Düşünce zamanı

Ömer Ömeri Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Pixabay

Muhterem Okur!

Bu yazımızı, içinde bulunduğumuz Ramazan ayı orucuna ayırmak istiyorum. Dilimizin döndüğünce birkaç kelam etmek niyetindeyim. 

Bu ayın ibadeti olan orucu hakkıyla idrak etmeyi nasip etsin diye, Mevla’ma niyazda bulunuyorum. 

Geleneksel anlayışa olan hürmetimi ve ihtiyatlı yaklaşımımı muhafaza ederek, farklı bir zaviyeden meseleyi irdelemek isterim. 

İsabetli ve doğru değerlendirmelerin tamamı Allah’ın kitabına, her türlü eksiklik ve kusur ise bana aittir.

Ey iman edenler; oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de sayılı günlerde farz kılındı ki, takvaya ulaşasınız. Ancak, sizden kim hasta ve yolcu olursa, diğer zamanlarda aynı gün sayısı kadar oruç tutmalıdır. Bunun dışında çeşitli nedenlerle orucu çok zorlukla tutabilecek olanlar, bir fakiri doyuracak kadar fidye vermelidirler. Her kim, yapmakla sorumlu olduğundan daha fazla iyilik yaparsa, kendisine iyilik yapmış olur; eğer bilirseniz, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır. Siz ey iman edenler! Allah size orucu farz kıldı nitekim oruç sizden öncekilere de farz idi ki, böylece Allah'ın Kitabı ile hayat programı belirlemiş olursunuz.


Orucun iman edenlere farz kılındığı ayetler yukarıda arz ettiğimiz Bakara Suresi 183 ve 184. ayetlerdir. 

Yüzlerce sayfa fıkıh kuralı çıkarılan, milyonlarca vaaza konu olan topu topu beş satırlık bir emir…

Bir tek gün orucunu bozan birinin kefaret olarak 60 gün oruç tutması gerektiğinden tutun, 'diş fırçalayanın orucu bozulur, yanlışlıkla boğazına su kaçıran, sakız çiğneyen, banyoda vücuduna su kaçan, iğne yaptıran birinin orucu bozulur'a kadar binlerce görüş ve bu görüşleri bir nerdeyse disiplin haline getiren bir oruç anlayışı, bu anlayışı tesis için sarf edilen emek, kanımca yukarıda zikredilen ayetlerde buyrulan ve insanda karşılığı görünsün istenen, Murad-ı İlahi ile tam anlamıyla mutabık olamaz.

Ayrıca, oruç tutmak aslında fakirin, açın halinden anlamak için emredilmiştir görüşünü de ayetle irtibatlandırmak mümkün görünmemektedir. 

Tam aksi, oruç tutamayanların aç ve fakir olanı doyurması emredilmektedir. Ya da bu iddia doğru ise fakirler ve yoksulların oruçtan muaf tutulması gerekir.

Peki, bu hususların dışında ne var?..

Murad-ı İlahi ne olsa gerek?..

Mensubu bulunduğumuz medeniyetin çocuklarına akıl ve felsefe (hikmet) yasaklandığından beri bu soruların cevabını dolayısıyla hakikati aramak yerine, dondurulmuş, son içtihat olarak kabul ve tescil edilmiş bir anlayışa mecbur ve mahkum edildik.

Dondurulmuş, son içtihat olarak kabul edilmiş anlayışa karşı fikir beyan edene, bir görüş serdedene maalesef hiç iyi göz ile bakılmadı, baktırılmadı…

Ne menem bir şey ise; akletmeyi, dini vaaz ve öğretileri ana kaynağından anlamak ve anlamlandırmak isteyenler; ekser “din adamı” sınıfınca, “Kur-an Müslümanlığı Sapıklığı” ile itham edildiler.

“İthama” bakar mısınız…  Allah’ım! Sen sabır ver.

Öncelikle yazımızın giriş kısmında bir tekrar dikkatinizi çekmiştir. Bakara Suresi 183 ve 184. ayetlerin mealini verdikten sonra, ayeti kerimenin içinde geçen “takva” kavramının bir açıklamasını hemen alt paragrafında belirttik.

“Allah'ın kitabı ile hayat programı belirlemek”, yani “sorumluluk sahibi olmak”, “mesuliyet bilinci içinde olmak”

Hayatın anlamı olan bu hususların, orucun emredildiği ayetlerde geçmesinin hikmeti ne olsa gerek?…

Bu uzun girişten sonra gelelim meramımıza…

Kelamullah’ta yüzlerce kez, taakkül, tefekkür, tezekkür, tedebbür kavramları geçmektedir.

“Aklını işletmeyenlerin üzerine pislik atılır” ilahi tespit ise cabası…

Akıl, insana verilmiş en büyük nimettir. Aklı olmayana dini bir mesuliyet yoktur.

Akıl, vahiy komutasında, insana bahşedilmiş bir “İnayet-i Rabbaniye”dir. 

Bu nimeti işletmemek, hakkını vermemek, en önce nimeti verene nankörlüktür.

Nankörlüğün ise, yine Kelamullah’ın birçok yerinde “küfr” ile eş anlamlı olarak kullanıldığını görmekteyiz.

Akıl ile oruç arasında muazzam bir ilişki vardır.

Oruç, deyim yerinde ise akla muhteşem bir imkan sunmaktadır.

Bu durumu, Resulullah’ın hayatı boyunca, Hira günlerinde, Ramazan ayının son on gününde, mescitte girdiği itikafta görmek mümkündür.

Resulullah’a, sema kapılarının açıldığı günün ve günlerin, bu aya rastlaması öylesine olan bir olgu mudur?..

Tabii ki değil.

Bu meseleyi biraz açıklamaya çalışalım.

İnsan dediğimiz varlık, üç kuvveden ibarettir:

  • Kuvve-i Nutkiye (Akıl gücü),
  • Kuvve-i Gadabiye (Öfke gücü) ve
  • Kuvve-i Şeheviye (Cinsellik ve iştah gücü)

Temel kuraldır; insanda bu kuvvelerin hangi biri aktif ise diğer iki kuvveyi pasif kılar.

Ayrıca, insanda üç idrak mertebesi vardır:

  • İdrak-i Akli (Akli algı),
  • İdrak-i Hayali (Hayali algı) ve
  • İdark-i Hissi (Duyusal algı).

İdrak mertebeleri ile kuvveler birlikte insanı meydana getirir.

Kuvvelerde olduğu gibi, idrak mertebelerinde de, hangi bir idrak düzeyi aktif ise diğer iki idrak düzeyini pasif kılar.         

Açmak gerekirse, meşhur misaldir; bir insan, duvara çivi çakarken aynı zamanda sevgilisini düşünemez ve aynı zamanda bir matematik problemi çözemez…

Duvara çivi çakmak, duyuların, sevgiliyi düşünmek muhayyilenin, matematik problemi çözmek ise aklın işi.

Matematik problemi yerine, varoluşsal sorularımızı, hayatın manasını, sorumluluk bilincini velhasıl düşünceye dair her şeyi koymak mümkün.

Yüce Rabbimiz, bizden akletmeyi, tefekkür etmeyi, tezekkür etmeyi(hatırlamayı) emretmiştir.

Bu emri yerine getirebilmemiz için ise, öfkeden, cinsellikten ve yemek içmekten mukayyet zamanda uzak durmamızı dilemiştir; ta ki hakkıyla akledebilelim ve düşünebilelim diye…

Evet, bedenin arzularından vazgeçmesi ile hemen akıl devreye girmez.

Aklın aktif hale gelebilmesi, düşüncenin hayatımıza hakim olması içindir oruç emri…

Öfkeni tut. Mideni ve belini tut ki, akıl azat olsun.

Duyulardan, vehimlerden azat olsun.

Akıl ile vahiy, aynı membanın ürünüdür.

Akıl ile beraber vahiy de hayatımıza girmeye bize rehberlik etmeye başlar.

Bu öyle kolay bir deneyim olmamakla beraber, imkansız da değil. Lakin ısrar ve tekrar gerektiren bir davranış biçimi. 

Oruç bizi tutsun diye öfkemizi ve şehvetimizi tutmaya başladığımız günün hemen arifesinde bizde gerçekleşebilecek bir durum değil.

Uzun süre kapalı kalan bir musluğun açılması sonrası, meydana gelen öksürme hatta biraz kirli ve pasaklı suyun akması gibi bir duruma tahammül etmek gerekir.  

Malum uzunca bir zamandır kullanılmayan bir musluk neticede…

Unutmadan ifade etmem gerekir ki, bahsettiğimiz bizim tuttuğumuzu zannettiğimiz oruç değil. 

Gün boyunca iftarda ne yiyeceğini düşünen, onlarca kalp kıran, yasaklanan yeme, içme ve cinsellik harici ne yasak varsa hepsini çiğneyen, iftar vakti şatafatlı sofralar kuran, normal zamanların birkaç katı yiyen, iftar ile sahur arası zamanı bile sürekli bir şeyler atıştıran, sahurda ise sonraki günün açlığı ve susuzluğu korkusuyla tıka basa yiyen ve içenin, Kelamullah’ta belirtilen orucun eda edilmesi neticesinde ikram edilen nimetten nasiplenmesi imkanı yoktur.

Bütün bu oruçsuzluk haline ilaveten; Resulullah, iftarını bir ya da iki hurma ile açardı, sahurda sadece su içerdi, anlatılarının, anlaşılamamış, hikmetine varılamamış hakikatleri, tıkınma meclislerinde birer mersiyeye dönüştürülerek anlatılması ise işin cabası.

Deveye, “boynun neden eğri?” diye sormuşlar. “Nerem doğru ki” demiş…

Bu halde iken, Kelamullah’tan ne kadar istifade edebiliriz?..

En azından, Ramazan ayını nasıl Kur-an ayı yapabiliriz?..

Bu konuda düşünmeye, akletmeye hiç mi ihtiyacımız yok?..

İslam’ı seçmek isteyen bir diğer inanç mensubunun taleplerine, ritüelleri takas etmeyi mi teklif edeceğiz?.. 

Christmas yerine Ramazan orucu.. Ağlama Duvarı yerine, Ka’beyi tavaf… Kilise ya da Havra yerine Camii… Bu mu yani?…

İslam’ın son vahyi olan Kur-an’nın teklifi bu mu ola?..

“Dini Allah’a has kılmayı”, “Allah’ın altına, ötesine-berisine, yanına-yöresine yerleştirdiğimiz 'tengricik'lerden azat olmayı” bu şekilde mi başaracağız?..

“Aklını işletmeyenlerin üzerine pislik atılır” tehdidine müstahak değil miyiz?..

Heyhat ki heyhat…

Aklın hakkını veren, düşüncenin engin semalarında dolaşan bir mü’min kafa, fakirin de, yetimin de, yolda kalmışın da, boyunduruk altında olanın da, velhasılı kelam, maruf’un da, münker’in de ne demek olduğunu tabiatıyla zaten bilecektir.

Murad-ı İlahi, ancak, akıl ile vahyin beraberliği neticesinde gerçekleşir ve bu durum, o zaman insanın ve insanlığın meselelerine cevap olur.

Yazımızı, çok hoşuma giden, konumuz ile de ilgili bir derviş meseli ile bitirelim.


Meclisin birine, o yörenin en büyük devlet erkanından biri girer. O dönemin paşası ya da valisi. 

Mecliste bulunanların tamamı, bir anda ayağa fırlar. Mecliste bulunan bir derviş ise hiç oralı değildir. 

İçeri giren devlet adamı, dervişin bu haline oldukça hiddetlenerek, dervişe der ki:

Bre densiz. Bir de millete vaaz ve nasihat edersiniz. Bu ne saygısızlık?.. İnandığınız kitap demez mi ki, 'Allah’a ve Rasulune ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin.' Bu ne cehalet?..


Bu sözlerle kendini paylayan devlet adamına, derviş ise şu yanıtı verir:

Okuduğun ayet doğru. O ayeti ben de biliyorum. Lakin biz o ayetin başındaki Allah lafzını duyunca, öyle kendimizden geçiyoruz ki aklımıza peygamber bile gelmiyor. Nerde kaldı emir sahipleri.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.  

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU