Aşkın parıltısı

Prof. Dr. Mehmet Çelik Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Celi Sülüs hat levhası / Alif Art

Hakikatin bu denli derin ve insana bu kadar ağır gelen bu yönlerini Üstad, kadim bilgeliğin içinden gelen malumatıyla çözümlüyordu.

Geri dönmek için adeta arkasından izler bırakıyordu. Bunlardan biri de aşk-iman ikilemiydi.

Aşk imana nasıl galip olurdu?

Laf arasında, imanı aşkına yenilmiş ermişlerden söz edince, bunu ona soracağımı biliyormuşcasına gülmüştü. Öyle de oldu.

"Seyda!" dedim. Aşk, imana nasıl galip gelir? Bir nağme tutturdu Yunus'tan:

Sorar isen din ü millet, âşıklara din ne hacet
Âşık kişi harap olur, harap bilmez din diyanet


"Evladım kimde ne galipse o bir mecra bulur ve onda ortaya çıkar. 

Rivayet edilmiştir ki; Şeyh San'an denen bir mürşit var idi. Nefesi dertlere deva, duası şifa idi. Dört yüz müridi ile gıpta edilen bir halde idi. Ulular ulusu bu zatın irşadı günden güne alemi tutmakta idi.

Bir gece rüyasında Rum diyarında kendisini bir puta taparken gördü. Rüyası birkaç gece üst üste tekrarlanınca, dostlarını çağırdı. Onlara Rum diyarına gideceğini, orada kendisini çağıran bir hakikatin olduğunu söyledi.

Müritleri onu terk etmemek için yalnız bırakmadılarsa da Şeyh çoktan aklı satıp aşkı almıştı.

Rum diyarına vardı. Günlerce aç susuz dolaştı. Bir gün bir pencerede rüyasında kendisini çağıran putu Hristiyan bir kız suretinde gördü:

'A benim sevdiğim, gözümün nuru! Senin derdinden ne hale geldiğimi görmez misin? Ne olur bana vuslat elini uzatsan?' dedi.

Kız, 'Ey  aşk derdinden divane kişi! Bilmez misin ki, aşk, sevenle sevilenin aynı renge boyanmasıdır? Benimle aynı meyden içmeden vuslat olur mu?' dedi.

Şeyh Sa'nan: 'Senin uğruna ne gerekirse yaparım, sen ki bir şey istersin bende hayır diyecek takat mi kalır?'

Şeyh, kızın kendisine uzattığı şaraptan kana kana içti. Müritleri, şeyhlerinin bu haline anlam veremediler. Kız derken, ondan Hristiyan olmasını, zünnar (papaz kuşağı) kuşanmasını, bir yıl domuz çobanlığı yapmasını istedi.

Aşk galipti, iman direnemedi. Oysa küfr içinde saklı iman nasıl olsa meydan bulacaktı. Müritleri, Şeyh'i bütün bütün terk ettiler. Şeyh'in Medine'de bir dostu vardı.

O, Şeyh'in müritlerine 'Şeyhinizi terk ettiniz, imanınız sınandı, ona geri dönün' diye nasihatta bulundu.

Meğer kız, 'Ruhullah' (Allah'ın ruhu, Hz. İsa) bilgisine vâkıf idi. Şeyh'in bu hali, çilesinden başka bir şey değildi. Şeyh kıza kavuşmak için her şeyi yapmıştı. Kız da onun sadakatinden emin olunca, 'dinim sana feda' deyip Müslüman oldu.

Aşk bu hikayede imanın ta kendisi değil mi evlat? Şeyh, güzellikle sınandı. Sadakati, ona imanını ve sevdiğini beraber getirdi."


Üstadın bu hikayeyi birkaç kere daha anlattığına şahit olmuştum. Daha önceki hikaye bu sefer beni, ikna ile birleştirmiş, o yüzden daha önce hikayede dinlediğim birçok ayrıntıyı atlamıştı.

Adeta hikayeden çok hikayenin ana fikriyle ilgiliydi. Sakalını düzeltti. Yüzünü ovuşturdu; 

"Mansur'da da iman ile aşk bir idi" dedi.

"Neden?" dedim.

"Çünkü" dedi, "Abdülkadir Geylani: 'Mansur, aşkın uzayan bir kanadıydı, şeriatın makası geldi, onu kırptı' der. Mansur kendisine dolan ilahî aşkı içinde tutamadı, haykırdı, aşk onu da imanını da boğdu."


Haykırmak, bağırmak geliyordu içimden. Oysa az önce, evet, daha biraz önce, üstad bağırmanın, aşk ile nara atmanın, onu kaybetmek olduğunu söylemişti.

Kendimi zor tutuyordum, bu durumdan kurtulmak için sordum:

O halde aşk nedir?


"Aşk" dedi, "Oğul! Ezelî tanışıklıktır, doğmadan önce başlamışlıktır."

"Bezm-i ezelde (Ruhlar meclisinde) birbiriyle tanışan ruhların, birbirini yeryüzünde arama macerasıdır aşk... Aşk bir başkasını kendinden daha fazla sevebilmendir" dedi.

Başucundan Cezerî Divânı'nı aldı, (vav) harfine kadar çevirdi. Sonra bir iki dakikalık dalgınlıktan sonra: 

"Bak ne diyor?" deyip okumaya başladı:

Ta kâlûbelâ'dan önce daha bu âlem yokken
Dünya dönmezken, feleğin de çarkı yok iken
Arş ve kürsü daha kudret hazinesinde gizliydi
Sevilen, seven birdi hem mum hem pervaneydi
Ta işte daha o zaman bile aşkın parıltısı var idi.


"Anladın mı?" dedi.

"Anlamak mı?" dedim; "Sözlerin anlamını evet, fakat manânın kendisini bilmem ki?"

Toparlandı, Cezerî Divânı'nın arasına kalemini koyup kitabı kapattı.

Yüzüne tatlı bir tebessüm esintisi yerleşmişti. Devam etti: 

Rivayet edilmiştir ki, Allah her şeyden önce aklı yarattı. Allah akla üç şey bağışladı. Birincisi, Rabbi'ni bilmek, ikincisi kendini bilmek, üçüncüsü sıfat bilgisi.

Hakk'ı tanımadan, güzellik doğdu. Ona sonraları iyilik dendi. Kendini bilme işinden 'aşk' ortaya çıktı, sonra ona sevgi denildi.

Önceden olmayanın bilgisinden de 'hüzün' doğdu; ona da 'keder' adını verdiler. Bu üç sıfat birbiriyle kardeş olup aynı kaynaktan meydana gelmişlerdir.


Bu açıklamaları Sühreverdî'nin "Cebrail'in Kanat Sesi"nde okumuştum. Üstadın bu eserden haberi yok sanıyordum.

Ama benim dikkatimden kaçan birliktelikleri canlı canlı anlatışı, sanki eseri ve içeriğini ilk defa duyuyormuşum gibi bir keşif hazzı veriyordu bana.

Ben, o ayrıntıları size sonra aktaracağım.

Zaten ayrıntı, aklın anlama koridoruna tutulan bir idare lambasından başka nedir ki?

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU