İslam dünyasında salgın hastalıklar ve Osmanlı’da salgın hikayeleri (2)

Faik Bulut Independent Türkçe için yazdı

İmparatorluğun hükmü altında çok sayıda ülke bulunduğundan, Osmanlı toplumlarının maruz kaldığı salgın hastalıklar Büyük Ortadoğu coğrafyasının sağlık haritasını çıkarmak açısından oldukça önemlidir.

Ortaçağ ve sonraki yüzyıllarda neler olmuş ve neler yaşanmıştır?

Bunu bölgeler ölçeğinde hikaye etmeye çalışacağız.

Önce farklı salgın hastalıklar devrinde Osmanlı'nın genel durumu hakkında bir çerçeve çizelim:

16'ncı yüzyıldan itibaren Osmanlı’da görülen veba salgınında çok sayıda insan öldü.

17'nci yüzyılda ise vebadan farklı olarak Anadolu kentlerinde sıtma, tifo, tüberküloz, çiçek, tifüs ve cüzam gibi benzeri hastalıklar da yaygınlaştı. 

Osmanlı, çiçek hastalığı için çiçek aşısını uygulamaya koydu.

18'nci yüzyıla gelindiğinde veba ve çiçek salgınında Osmanlı’da yılda ortalama binde 60 oranında insan yaşamını yitirdi.

19'ncu yüzyılda da Osmanlı kentlerinde çiçek, sıtma, tifüs, lâl humma, tifo gibi salgınlar büyük oranda devam etti. Ancak bu salgınlar, veba kadar etkili olmadı.

Örneğin,1748’de İstanbul’da veba yüzünden 150 bin ile 200 bin civarında insan öldü ve kent nüfusu yüzde 20 oranında azaldı.

Bu oran, İzmir ve Selanik şehirleri için de geçerli idi. 

1759’da İskenderiye’de ortaya çıkan veba, kent nüfusunun yüzde 25 oranında azalmasına yol açtı.

1759 ile 1765 yılları arasında İzmir’de tekrar ortaya çıkan veba yüzünden nüfusun yarısı, 1784 yılında ise 15 bin ile 16 bin civarında insan öldü.

Benzer durum Osmanlı’nın üçüncü büyük kenti Halep’te de yaşandı.

17'nci yüzyılda şehirde 5 kez, 18'nci yüzyıl da ise 10 defa veba salgını ortaya çıktı ve 19'ncu yüzyıl boyunca kentte 70 bin 167 insan salgınlardan öldü.

1813 ile 1818 ve 1835 ile 1838 yılları arasındaki veba salgını, Balkanları da kırıp geçirdi. 

18'nci yüzyıl ile 19'ncu yüzyılın ilk yarısına kadar bu salgın batıda Bihac, doğuda Basra, kuzeyde Ocakoc ve güneyde Kahire’ye kadar uzanan geniş bir alana yayıldı ve 19'ncu yüzyılın ikinci yarısında Doğu Libya, Irak, İran ve Arabistan’da görüldü.

Osmanlı genelinde 1803 yılında vebadan 150 bin, 1813 yılında 100 bin ve 1822 yılında da 150 bin kişi hayatını kaybetti. 

Salgın hastalık, 1844 yılında yeniden ortaya çıktı. İki yıl içinde Hindistan ve İran üzerinden geçerek 1847’de tekrar Anadolu’ya bulaştı. 

1822 yılından itibaren, İstanbul başta olmak üzere Mısır, Suriye, Şam, Halep, İzmir, Diyarbakır, Musul, Hakkari, Urfa, Trabzon, Erzincan, Erzurum, Sivas, Beyrut gibi vilayetlere yayılan kolera salgını çok etkili oldu. 

1847 yılında Mardin’de ortaya çıkan ve sadece iki ay süren kolera salgını nedeniyle insanlar, şehri terk etmek zorunda kaldı.

1848’lerde ise bu defa Antep’te ortaya çıkan verem, tifo ve trahom gibi salgınlar şehri olumsuz etkiledi. 1
 


Veba hastalığının Osmanlı topraklarında yayılma hikayesi 

14'ncü yüzyıldaki Osmanlı, Anadolu toplumuna Çin ve Moğolistan taraflarından gelen veba, fetihlerle birlikte yaygınlık göstermiştir. 

Anadolu’da yayılan bu veba, farklı isimlerle tanınır:

Yumurcak, yumrucak, oymaca, baba, ölet, kıran vb.

19'ncu yüzyılın başlangıcında bu salgın hastalıkların sebebi araştırılmaya başlandı. Osmanlı, bu dönemde birtakım tedbirler aldı.

İmparatorluk genelinde bakılırsa; 1803’te 150 bin, 1813’te 100 bin ve 1822 yılında 150 bin kişi vefat etmişti.

1838’de salgına karşı ilk kez Karantina Meclisi, bir yıl sonra ise Karantina Nazırlığı (Bakanlığı) kuruldu. Ölümler azaldı.

Önlemlere rağmen hastalık 1840-1844 yılları arasında tekrar ortaya çıktı.

1847, 1849 ve 1869’da Osmanlının farklı topraklarında veba görüldü.

Salgın bir süre sonra yatışır gibi olduysa da 1894’te yeniden güçlü biçimde baş gösterdi. 

Büyükbaş hayvanlarda görülen vebaya “sığır vebası” deniliyordu.

18'nci yüzyıldan itibaren görülen bu salgının Osmanlı arşivindeki adları şöyleydi:

Sığır öleti, malkıran, mal ağrısı ve çor.

93 Harbi (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı) diye bilinen dönemde sıkça karşılaşılan bu hastalık yüzünden çok sayıda hayvan telef oldu.

Bu nedenledir ki, Osmanlı'da askeri kökenli bir meslek olarak veterinerlik mesleği başladı.

Savaş sonrasında bir veteriner okulu açıldı. Bu okul ilk mezunlarını 1893’te verdi.

Aynı tarihte “Zabıtai Sıhhıyei Hayvaniye Talimatnamesi” kabul edildi. Talimatname ilk kez Bursa’da uygulandı. 

16'ncı ve 18'nci yüzyıllar arasındaki dönemde meydana gelen deprem, kuraklık, isyan, eşkıyalık gibi doğal ve sosyal felaketler neticesinde Antep-Halep yörelerinde veba ve kolera salgınları epeyce yaygınlaştı.

1712’de Antep şehri ve dolaylarında sığır vebası baş gösterdi.

1728’de Antep, Urfa, Viranşehir çevresinde yaygın olarak görüldü.

Bir yıl sonra Halep’te ortaya çıktı, Kilis üzerinden Antep ve köylerine yayıldı.

Bunu, 1747’deki salgın izledi.

1763’te Adana’da ortaya çıktı ve pek çok insan hayatını kaybetti.

1889’da Urfa şehrine bağlı 300’den fazla köy ve mezrada yaşayan 40-50 bin hanelik aşiret mensubu, salgın yüzünden çok yoksul düştü.

Bir yıl önceki “seferiye vergisi”ni ödememek yönünde dilekçe verildi. 

Osmanlı Devleti bu yüzyılda ilk kez 1838 yılı ortalarında İstanbul’da oluşturduğu Sıhhiye Karantina Meclisi vasıtasıyla 1840’tan sonra bütün vilayetlerde salgınların ve bulaşıcı hastalıkların önlenmesi için çalışmalar yürüttü.

Bu karantina teşkilatı, büyük ölçüde Batı ülkelerinin inisiyatifiyle kuruldu.

Amacı şuydu: Çiçek, kolera, veba, sarıhumma, tifo vb salgın hastalıkların daha geniş alanlara yayılmasının önüne geçmek için salgın hastalık taşıyanların belirli ölçüde diğer insanlarla temasını engellemek. 
 


Kolera nasıl başladı?

“Vibrio cholerae” mikrobunun sebep olduğu kolera; kusma, pirinç suyu tarzında sıklıkla dışkı, ateş düşüklüğü, vücutta kuruluk ve baldırlarda krampla etkisini gösteren bir enfeksiyon hastalığıdır.

Kolera hastalığı, ilk kez Hindistan’da Ganj nehri kıyılarlında endemik (ülkeye ait) olarak ortaya çıktı.

1817 yılından itibaren Hindistan dışına çıkarak dünyanın birçok yerinde büyük salgınlara yol açtı. Basra Körfezi üzerinden Batı Anadolu ve Akdeniz sahillerine yayıldı.

Osmanlı'da ilk kez 1822’de, payitahtında (başkentinde) ise 1830’da görüldü ve yaklaşık 5-6 bin insan hayatını yitirdi.

Resmi belgelerde bu hastalık “illet-i kolera”, “illet-i âdiyye”, illet-i mahûf” adıyla kayda geçti.

Hastaların belli süreyi geçirmeleri ve salgının yayılmasını engellemek maksadıyla tahaffuzhane (korunma evleri) adıyla mekanlar tahsis edildi veya kuruldu.

20 kadar baştabip, Anadolu ve Rumeli’deki vilayet merkezlerinde denetimler yaptı; bu iş için müfettişler tayin edildi.

Sultan Abdülaziz (1861-1876) devrinde İstanbul, Suriye ve Irak’ta kolera salgınında başarı gösterenlere “Kolera Madalyası” verildi.

Abdülhamid devrinde ise hastalığa önlem babından dezenfekte işine yarayan etüv makineleri Avrupa’dan alındı. 

1847-1848 yılları arasındaki kolera salgını, İran ve Gürcistan üzerinden Erzurum ve Trabzon’a ulaştı.

Erzurum’da birkaç yıl görülmeyen kolera, 1852 yılında İran’da ortaya çıkarak ticaret ve kervan yoluyla geldi ve Erzurum’da yeniden görülmeye başladı. 

Kırım Savaşı’nın da etkisiyle kolera, Kars’ta da görüldü.

1861’de yine İran’da zuhur etti. Tebriz’den Doğu Anadolu’ya yayılarak Erzincan’da ölümlere sebep oldu.

1889-1890 yıllarında imparatorluğun güney topraklarına bulaşan kolera, Erzurum bölgesini de etkileyerek ekim ayında Erzincan’a ulaştı. 

Osmanlı coğrafyasını ve bütün kıtaları etkileyen geniş çaplı bir kolera salgını da 1892 yılında meydana geldi. Erzurum Valiliği tarafından 1892 Haziran ayında verilen bilgiye göre, koleranın İran’ın Maku ve Rusya’nın Bakü şehirlerinde var olduğundan şüphelenilmekteydi.

Hastalığın bulaşmaması için hemen tedbirlere başlanarak karayoluyla Rusya’dan ve İran’dan Erzurum, Trabzon ve Van gibi sınır vilayetlerine gelecek yolcu ve eşyaların 10 gün karantinaya alınmasına karar verildi. 

Alınan bu tedbirlere rağmen kolera, eylül ayında Erzurum vilayetine bulaştı.

18 Aralık'a kadar devam eden salgın, vilayet genelinde birçok insanın ölümüne sebep oldu.

Bunun ardından kolera, 1894’te Erzincan’da, 1907’de de göçmenler vasıtasıyla Pasinler tarafında salgın halinde görüldü.

19'ncu yüzyılın başından itibaren kolera hastalığı sebebiyle büyük salgınlar görülmeye başlandı.

Osmanlı Devleti topraklarında çeşitli dönemlerde ortaya çıkan kolera, 1910 yılında da etkili bir şekilde hissedildi.

Bu salgından ilk etkilenen yerlerden biri yine Erzurum oldu.

Rusya topraklarında var olan koleraya karşı sınırda çeşitli tedbirler alınmasına rağmen hastalık, Erzurum vilayetine bulaşmıştı.

Hem sınırda hem de vilayet dâhilinde 1910 yılının Haziran ayında başlayan mücadele, yılın sonuna kadar sürdürüldü.

Buna rağmen can kayıplarının yanı sıra sosyal ve ekonomik yapı da olumsuz yönde etkilendi. 

Mali yetersizlikle birlikte personel, ilaç, makine ve teçhizat gibi birçok vasıtadan yoksun olan vilayet idarecileri, koleranın bitirilmesi noktasında sıkıntı yaşadı.

İnsanlar altyapı eksikliğinden kaynaklı olarak sağlık hizmetinden çoğu yerde mahrum kaldı. 2


Filistin, Halep, Antep ve Maraş yörelerinde kolera salgını

1842’de şehirde ortaya çıkan salgından sonra karantina uygulaması, Antep ve çevresinde de oluşturuldu. Uygulamaya karşı hoşnutsuzluklar da yaşandı.

Örneğin; 1845’te Adana’ya hac ziyaretinden gelen hacı adayları, karantinaya girmek istemediler. Bu durum, şehirde birtakım sorunların yaşanmasına neden oldu. 

Tarihe üçüncü kolera pandemisi olarak geçen salgın, 1848’de Antep’te de ortaya çıktı.

Bu salgın Akka’daki (Filistin) askerler arasında görüldü. Halep ile Adana’da üç ay etkili oldu.

Buradan da Antep’e sıçradı. Salgın, baharda başlayıp nisan ayında da devam etti.

Maraş valiliğinin merkeze gönderdiği bilgiye göre 19 Mayıs’a kadar devam eden kolera salgını gün geçtikçe daha çok yayıldı.

Bunun üzerine şehirde karantina uygulanmaya başlandı, sokaklar temizlendi. 

18 Haziran 1848’de İstanbul merkezden gelen genelgede, Antep kazasında kolera illetine karşı Maraş valisi tarafından alınan karantina uygulamasının devam ettirilmesi istendi.

25 Haziran 1848’de Halep Valisi Şerif Mustafa Mazhar, İstanbul’daki yönetime bir arzuhal (dilekçe) gönderdi.

Buna göre; Antep ahalisi arasında kolera hastalığı ortaya çıkmıştı. Bunun def edilmesi için halk şehrin dışına çıkarılmıştı.

Buna rağmen evlerine geri dönenlerden bazıları, karantina uygulamasına itiraz etmişler; kaldırılmasını sağlamak için de karantina dairesi müdürüne saldırmışlar.

Asayişi ihlal edenleri kimin kışkırttığını ortaya çıkarmak için halk arasına muhbir gönderilmişti.

Her durumda karantina uygulamasını kabul etmeyenler için gerekli kanuni işlemler yapılacaktı. 

Salgın hastalıklar karşısında Osmanlı gerekli tedbirleri almasına rağmen bazı gruplar, dualarla bu hastalığı defetmeye çalışmışlar.

Salgın hastalıklara karşı bu türden tepkiler, Osmanlı'nın diğer bölgelerinde de görülmüştür. 

Bu dönemde Amerikalı misyonerler ilk hastanelerinden birini Antep’te açtılar ve Dr. Azariah Shepard’ı görevlendirdiler.

Hastane Antep’te faaliyetlere başladığında trahom vakaları, verem, tifo, difteri ve kolera gibi salgınlar sıklıkla yaşanmakta idi.

Dr. Smith, Antep’te ortaya çıkan 1848’deki veba salgınında reçeteler yazarak ilaçları düzgün kullanan bütün hastaları tedavi etti. 

2 Ocak 1888’de Antep Cariye Nahiyesi dâhilinde Çakal köyündeki hayvanlardan salgının yayılması üzerine bulaşan hastalığın yok edilmesi için Halep Beşinci Orduyu Hümayunu’ndan buraya bir askeri baytar gönderilmesi kararlaştırıldı…

8 Eylül 1889’da Antep’te ortaya çıkan ve Kürtler arasında “şirin yara” tabir olunan hastalığın teşhis ve tedavisi için Van Vilayeti Sıhhiye Tabibi Bogaçelosi buraya görevlendirildi.,

Yapılan tetkike göre hastalığın vebalı hayvan etinin yenmesinden kaynaklı şarbon olduğu anlaşıldı ve hastalık önlemeye çalışıldı.  

1890-1891’de Antep’te başlayan kolera salgını 1881’deki beşinci büyük salgının uzantısıydı.

Mısır’dan başlayıp, Mısır-Suriye-Filistin üzerinden Halep’e buradan da Antep’e kadar yayıldı.

Hastalanan ve ölenler Halep, Suriye ve Mamuretü’l-azîz (Elazığ) vilâyetlerinden İstanbul merkezine, bildirildi…

Antakya, Reyhaniye (Reyhanlı), Urfa, Birecik ve Antep çevresinde ölümler yaşandı. 

1893’te ortaya çıkan kolera salgını Adana, Adıyaman, Maraş, Antep, Tarsus gibi vilayetlerde de etkili oldu.

Öyle ki Çukurova’da insanlar pamuk tarlalarında böcek gibi dökülüp öldü. Bu dönemde Tarsus’un nüfusu yüzde 15 ile 20 oranında azaldı. 

1894’te İstanbul Demirkapı’daki Askeri Tıbbiye’nin bitişiğinde Bakteriyolojihane-i şahane ismi ile bir laboratuar açıldı ve serum ve aşı üretimi yapıldı.

1895’in başlarında da Antalya ve İstanbul’da kolera salgını vardı. Havaların ısınmasıyla birlikte Adana ve havalisinde ortaya çıkan salgın, zamanla Kayseri, Maraş, Adıyaman ve Halep’e de yayıldı. 

Mart 1902’de Antep’teki şiddetli bir depremden sonra 27 Temmuz 1903’te Halep vilayetinde ortaya çıkan kolera salgınına karşı karantina uygulanması başlatıldı.

Bu salgın için ayrıca kordonlar ve karakollar oluşturuldu. Maraş ve Antep’te mahalli tabipler vasıtasıyla icap eden temizliğin yapıldığı, Halep merkezinin de yedi kola ayrılarak şehrin temizliğine dikkat edildiği bildirildi.

Kolera salgınına karşı aşı, ilk kez 1913’te Balkan Savaşı’nda Edirne’nin geri alınması sırasında ordu içinde salgının ortaya çıkmasıyla yapıldı. Başarı sağlanınca kolera aşısı halka da uygulandı. 3
 

Osmanlıda salgına karşı Halep için alınan tedbirlere ilişkin belge, BBN sitesinden alındı.jpg
Osmanlı'da salgına karşı Halep için alınan tedbirlere ilişkin belge / Fotoğraf: BBN 


Osmanlı yönetimi, “Halep şehrinde koleranın yeniden ortaya çıkmaması için, şehrin temizlik işlerine harcanmak üzere kesilen koyun ve keçilerden alınan vergiye zam yapılması, kuzulardan da vergi alınması ve ayrıca belediye gelirlerinden bu amaçla bir miktar ilave yapılmasını” kararlaştırdı. 

Ayrıca şu talimat verildi:

Halep ve Şam’da görülen kolera hastalığının Beyrut Vilayeti'ne geçmemesi için Beyrut Vilayeti ve Cebel-i Lübnan Mutasarrıflığınca kaldırılan karantina tedbirlerine devam edilmesi. 4


Göçler salgını yaygınlaştırdı

Salgınların bir diğer kaynağı da şehirlere olan kitlesel göçlerdi. Şehrin bu özelliğinden dolayı Trabzon, karantina sisteminin ilk tesis edildiği yerlerden biri olmuştur.

Karantina, uzun süre şehirdeki en önemli sağlık önlemi olarak bu salgın dönemlerinde önemli görevler ifa etti.

Fakat özellikle Kırım Savaşı sonrasındaki kitlesel göç dönemlerinde karantina yetersiz kaldığı için şehir civarındaki kamp yerlerinde başka karantinalar tesis edilmiş ve değişik sağlık tedbirleri alınmıştır. 5
 


Bulaşıcı hastalıklar demografik yapıyı da değiştirmiştir. Bu kaç-göç furyası, toprağın işlenmemesine yol açmış, tarım ve ticaret durma noktasına gelmiştir.

Sadece iç göçler değil, Balkanlar ve Kafkaslardan gelen dış göçler de hastalık alanının genişlemesinde etkili olmuştur.

Örneğin 1860’lardan itibaren anayurtlarından kaçıp Anadolu’ya sığınan Çerkesler, açlığın da getirdiği halsizlik nedeniyle kolayca hastalığa maruz kalmış; 6 dolayısıyla hastalığın yayılmasına yol açmışlardır.
 

Balkan Savaşında Beyazıt Meydanı-1912-foto-Türk Kızılayı.jpg


Salgın hastalıklarda asker ölümleri

Osmanlı'da 1911 yılında ortaya çıkan kolera salgınında en az 18 bin kişi hastalandı ve bunların 12 bini öldü.

Balkan Savaşı (1912-1913) sırasında tekrar ortaya çıkan kolera Osmanlı ordusunun gücünü kırdı ve yenilgisinde etkili oldu.

Sadece koleraya yakalanan asker sayısı, 30 binden fazlaydı ve üçte biri hayatını kaybetti. 

Tifüs ve dizanteri ise Osmanlı coğrafyasında çok sayıda ölümlere sebep olan iki salgın hastalıktı.

Rus-Türk savaşında (1828-1829), her iki ordunun kaybı 115 bin olarak gerçekleşirken, ölümlerin 20 bini çatışmadan, kalan 95 bini tifüs başta olmak üzere bulaşıcı hastalıklar yüzündendi.

Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusunda tifüs, dizanteri ve sıtmadan ölümler en fazla görülen ölüm sebebiydi.

4 yıl içinde hastalıktan ölümlerde (Çanakkale Savaşı hariç) ilk sırayı dizanteri (147 bin vakada 40 bin), ikinci sırayı tifüs (93 bin vakada 26 bin) almıştı.

Çanakkale Savaşı'nda hastalıktan ölüm sayısı kaynaklara göre 21 bindir.

9 Haziran 1915-8 Şubat 1916 tarihleri arasında Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden iskân edilmek üzere nakledilen Ermenilerden 25-30 bini tifo ve dizanteriden ölmüştü. 7

Görüldüğü gibi geçmişte de görüldüğü gibi salgın hastalıklardan korunmanın yolu tecrit, aşı ve karantinadan geçmektedir. Tarihte de böyleydi günümüzde de…
 

 

 

Kaynakça:

1. Sağlık-Toplum-Bilim Akademik Araştırmalar yayını, Kitap-7, editör: Prof. Dr. D. Ali Arslan, Prof. Dr. Bekezhan Akhan, Prof. Dr. Galib Sayılov. 
2. Esat Aktaş, “Erzurum Vilayetinde 1910 Kolera Salgını ve Etkileri”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt: 8 Sayı: 39 Ağustos 2015. 
3. Faruk Söylemez, “VIII. ve XIX. Yüzyılda Antep ve Civarında Bazı salgın Hastalıklara Dair Bulgular”, Gaziantep University Journal of Social Sciences: vol. XVIII Issue No.IV, 2019.
4. T.C. Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Osmanlı Belgelerinde Suriye, 24 Mart 1891, Evrak Numarası: 1817/2; Yıldız Saray-ı Hümâyûnu Başkitâbet Dairesi Numara 1903, Serkâtib-i Hazret-i Şehriyârî Bende, Süreyya, İ. DH, 1252/98232 16 Kasım 1891. 
5. Özgür Yılmaz, “Veba, Kolera ve Salgınlar: Trabzon’da Halk Sağlığı ve Sağlık Kurumları: 1804-1895”.
6. Fatma Yıldız, “19. Yüzyılda Anadolu’da Salgın Hastalıklar (Veba, Kolera, Çiçek, Sıtma) ve Salgın Hastalıklarla Mücadele Yöntemleri” başlıklı Yüksek Lisans Tezi, Pamukkale Üniversiesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Temmuz 2014, Denizli.
7. Sinan Tavukcu, “Salgın Hastalıkların Tetiklediği Dünya Tarihindeki Güç ve Düzen Değişiklikleri”, Stratejik Düşünce Enstitüsü, 10 Nisan 2020. 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.  

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU