Kadına şiddet ve dindar kadınların duruşu

Naman Bakaç, Independent Türkçe için Yıldız Ramazanoğlu, Fatma Bostan Ünsal, Seher Akçınar Bayar ve Berrin Sönmez ile Kadına Şiddet ve Dindar Kadınların Duruşunu konuştu

Fotoğraf: AA

Kadına şiddet toplumsal bir olgu olarak varlığını hayatımızda acımasız bir şekilde iş(ti)gal etmektedir. Üstelik şiddet azalarak değil, artan bir dozda bazen ülkeyi bazen de ardından bıraktığı travmatik çocukları derinden etkileyerek sürgit devam etmektedir.

Şiddetin yol açtığı travmalar, dramlar, ölümler ve yaralar ise sadece bireyi değil toplumsal bir çürümeye kapı aralamaktadır. Bir kadının vahşice katledilmesi, cumhurbaşkanından evdeki küçük yaştaki bir çocuğa kadar hepimizi konuşmaya itmekte ve sarsmaktadır.

Kadına şiddet ile beliren bireysel, toplumsal, hukuksal, ruhsal ve bedensel yaraları gidermeye dönük gerek iktidarlar gerekse de sivil toplum kuruluşları tarafından tedbirler, çözüm mekanizmaları, protestolar, hukuksal metin arayışları, toplumsal ve psikolojik destekler de kendini başgöstermekle beraber, yetersiz kalındığını da belirtmeden geçmemek gerekir.

Kadına şiddete karşı mücadele olarak kendini görünür kılan tüm bu çabalar içinde yer alan kimi feminist, sol, liberal, demokrat, milliyetçi, anarşist sivil toplum kuruluşları ve bireyler kadar, acaba İslami kurum ve kuruluşlar ile yazar, gazeteci, akademisyen ve edebiyatçı bireyler kadına şiddet olgusu karşısında ne düşünmekte ve neler yapmaktalar?

Kadına şiddete karşı ne tür sorumluluklar üstlenmektedirler? Gösterdikleri pratikler ve geliştirdikleri söylemleri var mıdır? Varsa bunlar nelerdir? ,

Bu gibi soruların peşine düşmek için yıllarca bu konuda söz söyleyen, kitaplar ve yazılar kaleme alan, tepkilerini ortaya koyan, konferans, sempozyum ve kongrelere katılan veya bir sivil toplum kuruluşu bünyesinde bunun mücadelesini sergileyenlere sorup, kadına şiddet ve dindar kadınlar ilişkisini masaya yatırmak istedik.

Kimi sivil toplum kuruluşları ile akademisyenlere teklifi götürdüğümüz halde; yoğunlukları, hastalıkları ve birtakım gerekçeler ile bu dosya soruşturmamızda yer alamayan önemli isimler sözkonusu oldu.

Ancak düşüncelerini paylaşan çok değerli dindar kadınlar, bu dosya soruşturmamıza katkı vermekten geri durmadılar.

Bunlar içinde; roman ve öykü yazarı, aktivist-yazar Yıldız Ramazanoğlu, insan hakları savunucusu, aktivist-yazar ve akademisyen Fatma Bostan Ünsal, insan hakları savunucusu, sosyolog-yazar Seher Akçınar Bayar ve son olarak Gazeteduvar yazarlarından ve Medyascope'ta "Feminist Bakış" programı yapan Berrin Sönmez ile aşağıdaki iki soruyla Kadına Şiddet ve Dindar Kadınların Duruşunu konuştuk.

1. Kadına şiddetin kaynağı modernlik mi (kadının özgürleşmesi retoriği, ekonomik istihdamı, kadın[sı]lığın özne olma talepleri vs.), gelenek mi (toplumsal norm ve toplumsal değerleri muhafaza etmek, erkekli(ğin)k statüsünün kaybı vs) mi?  

Yoksa her iki seçeneği de barındıran hususların toplamından mı neşet ediyor şiddet olgusu?

Ya da bunların dışında başka seçenekler varsa sizce bunlar nelerdir?


2. Kadına şiddet, toplumsal bir olgu, zaman zaman da olsa toplumsal bir algıyı da içermekte. Kadına şiddet olgusu karşısında dindar kadınlar, İslami kimliklerinin gereği olarak mazluma, ayrımcılığa ve şiddete maruz kalana karşı sorumluluklarını yerine getiriyorlar mı sizce?

Neyi yapabildiler? Neyi yapamadılar? 


Yıldız Ramazanoğlu: Vahyin işlevlerinden biri de eşitsizlikleri, ayrımcılıkları kaldırıp, insanlık tahtında kadın ve erkeğin eşitliğini ilan etmesidir
 

Yıldız Ramazanoğlu.JPG
Aktivist-yazar Yıldız Ramazanoğlu

 

Aile içinde herkesi hedef alabilen, çocukların da anne baba büyük kardeş, hatta akrabalardan nasibini alabildiği şiddet, kuşaktan kuşağa aktarılan ve öğrenilen bir iletişim biçimi.

Ev içinde yaşananları şiddet olarak görmeyen, hatta hayatın ve ailenin bekası için gerekli bir işleyiş olarak olumlayan kişilerin, şiddetin boyutları deşifre oldukça verdikleri tepkiler şaşırtıcı değil.

Şiddetin kaynağı olarak alkol, uyuşturucu ve ekonomik yetersizlikler öne çıkarken, muhafazakâr kimi kanaat önderleri ve yazarların hala kadını suçlama eğilimi son derece düşündürücü.

Kadınların eğitim düzeyinin yükselmesinden, yeni zamanda genç adamların daha makul bir profile bürünüp yaşamı eşleriyle merhamete, adalete dayalı bir dostluk ve eşitlik içinde paylaşmasından; eski ezberlerin, sert rol dağılımın bozulmasından endişeye kapılan bir topluluk oluştu.

Genç kuşaklardaki bu yeni ilişki biçimi bir olgunlaşma ve tekâmül olarak değil, erkeğin iktidar kaybı ve ailevi tekinsizlik olarak görülüyor. Azalan erkeklik ve kadınlık halleri ayrıca konuşmaya değer, ama şiddeti bir çözüm olarak görmek cahiliyenin ta kendisidir.   

Türkiye vasatında toplumsal cinsiyet kavramının açılımlarının şiddete yol açtığı iddia ediliyor bazı muhafazakâr kesimlerde. Koşullar değişti, modern imkânlarla gelen doğal toplumsal dönüşüm, yeni insan profilleri ortaya çıkardı.

Hâlâ erkeklerin dedeleri gibi rençber olmayıp, modern dünyada en uç boyutta yerini alabilmesini onaylayıp, kadınların ise babaannelerini tekrarlamaları gereğini topluma din baskısı ve 'aile yıkılıyor' tehdidiyle dayatmaya çalışanlar var.

Milyonlarca meslek sahibi çalışan üreten kadın karşısında paniğe kapılanlar, bütün insanlığı içine alacak kurucu sistem tartışmaları yapamıyor, bir teklif sunamıyor.

Metaverse'in, yapay zekânın, insandan sonrasının konuşulduğu dünyada, akıllarına gelen tek çözüm kadınların evden çıkmaması.      


Simone de Beauvoir'ın işaret ettiği konum çoğu kültürde hala geçerlidir: Kadın, erkek neye karar verirse odur; bu yüzden ona, erkeğe özellikle cinsel yanı ağır basan bir varlık olarak göründüğünü belirtmek üzere "dişi" sıfatı verilir.

Erkek için kadın tepeden tırnağa cinselliktir, erkek için öyle olduğuna göre de, bu onun mutlak değeridir. Erkek öznedir, mutlak varlıktır; kadınsa öteki cinstir.

Müslüman dünyada camilerde kadına ayrılan izbe, karanlık, dar ve soğuk yerler kadına verilen değerin ayinesi. 


Bu değersizleştirme, seküler erkek yazarların eserlerinde de gün yüzüne çıkıyor, şu veya bu kesimle sınırlı bir bakış açısı değil.

Türkiye'nin en çok okunan kıymet verilen yazarlarından birkaçına göz atıldığında, kadını aşağılayan ve her türlü şiddete açık hale getiren söylemlere bakıldığında, şiddetin kuytudaki izleri ortaya çıkar.

Bu yüzden kadına yönelik şiddeti sürekli gerekçelendiren dilin değişmesi, zihinlerin temiz havayla buluşması hiç de kolay olmayacak.

Sadece anneye değil, kız ve erkek evlatlara da sıklıkla yönelen şiddetin, aileleri ne kadar derinden sarstığı hiç konuşulmuyor. Bağırıp çağırmak, vurmak kırmak, babaların gizli bir ittfakla kabul edilip onaylanmış hakkı sanki.


Şiddetin tarafları olarak biri kendini değersiz hissederken, failin kendini değerli hissetmesi düşünülemez.

Tatlı söz söylemeyen, her vesileyle hakaret eden, kadının ihtiyaçları için para vermeyen ya da gelirine el koyan, ailesiyle görüşmesini, evden dışarı çıkmasını engelleyen kişi ne kadar tolere edilebilir.

Kimi kamuoyu araştırmalarında sözel şiddet ve kötü sözler, şiddet olarak görülmemiş bazı kadınlar tarafından. Buna sıra gelmiyor çünkü.  

Peygamber Efendimi,z hanımları taşıyan develeri süren hizmetçiye: "Ey Enceşe, yavaş sür, cam gibi, billur gibi narin kişiler götürüyorsun" demişti. Kadınlarla biatlaşmış, hür ve müstakil özneler olarak mescitte mümin insan olarak yerlerini almasını sağlamıştı.

İnsanlık tarihi boyunca bazı istisnaları saymazsak, dünyada insan ve kadın diye iki kategori olması, ilkinden neredeyse sadece erkeğin anlaşılması insanın yeryüzü macerasının en büyük imtihanlarından biri.

Vahyin önemli işlevlerinden biri de eşitsizlikleri, ayrımcılıkları, ayrıcalıkları ortadan kaldırıp, insanlık tahtında kadın ve erkeğin eşitliğini, eşdeğerliğini ilan etmesi...


Müslüman kadınlar elbette konuşuyor, tartışıyor, yazıyor ve farkındalık yaratmak için çabalıyor. Fakat öğrenilmiş bir kadınlık da çok güçlü bir damar.

"Eksiğiz", "aklımız daha kıt", "yönetici olamayız" diyen kadınlar az sayıda değil. Bir kadının dayağı hak ettiği zamanlar olabileceğine inanan kadınlar mevcut.

Kadının ince, zarif yapısını bir eksiklik olarak görüp, buradan şiddete ve boyunduruğa elverişli olduğu sonucunu çıkaran, nasıl ve ne kadar darp edilebileceğine dair risaleler yazabilen dini önderler Peygamberimizin ahlakının neresinde?

Kadının en güçlü olduğu annelik, hamilelik zamanlarından bile güçsüzlük ve kolayca baskı altına alınabilirlik çıkarsamasında bulunabilmek İslam'ın temel ilkelerinden ne kadar uzaklara bir savrulmadır?

Şu an kadınlar elini çektiği anda birçok aile dağılacak ve hayat işlemez olacakken, kadının zekâsından kuşkuya düşmemiz gerektiği fikrini yaymaya çalışmak, varlığını sadece cinsel kimliğiyle sınırlamak nasıl bir zihinsel akamet? 


Peygamberimiz'in en yakını olan Hz. Ayşe'nin "O savaş dışında hiç kimseye, ne bir kadına ne bir hizmetçiye el kaldırmamıştır" diyerek şahitlik etmesi ne kadar kıymetli.

Peygamber Efendimiz'in kocası tarafından dövülüp kolu kırılan Cemile binti Abdullah'ın şikâyeti üzerine derhal baba evine yollaması, şiddetin sebebini bile sormadan, kocasına onu boşamasını emretmesi bir sürü tezviratın önünü kesmesi bakımından çok anlamlı.

Sebep ne olursa olsun Allah'ın elçisinin, Cemile Hanım'ı "aile içinde olur böyle şeyler" yaklaşımına tevessül edip, tekrar koca evine yollamamasını not etmek lazım.  


Sakin tabiatlı müşfik biri olarak bilinen sahabelerden Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'ın tecrübesi de önemli:

Biz Hz. Peygamber zamanında hakkımızda vahiy indirilir korkusuyla hanımlarımıza karşı söz söylemekten, rahat davranmaktan çekinirdik. Ancak Hz. Peygamber vefat edince istediğimizi söylemeye ve rahat davranmaya başladık.


Peygamberimiz ölünce kimsesiz kaldığımız doğru ama ilkeleri ışık saçmaya devam ediyor. Hepimizi gören gözeten Allah var; problem yok.  

Bu cahiliye telakkilerinin oluşmasında erkekleri yetiştiren kadınların rolü başlı başına araştırma konusu. Eşini neredeyse her gün bir bahaneyle dövmeyi alışkanlık haline getirmiş olan genç bir adamın, vakit namazlarını camide cemaatle kılma konusundaki hassasiyetinin şahidiyim.

Dayakçı kocanın yaşlı annesi, ilkokula giden kızımı apartmanın basket potasında oynarken görünce müdahale etmişti. Kızların evde oyalanması gerektiğini ve basket alanının erkek çocuklar için yapıldığını ileri sürmüş ve kınamıştı bizi. Gelin hanımın evden her çıkışının bir aile krizine dönüşmesi beklenmeyen bir durum değildi bu yüzden.


Kadına yönelen şiddet aileyi bütünüyle hasta etmekte ve sağlıklı bireyler yetiştirmenin önündeki en büyük engeli oluşturmakta. Yeni dünya karşısında kadınları ve erkekleri hasım haline getirmek ne işe yarıyor.

Meseleleri birlikte göğüslemenin ve yeni ufuklar ortaya koymanın önüne geçen kadın karşıtı söylemlerden bir inşa çıkmaz. İçinde düşünce bilgi birikim insaf izan adalet barındırmayan yaklaşımlar yeni kuşaklara sadece yıkım getiriyor.


Fatma Bostan Ünsal: Kadına yönelik şiddetin kaynağı, kadınla erkek arasındaki güç dengesizliğidir
 

Fatma Bostan Ünsal.jpg
Aktivist-yazar ve akademisyen Fatma Bostan Ünsal

 

1.  Kadına yönelik şiddetin kaynağı aslında kadınla erkek arasında var olan veya var olduğu düşünülen güç dengesizliğidir.

Bir başka söyleyişle, kadına yönelik şiddet, daha ziyade sizin de soruda belirttiğiniz gibi toplumsal kabuller ve kadının toplumdaki statüsüyle ilişkilidir.

Diğer taraftan değişen sosyal ve ekonomik koşullara koşut olarak doğal olarak özellikle kadınların kabul edilen normdan farklı düşünmeleri kendilerine yönelik şiddeti teşhis etmeye sevk etmiş; neticede hem şiddetin görünürlüğünde hem de şiddetin vuku bulmasında artışa yol açmıştır. 

Kadınların fiziken şiddete karşı koyamayacak şekilde görülmesi kendilerine yönelik şiddetin en öncelikli sebebidir. Bu durumun en açık şekilde ifadesi birkaç ay önce Başak Cengiz'i samuray kılıcıyla öldüren Göktuğ Boz'un sorgusunda görülmüştü:

Birini öldürmem gerekiyordu, savunmasız olduğu için bu kadını seçtim.


Elbette sadece fiziki zayıflık kadına yönelik şiddeti izah edemez; şiddetin yönelebilmesi için sosyal statü olarak kadının kendisine denk veya daha aşağıda görülmesi gerekir.

Çok uzak olmayan bir tarihteki mahkeme kararlarında, hâkimlerin kadınların dövülmesini normal gördüklerini "kadının karnından sıpayı sırtından sopayı eksik etmeyeceksin" şeklindeki atasözlerine referans veren ifadelerinden anlıyoruz ki evde eşe yönelik şiddet konusunda bu "kabul" şiddetin önemli bir sebebi olmaktadır.

Yine bu kabul, yani şiddetin normal algılanması "şiddet" olarak görülmesini ve "tanınması"nı, teşhis edilmesini ve elbette önleme çalışmalarını uzun süre engellemiştir. 


Kadınların önce eğitim seviyelerinin yükselmesi sonra da prestiji yüksek konumlarda çalışmaları ekonomik ve toplumsal statüsünü değiştirmiş fakat kendilerine yönelik toplumsal kabuller aynı hızla değişmemiştir.

Toplumsal kabuller değişmediği için şiddet devam etmiş fakat kadınların kendilerine yönelik şiddeti kabul edilemez bulmaları artık şiddetin kayıt altına alınmasını sağlamış, şiddetin görünürlüğünü arttırmış, bu normlar arası çatışma nedeniyle sadece görünürlük değil şiddetin vuku bulması da artmıştır.

Hele de kadına yönelik şiddetin en son noktası olan "kadın cinayetleri" ise çok büyük artış göstermiştir. Fiziksel, ekonomik veya sözlü şiddet uygulanan, haklı olarak bunu kabul edilemez bulan kadın son çare olarak "boşanmak" istediğinde, kadını müstakil bir varlık olarak görmediği için bu durumu kabul etmekte zorlanan erkek, bazen kendi yaşamıyla birlikte kadının hayatına son vermektedir. 

Özetle, her iki hususun yani hem geleneksel sosyal kabullerin hem de değişen koşulların kadına yönelik şiddetin artmasında etkisi olduğunu düşünüyorum.


2.  Kadın sorunları dindar kadınlardan ziyade ana akım kadın hareketinin gündemi olmuştur. Zaten dindar kadınların yüksek eğitime kitlesel ölçüde girişi çok eskiye gitmez.

1980'lerden sonra üniversiteye gitmeye başlayan dindar kadınların, kadın sorunlarına eğilmesi zaman almıştır. Çünkü İslami öğretiye o zamana kadar hâkim olan erkekler için "kadın sorunu" kadınların reklam sektöründe teşhir edilerek suiistimal edilmesiydi daha ziyade.

Dindar kadınların kendilerine güvenlerini kazanarak bu öğretinin hâkimiyetinden sıyrılması tabii olarak zaman almıştır.

1990'larda ana akım kadın hareketi ile çeşitli şekillerde irtibatı olan dindar kadınlar, bu konuları ancak gündeme almaya başlamışlardı; ama bu sefer kendileri için çok daha yaygın ve hayatlarını çok daha olumsuz etkileyen bir nevi sivil ölüme yol açan başörtüsü yasakları söz konusuydu.

Fakat zaman ve enerjilerinin büyük kısmını doğal olarak başörtüsü yasakları alsa da birlikte çalıştıkları ana akım kadın hareketi ile birlikte kadına yönelik şiddet gündemlerinde olmuştur.

Kadına yönelik şiddetin sadece kadınların ilgi sahasına girmesi bu konuda toplumda etkin olmalarını engellemiştir. 2000'li yıllarda kadına yönelik şiddetle mücadele için diyanet personeline eğitim için yapılan bir projede gördüğümüz gibi, Kur'an'daki Nisa Suresinin 34'üncü ayetinde geçen "darebe" fiilinin "vurma" şeklinde anlaşılması, kadına yönelik şiddetin kabul edilemez olarak görülmesini engellemiştir.

"Darebe" fiilinin çeşitli anlamalara gelebileceği açık iken veya bu fiil "vurma" şeklinde anlaşılsa bile gelenekte "vurmak" fiilinin bugün Türkiye'de karşılaştığımız türde şiddeti haklı göstermeyecek şekilde anlaşılmasına rağmen kadına yönelik şiddetin İslam'da olmadığı şeklindeki net bir söylemin erkek din alimlerinin çoğunluğu tarafından kabul edilememiş olması bu konuda büyük handikap olmuştur.

Daha da önemlisi kadına yönelik şiddetin son aşaması olan kadın cinayetleri hususunda konunun önemiyle bağdaşmayacak şekilde bir duyarsızlık vardır.

Yine bu konu, sadece ana akım kadın hareketi ile teması olan dindar kadınların gündemindedir. İlahi mesaj, "masum bir insanın ölümü bütün insanlığın ölümü gibidir" demesine rağmen yani hemen her gün şahit olduğumuz kadın cinayetleri ile her gün bazen günde iki kere bütün insanlığın ölümüne şahit olurken bu meseleye ilahi mesajın öngördüğü ciddiyetle yaklaşmanın çok uzağındayız.

Hele de Türkiye'de kadın cinayetlerinin kahir ekseriyetinin boşanma aşamasında olması, kocanın cinayetten sonra intiharı seçmesi, cinayetin "ya benimsin ya kara toprağın" şeklinde bir şekilde meşru görülmesi gibi sorunlar nedeniyle üzerinde eğilmeyi gerektirirken bu konunun dindar çevrelerde dikkate alınmaması kurumsallaşan dinin özünden ne kadar uzaklaşıldığının bir başka ispatı olmuştur. 

Sosyal ve ekonomik şartların değişmesi ile başlayan kadına yönelik anlayış değişikliğinin son zamanlarda bazı zıt etkilere maruz kaldığı gözlenmektedir.  

Cumhuriyet kurulduktan hemen sonra yeni elitler, toplumda var olan kadın anlayışını karşılarına alarak, bazen hukukun zorlaması ile kadınlar için politikalar geliştirmişti.

AK Parti'nin yerleşik dini kurum ve personelinin sadakatine yükselen ihtiyacı nedeniyle bu zamana kadar siyasetin önünü açtığı kadınlar artık bu siyasi ihtiyaç nedeniyle farklı bir konumda olacaktı.

Bu cümleden olarak kadına yönelik şiddetle mücadelede çok önemli bir hukuki düzenleme olan ve AK Parti'nin öncülüğünde 2011 yılında TBMM'de bütün partilerin uzlaşmasıyla çıkarılan İstanbul Sözleşmesinden bir anda çekilmesi gündeme gelebilmişti. 

"Dindar kadınlar bu konuda sorumluluklarını yerine getirebildiler mi" diye soruyorsunuz. Yukarda bahsettiğim gibi, çok yakın zamanda yüksek eğitim almaya başlayan, eğitim ve çalışma hayatına karışması, karar alma mekanizmalarında bulunması başörtüsü yasağı nedeniyle çok geciken dindar kadınlar bu alanda gereğince çalışamamıştır.  

Başörtüsü yasağı sorunu aşıldıktan sonra ise siyasi şartların geleneksel din ve kadın anlayışını desteklediği bu dönemdeki ortam da dindar kadınların bu konuya gereğince eğilmesi önünde engel olmaktadır.


Seher Akçınar Bayar: Kapitalizmin şiddeti neredeyse erkeğin şiddeti ile yarışır duruma geldi
 

Seher Akçınar Bayar.jpg
İnsan hakları savunucusu, sosyolog-yazar Seher Akçınar Bayar

 

1.  İlkin soruların backgroundunun ve dilinin çok eril olduğunu belirtmek isterim. Elbette bu konuyu incelemek üzere çalışma yapılması bile "kadına şiddeti önleme konusunda ne yapılabilinir?" sorusunun cevabını aradığınızı ve bu konuyu dert edindiğinizi gösteriyor. Bu çaba önemli.

Ancak kadın meselesine ilişkin düşünüşümüzü gerçekleştirirken yeni okumalara, yeni perspektiflere ihtiyaç duyduğumuz çok net. Elbette şiddet meselesine eleştirel yaklaşmanız kıymetli fakat yetmez.

Sorular bana sanki kadının toplumda bir yeri vardı ve kadın bu toplumda olması gereken yerini biliyordu, o yerini bildiği için de toplumda kadına yönelik şiddet yoktu. Nasıl ki kadın yerini/sınırlarını(!) aştı, işte o zaman erkek tarafından ona şiddet uygulanmak suretiyle yeri hatırlatıldı.

Sorunun kendisinde bile kadın böyle yaptığı için şiddete maruz kalıyor, böyle yapmasa kalmayacak gibi bir bilinçaltı var. Nedenini, niçinini sorguladığımız sorunsallarda sorular perspektifimizi yansıtır.

Tatlı sert bir eleştiriden sonra, şu hususlara değinmek isterim. Üç noktaya temas etmişsiniz: kadına şiddetin kaynağı kadın özgürleşmesi mi, kadın ekonomik istihdamı mı, kadının özne olma talebi mi?

Ayrıca kadın özgürleşmesinin önkoşulunun modernleşme olduğu iddiası üzerinde düşünülmeli ve bence bu doğru bir kanı değil. Zira modern zamanlarda kadınlar kapitalizmin nesnesi olmaktan yoruldular. Kapitalizmin şiddeti, neredeyse erkeğin şiddeti ile yarışır duruma geldi.

Birinci kısım olan özgürlük meselesi, üzerinde her türlü tartışmanın yürütüldüğü fakat her defasında "kadın özgürlüğünün sınırları ne olmalı" sorusuna ortak bir cevabın bulunamadığı bir tartışma.

Çünkü genelde kadının özgürlüğü konusunda, erkekler, kurumlar, gelenekler, tarihler, devletler, toplumlar, dinler ve onların eril yorumcuları hep bir şeyler söylüyor fakat meselenin öznesi olan kadınlar bu konuda karar verici pozisyonda değiller.

Toplumda kadının hak ve özgürlüklerini ikincil plana iten bir takım tutum ve uygulamalar nedeniyle kadınlar yaşam alanlarında sınırlı düzeyde bir özgürlük alanlarına sahipler.

Kırsalı bırakıyorum, kentler bile yeterince kadın dostu olarak dizayn edilmemiş. Sokaklar kadınların kendilerini güvende hissedebileceği bir kentsel tasarıma sahip değil.

Yeterince ışıklandırılmamış örneğin ya da erkeklerin sosyal alanlarına hitap eden alanlar çoğunlukta; çeşitli spor stadyumu inşaatlarına harcanan milyarlardan söz etmeye gerek yok bile. Oysa her iki cinsin ödediği vergilerden kesilerek yapılıyor bu yaşam alanları. 


İkincisi kadınların iş yaşamında, eğitim alanında topyekûn kamusal alanda özgürlük alanları oldukça sınırlı durumda. Bu sınırlı alanlarını aşmaya çalıştıkça karşılarına oldukça sert tutum ve uygulamalar çıkıyor.

Kurulu olan, ideal olana, olması gerekene her defasında mahalle baskısı uyguluyor. Ve bu mahalle baskısı kadına şiddet olarak dönüyor.

Zaman zaman duygusal, zaman zaman psikolojik, zaman zaman da fiziksel şiddet. Kadınların kendilerini gerçekleştirme, özne olma çabası süreçlerinde şiddetin her türlüsüne maruz bırakılıyorlar.


Benzer şekilde kadının ekonomik istihdam meselesine gelince, "kadınların ekonomik anlamda kendi ayaklarının üzerinde durunca bilhassa boşanmaların arttığını" söyleyen bir kesim olduğu gibi, "kadınlar çalışınca erkeklerin iş bulma hakkını gasp ediyorlar, erkekler işsiz kalıyor" diyen bir kesim de var maalesef.

Ekonomik alanda kadının güçlü oluşunun kadına yönelik şiddeti arttırdığı düşüncesine katılmıyorum. Bu düşüncenin ardında maalesef "ekonomik özgürlüğü olan kadın erkeğe başkaldırır, başkaldırınca da şiddete meşrudur" gibi mesnetsiz bir iddia var.

Ve maalesef bu gerekçe ile pek çok erkek kadınların çalışmasını istememektedir. Böyle yaparak kadını ekonomik temelde kendisine bağlı kılıp, onu yöneteceğini düşünmektedir. Bu düşünüş kadını kendisine köle kılmak isteyen erkek zihniyetinin ürünüdür. 


Toplumsal norm ve değer şiddeti meşru mu görür, ondan mı beslenir meselesine gelince, bazı toplumlarda maalesef böyledir.

Bu kodlarla yetişen erkekler kadına şiddeti meşru görmekte, çünkü ona göre kadın ve onun bedeni hakkında erkek her türlü tasarrufa sahiptir.

Erkek burada kendisini kadın karşısında statü sahibi olarak görür ve bu statü ona erkekliğini ancak dayak ile gösterebileceği algısını oluşturur.

Bu ilkel erkeklik algısı bilhassa feodal toplumlarda görülmektedir. Kadın olmak, erkek olmamaya denk düşürülmüştür. Erkekler dünyayı eşit haklara sahip cinsiyetli özneler olarak kadınlarla beraber yönetmiyorlar, kamuda ve en kritik yetki erklerinde erkekler söz sahibi. 

Bu söz sahibi olma hali dile de yansıdı. Kadınlara ilişkin sözcük dağarcığı kadını eril özneye bağlı bir nesne olarak tanımlayan değersizleştirici ve küçümseyici sözcüklerden oluşturuldu.

Günlük yaşamın içerisinde cinsiyetçi dilin yaşamın her alanında kullanıldığını görmekteyiz. Tüm bu etkenler ve türevi faktörlerden ötürü toplumun yarısını oluşturan erkekler, diğer yarısını oluşturan kadına şiddeti meşru görmektedir ve maalesef uygulamaktadır.


2.  Şunun altını çizmekte fayda var, hangi din ve etnik kimlikten olursa olsun, kimden gelirse gelsin her türlü şiddete karşı çıkılmalıdır. Kadına şiddete karşı çıkmak Müslümanlığı da aşan bir sorumluluktur.

Dindar kadınlar ellerinden geldiğince imkân ve olanakları oranınca şiddete karşı çıkılabilinecek her platforma sözlerini söylemekte şahitliklerini yapmaktadırlar.

Zaman zaman seküler kadın hareketiyle beraber zaman zaman ayrı. Bir taraftan da dindar kadınların kendi mahallerinde "dayak/darabe" meselesini tartıştıkları onunla boğuştukları, mücadele ettikleri dine dayandırılan devasa bir gelenek var.

İslami feministlerin başta darabe meselesi olmak üzere kadına dair pek çok meseleyi yeniden okuyup, yeni yorumlamalar getirme çabalarını anlamlı ve değerli buluyorum.

Fakat burada "Müslüman erkekler bu konuda ne yaptılar" sorusunu sormak lazım. Dindar erkeklerin kadına şiddet konusunda bu konuda şahitliklerini yeterince yerine getirmediklerini düşünüyorum. 

Devletin kendisi öldürüyor ve çalıyorsa, öldürme ve çalma yasağı bireylere nasıl uygulanabilir? Haklar mutlaka yasalarla güvence altına alınmalıdır.

Beşiklerinde tamamen kadınlara bağımlı olan ve varlıklarını buna borçlu olan erkeklerin, kendilerine daha sonra her şeyi ters yüz etme hakkını tanımış olmaları oldukça adalet dışı.

Evren adalet üzere yaratılmadı mı, adalet terazisinde ne zaman şaşma meydana geldi, o zaman erkek kadından üstün görüldü; insan ırkının bir yarısı diğer yarısına şiddeti, tacizi, tecavüzü, her türlü istismarı meşru gördü. Türklüğü Kürt olmaktan, Ermeni olmaktan üstün kıldı. İslam'ı, Hanefiliği Hristiyanlıktan, Ezidilikten, Alevilikten üstün kıldı.

Oysa evrende yaratılmışın öteki üretmesi tanrısal bir eylem olamaz. İnsan eylemlerinin yanlışlığı hep varlığına varoluşuna dair ontolojik adaletsizlikten. 


Berrin Sönmez: Kurumsallaşmış din otoritelerinin, kadınlara sınır çizen, ikincilleştiren söylemleri de kadına yönelik şiddettir
 

Berrin Sönmez.jpg
Berrin Sönmez

 

1. Kadına şiddet kavramının, sorunu anlatmak yerine tüm anlamlarıyla kavranmasını önleyen bir perde işlevi gördüğünü düşünüyorum.

Perdeleme işlevi gördüğü için, ulusal ve uluslararası siyasi ve hukuki metinlerde kadına şiddet kavramının bilinçli olarak tercih edildiğini deneyimlerimle ve çıkarsama yoluyla söyleyebilirim.

Eril şiddet olgusunu tüm dünyada insan hakları ihlali olarak kabul ettirebilmek başarısı, kadın hakları savunucularının bu perdeleyici isme göz yummasıyla mümkün oldu.

Ulusal/uluslararası siyaset/hukuk sahnesinin tamamen erkek egemen alanlar olduğu gerçeğini hatırlamak, bu terminolojiyi bir dönem için ve hukuk/diplomasi alanlarıyla sınırlı kalacak şekilde mazur görmeyi gerektirmektedir.

Ancak teorik, bilimsel veya düşünsel metin ve sohbetlerde, medya ve habercilik dilinde eril/ataerkil şiddet kavramlarının tercih edilmesi durumunda şiddetin kaynağı kolaylıkla anlaşılır kanaatindeyim.

Hegemonik erkeklik, toplumda ve ailede, kadınlar ve çocuklar üzerinde belirlenmiş cinsiyet rolleriyle uyumlu erkeklik algısının ve bu algı sayesinde ortaya çıkarılan otoritesinin kurulumu ve sürdürülebilirliği için şiddete özellikle muhtaçtır.

Bu durumda eril şiddet eşitsiz güç ilişkisinden doğar ve cinsiyet eşitsizliğinin sürdürülebilmesi için kullanılan temel araçlardan birisidir diyebiliriz. Eril şiddet zamansızdır ve üstelik mekânsızdır da.

Ataerkil toplum düzeninin kuruluşuyla başlar, tüm dinler, kültürler ve farklı coğrafyalarda her çeşit hayat tarzı ve dünya görüşüne sinmiş olarak mevcuttu tarih boyunca.

Dolayısıyla moderniteyle ve modern toplumlarda kadın hakları bilincinin doğup yükselmesiyle, kadın eşitlik mücadelesi sonucu elde edilen kazanımlarla ortaya çıktığı ön kabulü asla gerçekle örtüşmez.


Biz Müslümanlar bunu en basitinden "darabahunne" fiilinden biliriz. Bu fiilin döv emri olmadığı yönündeki tefsirlere inanan bir kadınım; ama konumuz bu değil tabii ki.

Müslüman kadınlar döv emri olarak anlatılan bu fiilin sadece İslam toplumunu tarif edemeyeceğini ve bütün dinlerde, kültürlerde benzeri olduğunu bilirler.

Bugün eril şiddetin arttığı izlenimi varsa eğer, sebeplerden birisi geçmişte hiçbir hukuk sisteminin eril şiddeti açıkça suç olarak tanımlamayışından ileri gelmektedir.

Tarih boyunca kadınların ve çocukların öldürülmesi, ağır şiddetle işkence altında yaşatılması her kültürün ceza kanunlarında göz yumulabilecek erkeklik imtiyazlarından birisi oldu.

Ancak 20'nci yüzyılda suç vasfını kazanan kadınlara yönelik erkek şiddetinin günümüzde aldığı yeni bir boyutu da görmezden gelemeyiz.

Kadın haklarının gelişmesiyle gerileyen patriarkal düzenin yeniden inşa çabası olarak isimlendirilen eril restorasyon süreci yaşanıyor dünyada ve tabii ki dünyadan azade olmayan ülkemizde de.


Eril restorasyon, başarıya ulaşmak için şiddete özellikle muhtaç. "Kadın olduğu için karşı koyamayacağını düşündüm" itiraf ve ifadeleriyle topluma yansıyan o rast gele kadın cinayetleri gibi mahkemelerde öldürme fiiline bahane olarak gösterilen "erkekliğime dokundu" benzeri ifadelerin hakimler tarafından haksız tahrik indirimi nedeni sayılması, kadın cinayetleri/ataerkil cinayetler -ki cinskırım demek gerekiyor ataerkil cinayet olgusunu kavramak için- olgusunun hem geleneksel cinsiyet rolleriyle ilişkisini gösterir hem tüm toplumları ve zamanları kuşattığını kavramamıza yardımcı olur hem de yeni bir olgu şeklinde karşımıza çıkan eril restorasyon ve eril şiddet arasındaki kaçınılmaz ilişkiyi kavramamıza yardımcı olur.

Eşitlik, eşitsizlik imtiyazlarını kaybetme endişesi yaratıyor, eşitlenmekten korkanlar geleneksel toplum düzeninin "Kocandır; döver de sever de" benzeri yerleşik kalıplarla "normal bir parçası" haline getirilen eril şiddeti, vazgeçilmez bir "hâkimiyet alameti" olarak kullanıyor.

(Soruda yer alan 'kadın(sılığı)n özne olma talepleri' kısmını hiç anlamadım maalesef. Kadın, yeryüzündeki tüm varlıklar gibi zaten özne değilse biz burada neyi ve niye konuşuyoruz, bilemedim, mazur görün. Burada örtük olarak LGBTİ+ olgusundan söz ediliyorsa eğer, sorunun kurulumunda hegemonik erkeklik anlayışı çerçevesinde geleneksel olarak kurgulanmış erkeklik algısının peşinen kabulü olarak anlarım. Ve insan olarak eşit yaratılmış olmakla, eşit yurttaşlık haklarımızla izah etmekten başka da cevap vermeyi fuzuli görürüm.)


2.  Kadınlara ve çocuklara yönelik eril şiddet salt toplumsal bir yara değil insan hakları ihlali olarak hukukun konusu ve aynı zamanda, tarihin her devrinde yaşanan biçimiyle birlikte politik bir olgu olarak anlaşılmalı.

Şiddet politiktir; çünkü erkek egemenliği şiddetle inşa edilerek yine şiddetle sürdürülebilir kılınıyor. Her din ve her devirde, her kültürde kadınları ikincilleştiren temel politik araçtır şiddet. Dolayısıyla kadın eşitlik mücadelesinin ayrılmaz bir parçası oluyor şiddetle mücadele.

Ancak küresel boyutta ve tüm zamanları kapsayan bir olgu olarak eril şiddetle mücadelenin dinlere ve kültürlere özgü farklı yöntemleri olacağı düşüncesinin yanılsama olduğu kanaatindeyim.

Sorun küresel, çözüm ve mücadele ortak yöntemlerle mümkün. İnsan hakları hukuku çerçevesinde ve toplumsal algıların eşitlik yönünde evrilmesiyle, her alanda kadın erkek cinsiyet eşitsizliğinin ve kadınlara yönelik ayrımcılıkların ortadan kaldırılması yoluyla etkili mücadele edilebilir.

Dolayısıyla "Müslüman kadınlar mücadelenin neresinde ve ne yapmalı" sorusuna ancak ataerkil toplum düzeni tarafından inşa edilmiş, yaratılıştaki eşitlik bilgisini inkâr anlamına gelen cinsiyet rollerini insanın fıtratı olarak sunulmasına itiraz etmeleri gerektiğini söyleyebilirim.

Yerli ve milli değil, dini ve kültürel değil, moderniteye mahsus da değil eril şiddet olgusu. Dolayısıyla eril şiddetle mücadele etmenin de "bize uygun yöntemini" aramak ancak eril şiddete hizmet olur.

Dini, dili, kültürü değil, erkeklerin ataerkil zihniyete sahip oluşu eril şiddeti, politik bir araç olarak egemenliğini tahkim için kullandığı gerçeğinin ayırdına vardığımızda ilkin Müslüman erkeklere dönüp inanıyorlarsa Allah'ın "eşrefi mahlûk" dediği insanın onurunu yüceltme görevini tüm inanlara yüklediği gerçeğini hatırlatmak gerekir.


Müslüman kadınların eril şiddetle mücadele sorumluluğundan önce, şiddet faili olan Müslüman erkeklere dönüp "Ey müminler iman ediniz" ayetini hatırlatmak isterim.

Eril şiddet insan onurunun çiğnenmesi, yok sayılması hukuken hak ihlali oluşu da bu anlama gelir zaten. Ancak biz Müslümanlar insan onurunu yüceltmekle görevliyiz.

Müslüman kadınların dini kimliğinin gereği, tıpkı Müslüman erkekler gibi, hakkı tutup kaldırmak. Eril şiddetle mücadele kaçınılmaz olarak küresel nitelikte olması gereken yöntemleri ve hukuki ilkelerini bilmesi ve elbette bu mücadeleye katılması insan onurunu yüceltme, hakkı tutup kaldırma sorumluluğunun gereği.

Kurumsallaşmış dinin, toplumdaki her köşeyi parselleyip paylaşmış otoritelerinin iddia ettiği gibi eşitliğin yaratılışa fıtrata aykırı olmadığı bilincine sahip Müslüman kadınlar da zaten katılıyorlar şiddetle mücadeleye.

Bu soruya cevap verirken bir gerçeğe daha dikkat çekmek gerekirse o da kurumsallaşmış din otoritelerinin her an kadınlara sınır çizen, ikincilleştiren söylemleri de bizzat kadına yönelik şiddettir.

Müslüman kadınların büyük bir kısmı geleneksel din yorumlarına yerleşmiş olan ataerkil şiddeti her an yaşamakta. Din yorumlarını sorgulama imkânından uzak kalmış kadınların uğratıldığı bu şiddeti görmezden gelerek, eril şiddet karşısındaki sorumluluklarını hatırlatmak hiç adil değil.

Tekrara düşmek pahasına hatırlatmakta fayda görüyorum ki eril şiddetin dini, dili, milliyeti olmadığı için eril şiddetle mücadelenin de dini, milli, yerli usullerini aramak beyhude çaba olmaktan öte eril şiddeti besleyen yanını görmeliyiz.

Müslüman kadınların da yaratılışta eşit, dünyevi sorumlulukta eşit, uhrevi ödül ve cezada eşit olduğu gerçeğine dayanarak, kimi din bezirgânlarının kendilerine cinsiyetinden dolayı uyguladığı şiddetle mücadele ederek ilkin kendisini yaşatıldığı eril şiddetten kurtarmasını umalım.

Yaratan ile kulu arasında aracısız muhataplık bağı kuran bir dinin dindarlarınca hiç zor olmayan minik sorgulama azıcık eleştirel bakış yeter, kurtuluşa.

Kendisini, İslam'a aykırı olarak ruhban sınıfı gibi konumlandıranların, ataerkil cinsiyet rolleri ile kodlanmış, eşitsiz cinsiyet rejimini yaratılış sanma yanılgısından kurtulmak için laik hukuk sistemi özellikle biz dindarlar için teminat niteliğinde. Kıymetini bilelim.

Medeni yasa ve laik hukuk düzeni bugün kimi yasal hazırlıklarla tehdit altındayken kadınlara yönelik eril şiddetin bir parçası olan, kadın haklarına saldırı, kadın kazanımların gasp etme girişimlerini de eşit yurttaşlık ilkesi gereğince durdurmanın, devlet ve erkek şiddetiyle mücadelenin gereği olduğunu hatırdan çıkarmamak gerekir. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU