Mekandan insana geçen bellek

Mustafa Orman Independent Türkçe için yazdı

Yazar, deneyim zincirini kanalize ederken hayata karşı, deneyimi estetize etme noktasında da karşı bir deneyim yaratır yazınsal dünyasında.

Hatırlamayı resmeden bellek, sorular sorduğunda harekete geçer yazarın deneyimi. Sırasıyla mekansal göndermeler, nesneler arası geçişlerle deneyimlenen noktada bir bellek yaratır.

Yazarın içine girdiği bu yol, geçmişin rehberliğinde, mekanın ona verdiği algı üzerinden inşa edilir. Hatırlamanın saklı kaldığı yer olan bellekte, işlevini geçmişin koşullarını katarak zamanın ruhuyla örtüştürüp bir çeperle gösterir.

Her koşulda edebi kaygının gösterdiği şeyler, tarihsel duygular ve şimdiki zamanın dizilimindeki durumlarla harmanlanarak önümüze gelir.

Burada yine bellek devreye girer. Ama belleğin devreye girmesini sağlayan en önemli etken hatırlamanın nesneler, mekanlar öncülüğünde açımlanabilmesi, yani yazarın kişisel olgular üzerinden yaratımını sergilemesiyle ilişkilenir.

Yazarın bu tarihsel döngüsü, şimdinin yargılarıyla bir araya geldiğinde, yazarın ruhsal çözümlemeleri, değer izdüşümleri, karakterler arası geçişleri evrensel şekilde yoğurarak kişisel tarihiyle ve deneyimiyle biçimlenir.

Yazınsal deneyimin bu noktasında, unutma ve hatırlama arasındaki mesafeyi, mekan ve nesneler yoluyla duygu ve düşünceleri gerçeklik algısının yanına konumlandırır.

Mekan ve nesneler, bellekte yer edinen yaşanmışlıkları kimi zaman aldatıcı hakikatle kimi zaman da gerçeklikle açar.

Şimdiki zamanla gerçekleşen hatırlama, kişisel tarihe dönüşü de kesinleştirir. Yazarın bedenen etki etmediği, yer işgal etmediği noktada, mekanlar ve nesneler artık sınırlarını kabul ettirmiş olur.

Mekanın ve nesnenin taşıyıcısı haline gelir yazar. Tam da burada Walter Benjamin'in "Kulak verdiğimiz sesler içerisinde, artık susmuş olanların yankısı da yok mudur?" 1 sorusu cevap niteliğindedir.

Sesler de bir görüntü olarak yakalanır bellekte, görüntü sesi unutturmaz, ama her şeyi bambaşka bir biçime sokar. Ve bu biçim, geçmişi geri getiremez, ama eksik ama fazla geçmişin yansımalarını bir bir sermiş olur. 


Uğur Nazlıcan'ın Bir Dükkanı Beklemek kitabında, hafızayı kaydeden mekan ve nesneler, hafıza kaydedicisi karakterler, kayıtları aktaran olarak yazar konumlanır. Ama bu konumlanmada yazar, silik ya da soyuttur.

Öykülerin genelinde, hem duygu hem de düşünce geçişleri, mekanın, nesnenin sesiyle ya da şekliyle biçimlenerek fikrini ortaya atar.

Karakter mekana, mekan da karaktere dönüşür kitap boyunca. Anlatıcılar yer değiştirdikçe bu belirginlik daha çok fark edilir.

Buhar öyküsünde, mekan ile karakterler arasındaki dönüşüm, mekanın haliyle bütünleşir, Van Gogh göndermesiyle renkler görülmeye başlar.

Çokyüzlü zihinsel yollarla birbirlerinde dolaşan mekanın ve karakterin çehresini diri ve unutulmaz hamlelerle yoğunlaştırır:

Düşüncelerinin bulanıklığına tuhaf bir şekilde benzeyen bu buhar bulutunun kubbeye yükseldikçe kendinden uzaklaşmasının, uzaklaştıkça bulanıklaşmasının, bulanıklaştıkça düşüncelerine daha çok, daha çok benzemesinin peşine gözlerinin ucuyla takılan Külhan Raşid'in telaşı gibi aniden, kubbenin gökyüzüne doğru en derin noktasındaki küf lekesini kendi kesik kulağından artakalan yara izine benzeten Büfeci Nimet'in şaşkınlığı gibi aniden, gözlerini avuçlarına dikmiş, artık hiçbir serinlikte geçmeyen sıcak su buruşuklarının dağlarında, vadilerinde sükûnetle dolaşmakta olan ortanca oğlunu izleyen Tellak Niyazi'nin hüznü gibi aniden, otuz dört yıldır kesesinden dökülen kirleri bir araya getirsek bir şehir nüfusu edecek kadar insanı parça parça nah şu haram su giderinden lağımlara akıtmış Keseci Fahri'nin o şehri, o şehrin insanlarını düşündükçe arada bir göğsünü yoklayan iç sıkıntısı gibi aniden, bir buhar bulutunun dinlenme salonunun kubbesine doğru yavaş yavaş bulanıklaşarak yükselip kubbenin kasnağında karşılıklı açık bırakılmış pencerelerin hizasına gelince aniden hızlanıp kayboluşu gibi aniden, hızlanıp kayboldu.
 


Mekanı deneyimleyen, deneyimlerken anlatıya dönüştüren, karakterleri düşünen insan pozisyonuyla nitelikler yükleyen bir konuma taşır Uğur Nazlıcan.

Nostaljik eğilimlerle, bu eğilimleri taşıyarak mekanın ruhunu hissettiren bir zamanlama da yaratır. Eylem ile fikri uç yerlerde birleştirerek düşüncenin atfını değiştirir.

Yine Buhar öyküsündeki Keseci Fahri karakterinde bu durum öne çıkar: 

Kirleri döküldükten sonra insanlar eksilirler, yeni kirlerle kendilerini tamamlasalar dahi eski kendileri olamazlar artık, yeni kir yeni bir insan yaratır…


Uğur Nazlıcan, zamanı varlıkla keskinleştirip ansızın hepsini bir yerde kesiştiren anlatıları da ön plana çıkarır. Tasvir edilen mekanların somutluğu karşısında, nesneleri manayla karakterlerin üzerine sürüp soyut halleri de öykülerde gezdirir.

Bir Kahvehane Rivayeti bölümündeki öykülerde, yapıyı karmaşıklaştıran, yapının tek bir duygusunu, düşüncesini öykülere konuk ederken o duyguyu, düşünceyi birleştiren mekanda nesnelerin sesi yükselir.

Mekanın ve nesnenin tahakkümünde olan karakterler, oluşlarını ve zamanlarını bu tahakkümle tamamlamaya ya da eksiltmeye çalışırlar; karakterler ifade edilmeyi bekleyen, ifade edildiğinde de sadece yansıma olarak düşerler metne.

Nesne ve mekan onların dili olur aynı zamanda. Bu bölümdeki öykülerde, her şey ne içerde, ne dışarda, ne gerçek, ne yalan, ne soyut, ne de somuttur; iç içe geçen, kâh aydınlanan kâh karanlığa gömülen bir suret olarak karşılar okuru.

Yağmurda Bir Kapı Açmak öyküsünü geçmiş ile gelecek arasına bir sınır koyarak başlatır Nazlıcan:

Diğer Şerif Ali zaten kahvehanedeydi. Dışarıdaki Şerif Ali ise, karanlık bir yağmurun gündüzden kalan pis aydınlığı süpürdüğü taş döşeli dar sokaklarda, acele etmeden, her adımını bir önceki adımından sonra ve bir sonraki adımından önce atarak yürüyordu.


Hayalden çıkıp gerçeğe giden, gerçekten çıkıp hayale varan karakterlerin geçmişleri ve gelecekleri belirir. Çoklu anlatımlarla gerçeğin tezahürleri görünür, kaybolur.

Yansıyan her şey simgeye dönüşür, hayal gücünü zorlayan, imgeleri bazen bir somutluğa dönüştürmeden tuzbuz eden bir yapıyla da karşılaşılır: 

Yüzünde olduğunu düşündüğü soruyu görebilmek için kafasını kaldırıp Kamuran'ın oturduğu masanın arkasındaki aynaya baktı. Aynanın karşısındaki, Şerif Ali'nin arkasındaki duvarda, muhtemelen aynı büyüklükte, bir ayna daha vardı. Şerif Ali karşısındaki aynanın içinde arkasındaki aynayı görüyordu; iç içe geçmiş, derinleşerek çoğalan onlarca, yüzlerce aynaya dönüşen tek bir ayna; iç içe geçmiş, derinleşerek çoğalan onlarca, yüzlerce Şerif Ali. Baktığı aynadaki Şerif Ali, aynaya bakan Şerif Ali'nin hemen hemen aynısıydı. Diğer görüntüler aynada derinleştikçe, Şerif Ali de, kendinden başka bir şeye benzeyerek meçhul bir istikbale doğru derinleşiyordu…


Uğur Nazlıcan, varlığı mekan ve nesneler üzerinden temellendiren karakterleri kırıntılar içinde büyütür.

Özne ile nesnenin tahakkümü arasında belirginleşen mekanın, içeriyle dışarıyı bir tutan yapılarını, bazen birbirine benzeterek, bazen de birbirine yakınlaştırıp uzaklaştırarak aynı manayı ve sureti tezatlıklarıyla aynı zamanda gerçek yönüyle vermeye çalışır metninde.

Nazlıcan, öykülerinde bedeni bir fotoğraftan çıkarıp bir aynaya sığdırarak her şeyin sadece bir suretinin, bir manasının olmadığını, birden çok mana ve surete sahip olabileceğini gösteren bir tavırla yazarlık deneyimini hissettirir.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU