtir... Tek yönlü, tek bakış, tek sınıf, tek seviye, tek devlet, tek bayrak, tek dil, tek vatan, tek kabiliyet, tek arzu, tek bir yöne meyil, tek mahiyet, tek tek tek tek sonsuza kadar tek...

Ve sonra "tek"lerin parçalanışına tanık olduk;

İnsanların kabiliyet ve istidad çihetiyle 'ihtilaf'a düştüler.

(İsra Suresi, Ayet. 84)
 

 

Seîdê Kurdî, Risale-i Nur'da "Cenâb-ı Hakk'ın esmâ-i hüsnâsının hadd ü hesâba gelmez türlü türlü tecelliyyâtının vardır" hakikatini, bütün külliyatta altı köşeli izah eder:

Mahlûkàtın tenevvü'leri ve ihtilâfları o tecelliyyâtın tenevvü'lerinden ileri geliyor. İşte her kemâl ve cemâl sâhibi, fıtraten cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca; o muhtelif esmâ dahi, dâimî ve sermedî oldukları için, dâimî bir sûrette Zât-ı Akdes hesâbına tezâhür isterler.

Ya'nî nakışlarını görmek isterler; ya'nî kendi nakışlarının âyinelerinde cilve-i cemâllerini in'ikas-ı kemâllerini görmek ve göstermek isterler, Ya'nî kâinât kitâb-ı kebîrini ve mevcûdâtın muhtelif mektûbâtını ânen feânen tâzelendirmek; ya'nî yeniden yeniye ma'nidâr yazmak; ya'nî -bir tek sahîfede ayrı ayrı binler mektûbâtı yazmak ve herbir mektûbu, Zât-ı Mukaddes ve Müsemmâ-yı Akdes'in nazar-ı şuhûduna izhâr etmekle -berâber; bütün zîşuùrun nazar-ı mütâleasına göstermek ve okutturmak iktizâ ederler.


Bu yedi maddede alıntıladığımız bölümün izahı çok uzun ama çok da güzeldir, şimdi dikkat çekmek istediğim nokta "Mahlûkàtın tenevvü'leri" çeşit çeşit olmaları "ve ihtilâfları" ayrı ayrı olmaları "o tecelliyyâtın tenevvü'lerinden ileri geliyor" yani Allah'ın esması çok mütenevvi'dir.  

Bir başka ifadeyle esmau'l-ef'al, esmau'l-hüsnâdan doğar, zira Cevşen bize bunun dersini veriyor, Allah'ın ayrı ayrı isim ve unvanları vardır.

Her bir isim ve unvanın muktezi ve tecelliyyatı ayrı ayrıdır, bu nedenle kainatta var olan bütün canlı cansız bütün mevcudat birbirinden farklı olduğu gibi, her insan 'birey' olarak da farklı olması o "tecelliyyâtın tenevvü'lerinden ileri geliyor."

Her bitki, her canlı, her millet, her dil, her cins arasındaki farklılıklar bu nedenledir.

Ayrıca "o tecelliyyâtın tenevvü'leri" sürekli olması ve devam etmesi de yine her mevcut ve canlının farklılığını korunmasını gerektirir.

Bu durumda "faâliyyet-i Rabbâniyye" söz konusudur; buna muhalefet eden, Allah'ın esmasının hadd hesaba gelmezliğine itiraz etmek anlamındadır.

Aynı zamanda, bu farklılıkların çeşitliliğin devamı içinde ölüm zeval firak musibet ayrılık bela hastalık gibi durumları da gerektirir.

İnsan bu kainatın bir misal-i musaggarıdır, yani kainat küçülmüş insan olmuş, insanı büyütsen kainat olur, bütün bu çeşitliliği fıtratında taşımaktadır, hem manen hem madden bir haritadır.

Yani her insan, "Mahlûkàtın tenevvüve ihtilâfları" ayrı ayrı olmaları "o tecelliyyâtın tenevvü"den kaynaklanan bir keyfiyete sahip olduğu gibi, her insanın potansiyelinde çeşitli milletleri başkasından ayıran nitelikleri de taşımaktadır. 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Bir ulus varlığının farklılığını bütün boyutlarıyla gösterebilmesi de yine bu "tecelliyyâtın tenevvü"nün bir başka boyutudur.  

İki farklı ulus, karşılık, tüm eşit olanaklara sahip olarak varlığını kardeşliğini devam ettirmesi yine "tecelliyyâtın tenevvü" iktizasıdır.  

Kültürlerin çeşitlenmesi insani birliği daha kolay sağlar. Bir Kürt ve bir Türk'ün arasında ne zaman anlaşma sağlanabilir. Bu ancak ikimizin de insan olmasıyla mümkün olabilir.

Eğer ikimizde bir tür olursak ben onun kalıbında bir insan olurum, ama muhtevası olamam.

Bu durum insani birlik için Türk olmayanın da insan yerine konulmalı ki başkalarıyla birleşebilecek bir varlık olsun.

Konuyla ilgili bir misal vermek gerekirse, sözgelimi, 5 milyon Türk, 5 milyon da alt sınıf olsun; alt sınıf oldukça birlik imkânsızdır. Çünkü 5 milyon insandır, ama diğerleri insan yerine konulmuyor.

Onlar da önce insan kabul edilmeli ki birlik olsun. Bir Kürt, önce Kürt olacak, eğer Kürt kimliği ondan alınırsa onu Kürt yapan tüm muhtevasından ayırmış olacağız. 

Ben eğer Kurdî sanatım, dinim, edebiyatım, ruhumdan uzaklaştırır ve uzaklaştırılırsam, bunlarla ilişkilerim kesilirse; insanlığımdan da uzaklaştırılmış olacağım.

O zaman ben Türklere benzeyen bir kalıba dönüşürüm. "Türk düşünür, başkaları düşünemez" yargısı geçerli olur.


Birlik nasıl sağlanabilinir ki?

Öyle bir düzeye varalım ki hem Kürt düşünebilsin, hem Türk.

Hem Kürt üretip tüketebilsin hem de Türk; hem benim dinim olsun hem senin; senin devletin var, benimde olmalı.

İşte o zaman iki insan gibi (o bir efendi, ben bir köle olarak değil) el ele verebiliriz ve insani birlikteliğimizi sağlayabiliriz.
 

Saide Kurdi.jpg
Bediüzzaman Seîdê Kurdî (Said Nursi)

 

Bediüzzaman'ın önemle dikkat çektiği gibi: "Tecelliyyâtın tenevvü" Sırr-ı Ehadiyetin iktizasıdır.

Dolayısıyla "tek devlet, tek millet, tek dil" ifadesi Allah'ın varlığına ve tecelliyyâtının tenevvüne iftira ve aykırıdır, zira "her kemâl ve cemâl sâhibi, fıtraten" yaradılış gereği "cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca; o muhtelif" ayrı ayrı "esmâ dahi, dâimî ve sermedî oldukları için, dâimî bir sûrette Zât-ı Akdes hesâbına tezâhür isterler. Ya'nî nakışlarını görmek isterler ya'nî kendi nakışlarının âyinelerinde cilve-i cemâllerini ve in'ikas-ı kemâllerini görmek ve göstermek isterler."

Mâdem her cemâl ve kemâl sâhibi, kendi cemâl ve kemâlini seyretmekten lezzet aldığı gibi başkalarının o cemâl ve kemâli seyretmelerinden de ayrı bir lezzet alır, aynen öyle de Cenab-ı Hak, bütün alemi tecelliyyat-ı esmasına âyine eylemiş ve o esmâ,Zat-ı Akdes hesâbına tezâhür etmek, ya'nî mevcûdât ayinelerinde esmâ-i İlâhiyyenin nakışlarını ve cilve-i cemal  ve kemallerini görmek zişuùra göstermek isterler. esmâ-i İlahiyye, tecelliyyatını ve ahkamını Zât-ı Akdes hesâbına gösterip icrâ ederle bu nedenle Allah, Cemal ve Kemal-i sıfatlarını tecelli ettiriyor, bu tecelli sebebiyle alemi nev'lere,cinslere, fasıllara ferdlere ayırıyor.

İşte bu nedenle Kürtçe, Arapça, İngilizce, Türkçe, Farsça vs bütün diller Allah'ın ehadiyet sıfatına dayanır. 


Dolayısıyla:

İslam bir dindir ve iradidir. İslam kendi özünde de bir kavmin bir ırkın çocuğu değildir.

Bunun en açık delillerinden bir tanesi de şudur ki; İslam'ın düşünce kültür ve bilimi Arap dünyasının dışında Endülüs'e kadar yayıldı.

Ama onun ilk doğuş yeri olan Mekke ve Medine ve tüm Arap Yarımadası ilk siyasi heyecanın yatışmasından sonra, başlangıçtaki sönük ve donuk günlerine döndü ve geriye sahra kaldı.

En temel birinci kaynaklar Dinever/Horasan bilgileri yazdı. İslam en baştan beri Arap bağını kendinden uzak tutmaya çalıştı.

Kur'an'ın Araplara dayanmamakla kalmaması, hatta Peygamber (a.s) ve ilk muhacirlerin kabilesi, Arapların en iftihar duyulacak kabilesi Kureyş'i övmek bir yana, aksine ağır bir dille ve itham ederek Araplardan bahsetmesi ve onlan toplumsal psikoloji açısından nifakta ve hak yemede herkesten aşırı ve daha şiddetli isimlendirmesi ilginçtir:

Küfür ve nifak bakımından Araplardan/Bedevilerden daha şedidi yoktur.

(Tevbe Suresi, Ayet, 97)


Araplar arasında İslam tarafından Arap'a yönelik bu bakış, İslam'ın ırk temelli karargâhı olmadığının, Arap'ı, dinin sahibi, akrabası değil, muhataplarından biri saydığının göstergesidir.

Araplığın, İslam'ın fikri hareketini yozlaştırmak ve imha etmek, buna karşılık kendi ırkçı ve emperyalist siyasetlerini uygulayabilmek için istinat edilen ırkçı milliyet olarak Emevilerin siyasetinde dayanak olduğu ortadadır…

Kur'an gayet somut biçimde milliyetlerin varlığını nesnel ve doğal gerçeklikler olarak desteklemiştir.

Çoğunlukla milliyetin İslam tarafından inkâr edildiğine delil olarak kullanılan Kur'an ayeti, aslında tam da bunu ispatlamaktadır:

Ey insanlar, biz sizi erkek ve kadından yarattık. Birbirinizi tanımanız için sizi milletler ve kabileler olarak var ettik. Sizin Allah katında en üstününüz, kendini en çok sakınanınızdır.

(Hucurat Suresi; Ayet,13)


Bu ayet çok nettir ve oldukça temel ve bilimsel birkaç meseleyi gündeme getirmiştir: 

Birincisi: İnsanlığı tasnif ederken, önce insanlık toplumunun ilk tasnifi ve aynı zamanda tarihte ilk olarak somutlaşan "cinsiyet" açısından kategoriye ayırmaktadır. 

İkincisi: Cinsiyetten sonra duraksamaksızın "milletler ve kabileler" ya da milliyetler açısından insanlığın ilk gruplaşmasını tanıtıyor.

Üçüncüsü: Bu noktada; Kürt sorunu bağlamında 'tek devlet, tek millet' vurgusu, resmi ideoloji ile PKK ideolojisi, aynı kulvarda aynı sistemin parçası ve aynı bağlamda, sonuçları itibarıyla de aynı eylem anlayışına sahip olduğunun kısa özetini yapalım: 

Şeriati'nin dikkat çektiği gibi;

Bir toplum veya millette halkın iktisat eksenindeki çelişkisini esas alan sınıfsal gruplaşmayı hiç zikretmemektedir.

Çünkü bunu inkâr etmekle, her türlü sınıfsal görüşün reddedilmesini ve onun "gayri tabii", İslam'ın diliyle "gayri ilahi" görülmesini; toplumların, düzenlerin, sözleşmelerin ve yasaların ürettiği bir şey olduğunun anlaşılmasını sağlamaya çalışmaktadır. 

Sınıfsal görüşten kastettiğim, her ikisi de ideolojik çelişki üssü olan Marksizm ve burjuva liberalizmidir.

Birincisi, kendi tarih felsefesinde sınıfsal çelişkiyi bir zorunluluk görür ve onun varlığına bilimsel izah getirir.

İdeolojisinde bir sınıfı -sanayi proletaryası- kendine asli ve biricik dayanak yapar, buna mukabil diğer sınıfların yok edilmesine veya boyun eğdirilmesine ferman çıkarır.

Sınıfsal kategoriyi dünya üzerinde tek ve mutlak kriter olarak alır ve milliyetler esasına göre yapılan tasnifi görmezden gelir. 

Bu sebeple, esas itibarıyla milletler -sınıfları kapsarlar- arasındaki ilişkiden kaynaklanan "sömürgecilik ilişkisi", bu ideolojide gündeme gelmez.

Marksistlerin yüzyılımızda milletlerin sömürülmesine karşı tavır koymadaki zaafı ve bazen de saptırması ve hiçbir ülkelerinin bağımsızlıkçı hareketleri içinde görünmemeleri, işte milleti "bağımsız varlık" olarak kriter alamayan bu tek boyutlu ideolojik bakış nedeniyledir.

Burjuva ve kapitalist liberalizm ise, esasen hâkim ve mahkûm, zengin ve fakir, sömüren ve sömürülen sınıfların kesin varlığı temeline bina edilmiştir ve sınıfsal toplumdan başkasını asla düşünemez.


Dördüncüsü: Kadın ve erkek arasındaki cinsiyet farkından sonra milletler arasındaki var oluş farklılığının ortaya konması, milliyetler arasındaki farklılığın cinsiyetler arasındaki farklılık kadar somut ve bir o kadar apaçık olduğu hakikatini ifade etmektedir. 


Beşincisi: Milliyetlerin var edilmesini, tıpkı cinsiyetlerin yaratılması gibi kendisiyle (Allah'la) ilişkilendirmektedir (yarattık, var ettik); yani somut ve bağımsız milliyetlerin varlığı, felsefi bir varsayım veya siyası sözleşme ya da düşünce ve duygudaki bir vehim veya ideoloji değildir. Yaratılıştaki doğal gerçekliktir. 


Altıncısı: Hepsinden önemlisi, milliyetler arasındaki doğal ve ilahi farklılığın var oluş hikmeti (hikmet: bir şeyin sanatlı olması, nimet olması, bir maslahat ve gayesinin olması ve kanun dairesinde olması anlamındadır) ve insan türünün büyük toplumundaki bu gruplaşmanın nihai sebebidir; oldukça derin ve bilimsel, ama aynı zamanda da ilerici ve insancıl. 

"Tanışasınız diye" -yani milletleri, birbirlerini tanımaları için insanlık toplumunda çeşit çeşit varettik- ifadesi, milletler arasındaki ilişkide "tanışma""çelişki", "çekişme", "övünme" ve "üstünlük" yerine geçirmek istediği çerçevesiyle özetlenemez sadece.

Bilakis, esas itibarıyla büyük bir bilimsel gerçeği söz konusu etmektedir; o da "tanışma"nın -birbirini tanıma- milletlerin var oluşundaki farklılığın nihai ve mantıksal sonucu olmasıdır. 

Bunu geçtik, birbirini tanımak, düzenlenmiş, sözleşmeli, siyasi ve ahlaki bir ilişki değildir. Aksine, bu farklılığın vazedilmesinin ve insanların milletler ve kabileler haline getirilmesinin asli sebebidir.

Dilbilimciler der ki: "Yabancı bir dili öğrenmedikçe kendi dilini öğrenemezsin."

Sosyologlar, "ben" (le moi) kavramının insan tekinde ilk ortaya çıkışının, "öteki" (l'autrui) kavramını anladığı anda olduğuna inanır.

Bir "şahsiyet", "diğer şahsiyetler"le ilişki kurmaksızın asla şekillenemez ve gerçekleşemez. Karşılıklı diyalektik bir ilişkiyi anlatan bu hakikat, özellikle milliyet hakkında çok daha doğrudur.

Çünkü milliyet, aslında diğer milliyetler karşısında kendi şahsiyetini billurlaştırır ve ona can verir. 

Prof. Gurvitch, şu sözlerle, çok doğru bir noktaya dikkat çekmiştir:

Rus milleti, Bolşevik devriminden sonra, ikinci dünya savaşında faşizmin onu katletmek üzere akın ettiği andan itibaren hayat buldu.


Tarihimizde, biz Kürtlerin büyük bir coşkuyla kendi varlık ve mahiyetimizi ispatlama çabası içinde olduğumuz, milli ruhun coşup harekete geçtiği dönemlerde Şerefname veya Mem û Zîn yazımı, kadim efsaneleri nazmetme ve eskiyi canlandırmaya eğilim dönemleri tam da Kürtlerin varlığının inkârına yöneldiği zamanlardır.

Kürt milliyetinin başlarda İslam karşısında kendisini göstermediğini, sonra Kürtleri kendi çıkarlarının bir parçası yapmaya çalışan Cengiz Han, Hulagu vs veya Safevi, Osmanlı devletlerinin Kürd topraklarına girmelerinden sonra muhalefet ettiğini, ruh kazandığını, harekete geçtiğini ve çehresini net biçimde ortaya koyduğunu görmemiz gerekiyor. 

Başlarda onu yok etmek istemeyen, davet eden bir inanç karşısında olması, ama sonra kendisini, onu davet eden değil, yok etmek isteyen ve üstünlük taslayan yabancı bir millet karşısında bulması yüzündendir. 

Çağımızda 'üçüncü dünya'da, yani sömürgeciliğin kendisine tarla yaptığı ve milletleri reddederek kendi egemenliğini ve varoluşsal üstünlüğünü kültürüyle birlikte onlara yerleştirdiği dünyada güçlü milliyetlerin doğup büyümesine tanık olmayan kimse var mı? 

Egemenlerin ve sömürgeciliğin, yeni milletler icat veya ihya etmede ve eski milliyetlerin yeniden doğuşunu sağlamada nasıl güçlü bir etken olduğunu görebiliyoruz.

Shandel adındaki sosyoloğun şu ifadesi, üzerinde düşünmeye değer sözdür:

Anti-semitizm (Yahudi karşıtlığı), Hıristiyanlık ve Batı faşizmi Siyonizm'i ortaya çıkardı; Siyonizm de pan-arabizmi.


Milletler yalnızca birbirleriyle çekişirken can bulmazlar, bilakis birbiriyle ilişki sırasında da tanışırlar. Aslında "birbirini tanımak", "kendini tanımakla" sonuçlanır.

Genel eğilimin kültürler ve milletler arasında alışveriş, temas ve karşılaşmaya doğru olduğu asrımızda, milletlerin çehresini daha somut ve daha şeffaf yapan, uluslararası ve evrensel bilgiyi arttıran bu birbirine karışmalar, buluşmalar ve karşılıklı ilişkilerin milletlerde milli bilinci daha da derinleştirdiğini ve berraklaştırdığını; her milletin, daha açık ve daha emin biçimde "vicdanlı" olduğunu görüyoruz.


Yedincisi: Sonunda geçen "Sizin Allah katında en üstününüz, kendini en çok sakınanınızdır" ifadesi, çeşitli milletlerin doğal varlığını desteklemenin sebebinin "övünme" değil, "tanışma" olduğunu göstermek üzere tamamlayıcı cümledir.

Bu şekilde, milliyetin, insani bir hastalık ve milliyetin büyük hastalığı olan cahiliyetteki kavimciliğin ve modem zamanlardaki rasizm ve faşizmin gayri insani uçurumuna düşmesini önlemeye çalışmaktadır.

Öte yandan "insani fazilet''i "milli asalet"le ahenkli hale getirmekte ve "üstünlük" meselesini milletler arasındaki ilişkide değil, aksine insan ile Allah arasındaki ilişkide, yani ahlaki ve insani değerlerde söz konusu etmektedir. 

Hür düşünceli ve bağımsızlık yanlısı Kürt, Türk, Fars, Arap "hilafeti" karşısında "eşitlik" -İslam'da milletlerin eşitliği- ilkesine dayanarak bu ilkeyi, "üstünlük"e –Türklerin, Farsların, Arapların üstünlüğü- istinat eden İlahilik atfedilen; -İmamet/Osmanlı/Kureyşilik- hilafetinin şiarı karşısında yükselttikleri hicri birinci ve ikinci yüzyılda kendilerine "Şuubiye" adını vermeleri ve bu adı da onlara milli olmalarını bahşeden dayanak olarak işte bu ayetten almaları tesadüf değildir. 

Bu da o sırada bu ayetten milliyetin reddini değil ispatını, bağımsızlığın hak oluşunu ve ona dayanmanın meşruiyetini nasıl çıkardıklarını göstermektedir.

Aynı zamanda, İslam ve milliyetin ilişkisi adını verdiğimiz şeyin ne olduğu ve ne anlama geldiğini de göstermektedir.


"İslam medeniyetinde birlik ve çeşitlilik" konusunu Seîdê Kurdî'nin de sık ve tekrarla dile getirdiği, İslam'ın -biricik inanç olarak- kendi birliğini korumasının yanı sıra, "muhtelif milletlerin kabı"n da çeşitlenebildiği ve böylelikle "dinin birliği", ama "milletlerin çeşitliliği"ni bir araya getirebildiğini göstere biliriz.

Risale-i Nur'dan aldığım ders perspektifinde bana kazandırdığı en önemli konulardan bir tanesi işte bu "din" ve "milliyet" konusudur. Bu konudaki fikrim tek kelimeyle, milliyet ve din arasındaki bağ, "şahsiyet" ve "inanç" arasındaki bağdır. 

Birkaç milliyet ortak bir dine sahip olabilir, Fransız, İngiliz gibi. Bunun aksine, bir milliyet de birkaç dine sahip olabilir, Kürtler ve Hintliler gibi.

Dolayısıyla milliyet ve dinin iki ayrı kategori oldukları gibi, ne eşanlamlı, ne de zıt olmadıkları kanaatindeyim

 

 

Not: Çalışmanın kaynaklarını derli toplu bir metot ile yazılacak metinde bulacaksınız.

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU