Yarının sosyal devletini inşa etmek

Sinan Baykent Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Dan Perjovschi / art.northwestern.edu

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan pazartesi günü yaptığı açıklamada hükûmetin “Biz bize yeteriz Türkiye’m” adlı bir bağış kampanyası başlattığını duyurdu.

Zor bir dönemden geçildiği aşikar. Kovid-19 salgınıyla birlikte dünyada her ülke bu meşakkatli koşulların muhatabı konumundadır.

Türkiye özelinde ise tecrübe edilen ekonomik darlık ortamı salgın öncesinde de mevcuttu. Başka bir deyişle, salgın Türkiye’deki ekonomik kırılganlığı birinci elden doğurmadı belki ama gelinen aşamada onu pekiştirmiş oldu.

Tanıtılan kampanyayla birlikte Türkiye’de kimi analist ve siyasetçiler ülkede sosyal devlet tasavvurunun artık sonlandığını, buharlaştığını ve tümden yitirildiği görüşünü savundular. Hatta “artık devlet kalmamıştır” savına başvuranların olduğuna dahi rastladım.

Türkiye’de maalesef sosyal devleti kamusal eğitim ve sağlık hizmetlerine, belki bir ölçüde de “işsizlik maaşı”na vb. indirgeyenler çoğunluktadır.

Oysa sosyal devletin bu boyutu ancak ve ancak Batı’daki “liberal merkez demokrasilerde” geçerlidir.

7 Kasım 2019 tarihinde Independent Türkçe’de yayınlanan “Demokratik barış yalanı ve liberal paradigma çökerken: Ufukta yeniden 1930’lu yıllar mı var?” başlıklı makalemde şu satırları yazmıştım:

(1945 sonrası) Merkez demokrasiler kural koyucu oldu. (…) Bilhassa uluslararası kapital bu bloka doğru aktığından ve bu bloktan fışkırdığından, üretim avantajı da sahiplenildi. 

Darphane merkez demokrasilerin uhdesindeydi. Tabiatıyla darphaneye (paraya) hükmeden, doğal olarak siyasetin istikametini de tayin etme gücünü fethediyordu. Oysa liberal Batı, diskuru tersinden işleme koydu. 

Ete kemiğe büründürülen ‘taşı toprağı altın’ Batı algısının gücünün darphaneden değil, liberal demokrasiden döküldüğü tespiti işlendi. (…) Halbuki bu apaçık bir yalan ve sahtekarlıktı, zira sonradan Batı standartlarına göre liberalleşen devletler kati suretle bir ‘periferik demokrasi’ olmanın ötesine geçemeyecekti, öyle de oldu.


Bana kalırsa liberal merkez “demokrasilerde” demokratik yönetimden bahsetmek mümkün değildir.

Vaktiyle Abraham Lincoln’ün yaptığı muazzam (ve gerçek) demokrasi tarifinden geriye ne kaldı?

“Halkın, halk tarafından ve halk için yönetimi” anlayışının kırıntıları bile toz oldu.

Özünde fevkalade besleyici ve ufuk açıcı bir yaklaşım barındıran “demokrasi” kavramı kendilerini “demokrasi” (!) (alakası yoktur) diye tanımlayan merkez devletlerce tedricen kapitalist arsızlığın ve emperyalist politikaların bir paravanına çevrildi.

Dahası, bu kavramı diğer devletlerin ve özellikle de periferideki devletlerin “refah” için ardından koşmaları gereken bir havuç yaptılar.

Lincoln bugün demokrasinin liberal versiyonunun nelere yol açtığını görse başını duvarlara geçirir ve tanımladığı demokrasiyi bu zehirli ideolojiden kurtarmak için elinden geleni ardına koymazdı sanırım.


Liberal merkez ve periferik demokrasiler kıskacındaki sosyal devlet

Merkez demokrasiler kapitalin hamisi ve beşiği olduğundan, sosyal devleti bütün boyutlarıyla ete kemiğe büründürmeye muktedirdir.

Bu modeli icra edip etmemek, pratiğe döküp dökmemek ise tamamen kendi tasarruflarına bırakılmıştır. 

Örneğin bir Amerika Birleşik Devletleri (ABD) söz konusu mevzubahis modeli elinin tersiyle iterken, bir Fransa modeli son damlasına değin benimsemiştir. 

ABD açısından bu bir sorun değildir (veya değildi demek daha doğru olacaktır bugün yaşananların ışığında) zira ABD darphane-kapital ikilisine doğrudan hükmediyor. Üretim var ve bol. Para sonsuz.

İşsizlik-enflasyon dengesini asgarîde belli bir seviyede muhafaza ettiğiniz müddetçe orada kronik yaşanması beklenmez. 

Türkiye’nin de içinde yer aldığı “periferik demokrasiler” kategorisinde ise sosyal devlet ilkesi ancak “imkânlar dâhilinde” ve beynelmilel finans-kapitalin “öngördüğü” ve “izin verdiği” nispette vücuda getirilebilir.

Periferik demokrasiler dünya pazarı için doğrudan kapital üretemediği ve bu kapitali ekseriyetle ihraç edemediği için –daha kısa ve öz bir şekilde özetlemek gerekirse, “kural koyucu” pozisyonuna erişemediği için– merkez demokrasilerce yürürlüğe konulan kural ve kaideler manzumesi içinde hapsolmuş vaziyettedir.

Periferik demokrasiler var olabilmek veya daha ziyade “hayatta kalabilmek” için ucuz, güvencesiz iş gücüne ihtiyaç duyar.

Bu ihtiyaç, yabancı sermaye için çekim gücü yaratabilmek ve olur da periferik demokrasilerde başını doğrultabilen “yerli” karakterde bir kapital zuhur ederse, onu merkez demokrasilerden fışkıran kapitalle uluslararası düzlemde yarıştırabilmek içindir.

Hâl böyle olunca bu tip ülkelerde –tıpkı bugün bizde yaşandığı gibi– sosyal devleti yalnızca mükemmellikten çok uzak kamusal eğitim ve sağlık hizmetlerine veya fevkalade cüzî bir işsizlik fonu vb. tali uygulamalara sıkıştırmak, dahası bu sıkışıklığı doğal ve “standart normal” addetmek sıradanlaşmıştır.

Periferik demokrasilerdeki bu tutum, en liberalinden en “sosyaline” kadar böyledir. Zira düşünce haritası yıllar içinde bu eksende şekillendirilmiş ve sınırlandırılmıştır. Ötesini düşünmek dahi neredeyse isimsiz bir yasağa tâbidir sanki.

Oysa Türkiye dâhil bu ülkeler “periferik” statülerini sorgulamaksızın, bu statüyü çetin bir muhasebeden geçirmeksizin ve bir “oto-kritik” safhasına girmeksizin zaten ötesini “düşünebilecek” insanlar yetiştiremez. İmkânsızdır, olanaksızdır.

Açıyorum: liberal “medeniyet” çarklarını, etrafına irin saçan bu çarklar bünyesindeki yerimizi ve rolümüzü, velhasıl bu çarkların bize dayattığı ekonomik ve sosyal çürümeyi tenkit etmeye çabalamadıkça asla hakiki manada bir “sosyal devleti” memleketimizde bina edemeyeceğiz, edemeyiz.


Türkiye’de 1950’li yıllardan bu yana sosyal devlet hiç olmadı

Hükûmetin kampanyasını “tarz” planında eleştirirken, karşımızda gözün gör dediği acı “sistemik” gerçekliği idrak edememenin daha büyük bir acizliğin tezahürü olacağı kanaatindeyim.

Acı gerçek şudur: Türkiye 1950’li yıllardan bu yana hiçbir zaman, asla bir “sosyal devlet” örneği teşkil edememiştir.

Nasıl edebilirdi ki? Ayağı prangalı, eli kolu bağlı ve bir deli gömleğine mahkûm edilen bir ülke sosyal devlete nasıl ruh üfleyebilir?

Burada sosyal devleti salt eğitim-sağlık-fon teslisinden ibaret sanan sözde “sosyallere” de bir çift sözüm olacak: Derin, hem de çok derin bir yanılgıyla boğuşuyorsunuz.

Sosyal devlet bunlardan çok daha fazlasıdır. Hatta bunlar, sosyal devletin yalnızca görünen yüzünden başka bir şey değildir. Maharet, buzdağının deniz altında kalan kısmını keşfedebilmektedir.

Nedir sosyal devlet? Veya ne olmalıdır?

Sosyal devlet her şeyden önce ve ilk olarak insana hayat akışının muhtelif talihsizliklerine karşı kalkan olmak, bu uğurda “herkesin ikinci bir şansa hakkı vardır” prensibini içselleştirmektir.

İkincisi, sosyal devlet insan emeğinin ve alın terinin her kim tarafından, her nasıl olursa olsun sömürülmesine, değersizleştirilmesine ve dahi ezilmesine fırsat vermemek, bu hususta caydırıcı ve gerekirse cezalandırıcı güç kullanmaktır.

Üçüncüsü, sosyal devlet ulusal çapta üretimi ve bu üretimde ortaklığı teşvik etmektir. Dahası, üretim ilişkilerinde toplumun çıkarını gözeten yapısal bir düzenlemeye gitmektir. Ardından üretimden süzülen serveti adaletle dağıtmak ve herkese hakkını layıkıyla teslim etmektir.

Dördüncüsü, sosyal devlet paradan para kazanılmasını, spekülasyonu, tabiatın amansız tahribatına ve insanın karşılıklı olarak birbirini “kırmasına” sebebiyet veren “sınırsız kâr” gayesini engellemektir.

Nihayet beşinci olarak sosyal devlet, her şartta önce kendi insanını düşünmek, onun ihtiyaç ve taleplerine odaklanmak, onun refahını öncelemek ve bütün planlarını buna göre yaparak ileride meydana gelebilecek bütün diğer hesapları öncelikler hiyerarşisinde alt sıralara kaydırmaktır.

Sosyal devlet işte budur veya en azından bu olmalıdır.


Sosyal devleti ya “ulusallaşan sosyalistler” ya da “sosyalleşen milliyetçiler” inşa edebilir

Şimdi esas soru şudur: Böylesi kudretli ama bir o kadar da gerekli bir sosyal devleti kim(ler), nasıl diriltebilir?

Liberalleri unutun. Onlar bir asırdır insanlığın başına örülen felaketler silsilesinin baş mimarlarıdırlar.

Statik muhafazakârlığı ve onun zıt kutuptaki ikiz kardeşi hüviyetindeki dinozorlaşmış sosyal demokrasiyi de bir kenara koyun.

Geriye kalıyor sosyalistler ve milliyetçiler.

Her ikisinde de bu birikim, donanım ve tarihsel kabiliyet vardır.

Ne var ki sosyalistler dogmalara sımsıkı bağlı kalmakta ve geçen zamana ayak uydurabilmek konusunda (özellikle “kimlik”, “inanç” ve “ulusal kültür” levhalarında) büyük ideolojik çıkmazlardan mustaripler.

Kimisi totaliter-bürokratik Sovyet deneyiminde çakılı kalmış durumdayken, kimisi de zamanın “esprisine” uygun adımları atmakta olağanüstü bir çekingenlik sergilemektedir. Buna rağmen gelişim marjı olduğu hakikatini yadsımıyorum.

Milliyetçiler ise bir türlü kapitalizmden ve dahi kapitalist paradigmanın bağrında taşıdığı fikir-eylem şablonlarından bir türlü boşanamıyorlar veya boşanmakta anlamsız bir tereddüde düşüyorlar. 

Her ne kadar Avrupa’da bu istikamette belli bir ilerleme saptamak mümkün olsa da Avrupa bağlamındaki eski-tip ırkçılığın yeni sürümleri ortaya “evrensel” bir şematik çıkarmaya cüsseli bir engeldir.

Türkiye’de ise milliyetçiliğin sosyal anlayışı oldukça aksaktır ve henüz kendi siyasal programını yoğuramamıştır.

Nitekim 25-30 Ocak 2020 tarihleri arasında Independent Türkçe’de yayınlanan bir yazı dizisinde söz konusu eksikliğe işaret etmek ve kendimce naçizâne bir “tedavi” metodu arz etmek için milliyetçiliğin 21. yüzyılda kabul etmesi icap eden ekonomi-politiği irdelemiştim.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Zihinleri liberal-kapitalist tahakküme esir olup “periferik” parmaklıkları aşmakta güçlük çeken bir kısım yazarlardan eleştiri almış olsam da bu yazı dizisi milliyetçi cenahta entelektüel bir kıpırdanmaya vesile olmuş ve tartışma zemini yaratmıştı.

Halkın, halk tarafından ve halk için yönetim dizaynını ve bu dizaynın en kıymetli ve biricik meyvesi olan sosyal devleti inşa etmek için geçmiş hatalarından da kallavi dersler çıkarmak suretiyle ya sosyalistler “ulusallaşacak/yerlileşecek” ya da milliyetçiler “sosyalleşecektir”.

Başka bir yol göremiyorum.

Benim çabam ve çalışmam ise – herkesin bildiği üzere – aralarında en gerçekçi ve anlamlı gördüğüm, gönlümü verdiğim ikinci seçeneğin ihyası içindir.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.  

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU