Çocukluğuma kar yağardı

Şeyhmus Çakırtaş Independent Türkçe için yazdı

Kolaj: Independent Türkçe

Her mevsimin kendine göre bir güzelliği var. Kışı yaza, yazı bahara tercihi mümkün olmadığı gibi, mevsimlerin zamanında yaşanması iklim döngüsünün de bir gereğidir. Yani her mevsim yaşamın kaynağını kendi bünyesinde barındırır; biri eksikse, eksiklik bütün yaşama, doğaya, canlıya sirayet eder…  

Bir şeyler ters gider, en zayıf halkadan/canlıdan başlayarak, ölümcül etkisini adım adım gösterir. Ne sürekli güneşli bir hava iyidir, ne de gökyüzünün her daim kapalı olması.

Güneş yaşamın ana kaynağıyken, yağmur toprakta olan tohumların yeşermesi için bir zorunluluktur. Yani güneş, yağmurla toprakta anlam bulur. Müthiş bir işbirliği örneğidir, yaşamsal bir dengedir mevsimsel döngü…

Bu nedenle bütün mevsimlerin yaşanmışlığı canlıların soylarını sürdürme, bitkilerin tohum vermesi açısından önemlidir...

Yani soğuk zamanında, sıcak yaz aylarında, çiçek ise her daim ama en çok da baharda daha bir güzeldir… Başka türlüsü seradır, özden uzaklaşmadır.

Mevsimsizlik yıkımdır, yeryüzünün felaketidir. Özellikle içinde yaşadığımız dönemde, küresel ısınmanın gündemde olduğu ve yaşantımızı doğrudan etkilediği bir süreçte yaşanmışlıkları yazmak, yaşanacakları anlamaya yardımcı olur diye düşünüyorum…

Henüz okullarda dört mevsim tabloları duruyor. Öğretmenler tabloya göre mevsimleri sınıflandırıyor, özelliklerini ortaya koyuyor.

Mesela baharda börtü böcek çiçekten bahsedilir, kışın işe yeryüzünün beyaz bir örtüyle kaplandığı anlatılır. 

Yani kar.

Hani o soğuk ama bir o kadar da insanı kendine çeken beyazdan öte örtü var ya, işte o artık eski havasında değil…

Yani artık kar eskisi gibi yağmıyor.

Yüksek yerler, dağlar bile karı çok görmüyor.

Oysa karın yağmaması iyiye işaret değil.  Doğa bambaşka bir hal almış durumda.

Şubat ayında çiçek açan badem ağaçlarını mı desek, yoksa sıcak diye göç etmekten vazgeçen kuşları mı anlatsak?

Ya da tehlikenin en somut ifadesi olan buzulların erimesini mi belirtsek…

En iyisi zihnimdeki çocukluk yıllarıma ait izleri biraz da bu güne ilişkilendirerek anlatmak.

Sanırım çocukluğumda tabiat ana çok daha farklıydı. Bu gün doğa diyoruz ya, en iyi karlı havada varlığını ortaya koyuyordu. Bütün ihtişamını, gücünü ve güzelliğini kışın karın beyazlığıyla dışa vuruyordu. Bugün de öyle aslında. Ama biraz güç kaybetmiş sanki…

Doğa insan eliyle oluşturulan yıkımın etkisini en iyi karlı havada üzerinden atabiliyor. 

Çünkü insan hala karlı ortamlara hükmetmeyi henüz çok fazla başaramadı. Özellikle de kar yağışının yoğun olduğu zamanlarda her şey sessizliğe teslim oluyor.

Kentler sessizleşiyor, motor gürültüleri birden bire son buluyor. Uğultu beyaz örtünün altında kalırken, rüzgar da etkisini kaybedip, karla dansa dururken, kar usulca sessizliğin sesi oluyor… 

Küresel ısınmanın etkisiyle özellikle orta kuşak bölgelerinde eskisi gibi kar yağmıyor. Isı yükseldikçe kar daha az yağar oldu, dağlar bile kara hasret kaldı, kalıyor. 

Oysa eskiden bu gün karın rengini unutan bölgelerde bile kar oldukça fazla yağardı. 

Çocukluğumun geçtiği Siverek'te de çok kar yağardı. Ve ben, ben gibi çocuklar beyaz, yumuşak örtünün uzun süre yeryüzünü kaplamasını sevinçle karşılar, deliler gibi karda oynardık. 

Bazen cizlavet ayakkabılarla, bazen naylon çizmelerle…

Su gibi olurduk, yanaklarımız kıpkırmızı, kulaklarımız mosmor olurken; ellerimizi, ayaklarımızı hissetmezdik…

Siverek'in tam ortasında yüksekliği yedi sekiz katlı bir apartman kadar olan, yığma toprak kalede oyunlar oynar, kayar, karda yuvarlanırdık… Eski çağların şehir devleti, kar yağınca çocuklar için müthiş bir pist, oyun sahasına dönerdi.

Çevresindeki ayakta kalmış surlar da bize korunak olurdu. Kar en güzel burada yağardı. Ve biz çocuklar deliler gibi karın içinde oynar, devasa kar yığınları oluşturur, kardan kaleler, sığınaklar yapardık…

Burası bizi kesmeyince, Siverek Bağlarında karlıkları karla dolduran büyüklerin peşinden bağlara doğru yürür ama çok geçmeden kimimiz geri döner, kimimiz de inatla bağlara kadar giderdik…

Sessizliğin peşinden, lapa lapa yağan kara aldırış etmeden yürürdük açık alanlarda. Bazen göz gözü görmez, tipiye yakalanırdık, bazen de güneş ışıklarının kristalleşmiş karda yansımasına, minnacık ışık kümesine dönüşmesine tanıklık ederdik…

Bağ yolları da zaman zaman tipide kapanır, oldukça büyük kar kütleleri oluşurdu.

İşte buna bayılırdık. Ne kadar kar yağsa, o kadar sevincimiz artardı…

Kar yağardı üzerimize. Kuşlar yemlerin peşinde, biz kuşların peşinde olurduk…

Ta ki soğuk kemiklerimize işleyene kadar oynardık.

Kar yağmaya devam ederdi…

Gün kararmadan eve gitmek istemezdik ama akşam dayak yememek ve kurda kuşa yem olmamak için mecburen evin yolunu tutardık, isteksiz.

Kimimiz daha geç gitsek de genelde akşam olunca evlerimize çekilirdik. Toprak damlı evlerimiz ekonomik durumlarımıza göre soba, mangal ve kürsi denilen ısıtıcılarla ısıtılırdı.

Durumları iyi olanlar soba yakar, fakir olanlar mangalda odun kömürünü köz haline getirir, kürsilerle aile bireylerinin ısınmasını sağlardı.

En ilginci de kürsiydi sanırım. Odanın ortasında bir çukura kömür közü bırakılır, çevresi külle kaplanır, üzerine de tahtadan dikdörtgen bir masa kapatılır. Masa da oldukça geniş bir yorgan atılırdı. İşte soğuk günlerde kürsiye ayaklarımızı uzatır, yorganı da vücudumuza sarar, otururduk ailecek.

Gün boyu karın içinde debelenen bedenimiz, üşümenin etkisiyle ağırlaşır, bu kez öksürük krizleri başlardı.

Gündüz sevincimiz, gece bir telaşa, hatta bazen kabusa döner, annemiz bizlere kül içinde pişirdiği soğana acı isot katarak, yedirir, pekmez içirtirdi.

Gece ateşlensek de ertesi gün cin gibi ayakta olurduk. 

Kar yağardı çocukluğumuza… Beyaz bir sevinç, duru ve temiz bir anı olurdu her kış.

Kar yağardı art arda…

Kış uzun sürerdi, mart ise ayaz ayıydı sanki…

Güneş açar, kar donar, ayaz ortalığı kasıp kavururdu. İşte o zaman boğmaca, ateş, öksürük teslim alırdı bizi. Günlerce kürsi altında pişmiş soğan ve pekmez yerdik… Ben ayazlı havaları sevmezdim.

O çok sevdiğim karın ayazda donmasına üzülür, erimesi için çocukça düşüncelere dalardım… Ayazda güneş karı eritemediği için, sıcak kül dökmek, kazanlarda su kaynatıp buharlaşmasını sağlayıp, yeniden kar yağmasını sağlamak isterdim…

Newroz'a doğru güneş ayazı bertaraf eder, bahar kokusu yayılırdı ortalığa.

Çocukluğuma kar yağardı. Karacadağ üç beş ay kar altında kalırken, Toroslar bahara kadar beyaz örtüsünü korurdu…

Bahar geldiğinde ise topraktan, her yerden çiçek, ot, bin bir çeşit bitki fışkırırdı.

Bağlar yeşerir, kenger çıkar, axbandır toprağı delerek yeryüzüne çıkardı. Dut ağaçları dal budak verir, incir yaprakları giderek daha fazla yeşil bir dokuya bürünürdü. Narlar yeşermeye, yeni sürgüler vermeye başlardı.

Çocukluğuma kar yağardı, sevinçlerle birlikte. Bütün bedenimizi sarardı… Üşürdük ama sevinçle yaşardık. Yoksulluk kokan evlerimizde...

Şimdi ise kar yağmıyor artık.

Yağsa da beyaz örtüsünü toprakta tutamıyor uzun süre. Çocuklar oynasa da, kar sevinçleri çoktan eridi, buharlaştı bu topraklarda…

Şimdi toprak kavrulmanın eşiğinde…

O güzelim şire üzüm bağları beton, ağaçlar küle, taş kuma döndü. 

Çocukluğumda kar yağardı. Baharda dereler çoşar, Kereng/Kenger bütün bitkilerden önce, yeryüzüne fışkırır, Karacadağ yeşillenirdi, süslenirdi bin bir çiçekle… Kereng toplardı kadınlar, çobanlar… Kenger aşı pişerdi bütün evlerde.

Ama artık kar yağmıyor… Sessizlik bitti sanki. Kar yağsa da yeryüzündeki uğultu durmuyor. Zaman kesintisiz can çekişirken, toprak beyaz örtüsünü arıyor, özlüyor.

Çünkü bahar eski bahar değil, daha cılız, daha kısa ve az renkli…

Kar ise artık yağmıyor.

Toprak beyaz örtüyü özlüyor, çocukluğumu özlediğim gibi…

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU