Provokasyona açık halimizin gerçek sebebi nedir?

M. Xalid Sadînî Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA

ABD'li meşhur yazar ve romancı Mark Twain'e atfedilen bir söze göre;

Gerçek ayakkabılarını bağlayana kadar yalan dünyayı üç kez dolaşır.

Hakikaten çok değerli, anlamlı ve hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamamız gereken bir sözdür bu.

Bizim için bir hayat kanunu olması gereken bu sözün işaret ettiği bir durumu son üç gündür bizatihi yaşıyoruz hepimiz. Onun için bendeniz de istedim ki, bugün bu konuda birkaç söz edeyim.

Hatırlarsınız, 31 Mayıs 2020 tarihinde Ankara Etimesgut'ta Patnoslu bir Kürt gencinin akşam ezanı vaktinde saldırıya uğradığı ve göğsüne saplanan hançerin kalbine isabet etmesi üzerine adı Barış Çakan olan gencin yaşamını yitirdiğine dair ajanslara ve sosyal medyaya bir haber düştü.

Düşmez olaydı diyeceğim ama ne yazık ki düştü ve 20 yaşında gencecik bir çocuk daha hayatının baharında iken yaşama veda etti.

O cennetlik bir masumdur ama Allah annesine ve babasına, kardeşlerine, ailesine sabır ve metanet bağışlasın.

Sosyal medyanın icadından çok önce 'gayya kuyusu'nu duymuş olsak dahi, sanırım benim gibi birçok insan bu kelimenin anlamını sosyal medyayı tanıdıktan sonra fark etmiştir.

Gerçekten sosyal medya bir gayya kuyusudur. Başka bir adı cehennem çukuru da olan bu kuyuyu sözlükler şöyle tarif eder;

Derinlere kök salmış, içinden çıkılamayacak denli karışık, umutsuz, çapraşık iş, durum ya da karmakarışık işlerin döndüğü yer.

Merhum Barış Çakan'ın haksız ve hakikaten "haligarez" bir şekilde rahmeti rahmana kavuşmasının duyulmasından sonra bu gayya kuyusu işlemeye başladı.

Meğer, bu arabası bile olmayan gariban Kürt çocuğu Barış Çakan, Kürtçe müzik dinler iken ve sırf Kürtçe müzik dinlediği için saldırıya uğramış ve tam kalbinden vurularak şehit edilmemiş mi?

Bunu ilk kim yazdı bilmiyorum; ama benim takip edebildiğim kadarı ile ABD'de, Avrupa'da ve hatta Avustralya'da yaşayan anlı şanlı Kürt aydın ve siyasetçileri dahi "Kürtçe müzik dinlediği için öldürülen Kürt genci" anlamındaki tweetleri yazdılar, retweet yaptılar ve beğendiler. 

Ben duyduğum ilk andan itibaren şüphelendim. Gerçi bu iş Türkiye'de olmayacak bir iş değildi. Zira daha önce 11 Mayıs 2010 günü polis tarafından Muğla'da Şerzan Kurt adında bir genç öldürülmüştü.

14 Ekim 2019 günü Adapazarı'nda Kürtçe konuştuğu için altı kişi tarafından dövülen ve kafasına kurşun sıkılan Şirin Tosun adında bir başka genç öldürüldü.

Benzer bir hadise 15 Ekim 2019 günü Ekrem Yaşlı hastanede eşiyle Kürtçe konuştuğu için darp edildi.

Mesela 16 Aralık 2019 tarihinde Sakarya'da Kürt olduğunu söylediği için Kadir Sakçı adındaki bir vatandaşımız öldürüldü; oğlu ise yaralandı.

Bunlara benzer birçok olay daha bu memlekette yaşandı. Barış Çakan olayının da benzer olması muhtemeldi; ama değildi. Çünkü olay müzik kaynaklıydı, doğru ama Kürtçe müzik dinlediği için değildi.

Babasının ve diğer tanıkların verdiği ifadeye göre maktul olan Barış Çakan, katilleri yüksek sesle müzik dinlememeleri konusunda uyarmış ve kavga bunun üzerine çıkmıştı.

Lakin ailesinin verdiği bilgiler dahi bizim Twitter ahalisini kesmemişti. Onlar ısrarla müzik dinlediği için bir Kürt gencinin öldürülmesini ve mümkünse bundan sonra her gün benzer olayların olmasını talep eder gibi bir hava ile provokasyon peşinde idiler.

Elbette provokasyon tek taraflı olmaz. Boğazlaşma ve soykırım faaliyetleri için toplumların karşılıklı olarak doldurulması icap eder.

İşte bunu da güya Türk olan (hatta birisinin öğretmen olduğu bile söylendi) acımasız katillerin ellerin ovuşturan, olaya "oh oh iyi olmuş" diyerek sevinç belirten bazı provokatif tweetler atanlar da oldu.

İki gündür düşünüyorum da provokasyona açık olan bu halimize üzülüyorum.

Çünkü bu çok uzun süredir birlikte yaşayan Kürt ve Türk toplumlarının ve onlarla beraber bu ülkede yaşayan diğer azınlıkların bu kadar rahat bir şekilde provoke edilebiliniyor olması bizim için hayra alamet bir durum olmadığı gibi, kıyametin de başlangıcıdır.

Zira biz Kürtler ve Türkler olarak ülkenin her tarafında birlikte yaşıyoruz. Kürtlerin yarısından fazlası Kürt coğrafyası diye tabir edilen coğrafyanın dışında ve özellikle de batıda Türklerle birlikte yaşıyorlar.

Bu ülkenin her vilayetinde, ilçesinde, kasabasında ve hatta her köyünde bir öğretmen, bir imam ya da veteriner bile olsa yaşayan bir Türk vardır.

Aramıza sokulacak nifak tohumları, bizlerin birbirimizi Kürt olduğumuz ya da Türk olduğumuz için öldürmemize sebep olacak bir ortamın yaratılması, hangi toplumsal ihtiyacımızı karşılayacak?

Bu provokatif halin en önemli sebebi, siyasetçilerin ve devlet erkanının son birkaç yıldaki sorumsuz ve şuursuz tavır, davranış ve söylemleridir.

Türkiye, Kürtlerin, Suriye ve Irak'taki hak kazanımlarını kendine karşı kazanılmış savaş olarak değerlendirmekte ve sürekli olarak Kürtlerin oradaki kazanımları emperyalistlerle işbirlikçilikten, ikinci İsrail'i kurmaktan, terör koridoru oluşturmaktan söz ederek Türk halkını, Kürtlere karşı doldurmaktadır.

Oysa Suriye ve Irak'taki Kürtler bizim soydaşımız. Bizim akrabalarımız. Yüz yıl önce Halep, Şam, Musul, Bağdat ve Basra bizim vilayetlerimizdi.

Orayı bırakalım, "Kürtlerin ve Türklerin meskun olduğu mahal" ise, bugün Misakı Milli diye üzerine yemin ettiğin toprakların bir kısmı yabancıların elinde ise onları barış ve suhuletle geri almak gerekmez mi?

Peki, bunu bütün Kürtleri yok ederek mi alacaksınız ya da Afrin'de Kürtçeyi yasaklayarak mı?

Daha önce mükerreren söyledim, tekrar etmekte fayda görüyorum; Türkiye, Suriye'de bir şey yapmak istiyorsa; "Suriye'de Kürtler için iyi olan, bizim için de iyidir" diyecek ve ona göre davranacak.

Aksi takdirde orada olabilecek her gelişmeyi zıddınıza görürseniz, felakete davetiye çıkarırsınız. Düşmanlarınızın politikalarına teslim olursunuz.

İkinci bir husus hükümetin bölge belediyelerine atadığı (ki bu başlı başına bir felakettir ve kesinlikle kayyum politikası tasvip edilemez) kayyumların ilk icraatı, belediye binalarına büyükçe bir Türk bayrağı asmak, sonra Kürtçe levhaları yıkmak, belediyenin internet sayfasından Kürtçe'yi silmek, eğer Kürt ulema veya meşahirden birinin adı bir parka, yola, sokağa, caddeye veya binaya verilmişse onu silmek ortadan kaldırmak...
 


Yahu ayıp denen bir şey var. Bu ne saygısızlıktır. Ne demek yani vilayet binasının tam karşısındaki binaya kayyum olarak atanan vali, kaymakam veya her kimse önce o binaya Türk bayrağı asıyor?

Sen atanmadan önce orada kimin bayrağı vardı ki onu indirdin bunu astın? Bu ülkenin bakanları, iletişim uzmanları bunun farkında değiller mi?

Belediyeye bir bayrak asmanın tahtı zımnında müstetir olan anlamını bilemeyecek kadar cahil midir bu vali ve kaymakamlar?

Kendi ülkesinde, her gün önünden geçtiği ve amiri olduğu binasına bayrak çekmek ne demek?
Ya da kütüphane yıkmak?

Tarihte kütüphaneleri yıkan kim rahmetle anılmış ki bu arkadaşlar bu kütüphaneyi yıkmak için bu kadar acele ediyorlar...

Siirt’teki Celadet Ali Bedirxan Kütüphanesi'nin kısaca hikayesini anlatmak istiyorum.

27 Eylül 2013 tarihinde açılım sürecinin son hızla devam ettiği, Sırrı Süreyya Önder'in hükümetin nezaretinde her tarafa Öcalan'ın selamlarını ulaştırdığı bir dönemde açılmıştı Siirt'teki Celadet Ali Bedirxan kütüphanesi.

Kütüphane ne kütüphane... baraka. Daha çok belediyelerin torpille birisine tahsis ettiği ve her yanıyla sırıtan baraka türü lokanta, pastane veya büfeler olur ya, işte öyle bir kütüphane.

İlk gördüğümde bu kadar büyük bir ismin bu kadar basit bir yere verilmiş olmasından dolayı çok derin bir acı duymuştum.

Allahu alem, açılışından birkaç gün sonra gitmiştim Siirt'e. Şeyh Müşşerref (R.A) üzerine bir araştırma vesilesi ile gitmiştim.

Güres adı verilen, Siirt'e göre kısmen geniş, trafiğe kapatılmış bir cadde idi. Sanırım o caddeyi Mervan Gül açtırmış ve o zamandan aklımda yanlış kalmamışsa Melih Gökçek tarafında düzeltilmiş bir gezinti caddesi.

Cadde boyunca bir sürü çayhane, dondurmacı, tostçu vs. var. İşte bir yerine de bu kütüphane yerleştirilmiş.

Aslında kütüphaneden ziyade gazete, dergi vb. şeylerinde satılabildiği bir kitapevi olabilirdi orası. Ama kesinlikle kütüphane olamazdı.

Fakat işte bölge belediyelerinin göz boyama usulü ile yaptığı işlerden biriydi. Dostlar alışverişte görsün babından. 

15 Mayıs'ta Siirt Belediyesi'ne kayyum atandı ve sanırım yaptığı ilk icraat bayrak asma, ikincisi de adından dolayı bu kütüphaneyi yıkmak olmuş.

Oysa o kayyum bu ülkeye barış ve huzur istiyorsa, oranın Celadet Ali adına layık olmadığını, oradaki kitapları da götürüp yeni bir binada onun adına layık bir kütüphane yapacağını söylemeliydi ve bunu da yapmalıydı.

Kesin olarak şunu diyebilirim ki, bu ülkede Kürtler adına yapılacak herhangi bir kültürel ve dil faaliyetinde Celadet Ali Bedirxan'ın ismi herkesten ziyade akla gelmesi gereken bir isimdir.

Onun adı Kürt Dili, Kültürü ve Edebiyatı alanında Melayê Cizîrî, Ehmedê Xanî ve Feqiyê Teyran ile birlikte anılmayı hak eden bir isimdir.

Zira 1920'li yıllardan itibaren Kürt toplumunun bölünüp parçalanmasının resmileşmesi ile birlikte, o güne kadar Kürtler Arap harfleri ile okuyup yazıyorlardı.

En büyük Kürt kitlesinin yaşadığı Türkiye'de hem Arap harfleri hem de tevhidi tedrisat kanunu çerçevesinde genelde bütün medreseler özellikle de Kürt medreseleri yasaklandı.

Medreselerin kapanması ile birlikte Kürtçe'nin yazınsal bütün ürünleri yok olmak ile yüz yüze kaldı. Bu da dilin ölümünü en azından buralarda hızlandıracaktı.

Lakin tam o sırada Celadet Ali Bedirxan daha önce başladığı Kürtçeyi Latinize etme faaliyetini derinleştirerek Hawar Dergisi ile taçlandırdı.

Bu da, ben dahil bugün Kürtçe yazı yazabilen bütün insanlar için bir okul oldu. Hani Rus yazarlar Gogol'ün paltosundan çıkmışlar ya, biz Kürt yazarlar da Celadet'in çantasından çıkmışız.

Ayrıca, o kütüphaneye o ismin verilmesi için zamanın Belediye Başkanı Selim Sadak, zamanın valisinden bu ismin sahibinin oluşturduğu alfabe ile ve Türkiye'de ilk defa bir yere verildiğini belirterek demişti ki;

Türkiye ve Kürdistan'da resmi olarak Kürt alfabesiyle kabul edilen tek isim Celadet Eli Bedirxan ismidir. Siirt Valisi ne olursa olsun kabul edeceğim dedi ve bu amaçla resmi olarak kabul edilen bu isim yeni kurduğumuz kütüphaneye verildi. Teşekkür ediyorum. Kürt alfabesi bütün çıplaklığıyla serbest bırakılmalıdır. Kürt halkı bütün taleplerini resmileştirmelidir.

 Bir valinin yedi yıl önce kabul ettiğini, başka bir vali ortadan kaldırdı. Ne diyebilirim ki; tarih tekerrürden ibarettir herhalde...

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU