Risale-i Nur üzerindeki neşir ve veraset hegemonyası (2)

Hüseyin Siyabend Aytemur Independent Türkçe için yazdı

Kolaj: Independent Türkçe

Bir önceki makalemizde genel hatlarıyla bir çerçeve çizmeye çalıştık.

Makale sonrasında bu konuyla ilgili bir çalışma yapıldığına dair bilgilendirildim. 

Birinci noktada Tahrifatlar kitabımızda önce 2014 senesinin başında Risale-i Nur'da yapılan tahrifatlar konusunu bir rapor olarak hazırladığımızda konuya dikkat çekmiştik.

Daha sonra yine 2014 yılında Abdullah Can “İlke Haber” sitesinde “Paylaşılamayan Bir Miras: Risale-i Nur” başlıklı iki makale ile orijinal belgeler üzerinden konuyu ele aldı.

Tartışmalar devam ettiği hengâmda 2015 yılında Tahrifatları kitap olarak hazırladık.

 Ama her şeyden önce “mutlak vekil”, “veraset” ve “neşir” meselesi uzun yıllar önce Tenvir Neşriyat bünyesinde neşrettiğimiz Dava dergisinde konuya da dikkat çekilmişti.

Muhammed Sıddık Dursun (Allah Rahmet etsin) bu konunun en büyük bedelini ödeyen şahsiyet oldu.

Yayınladığımız mahkeme kararları, tahrifat ve Risale-i Nur üzerindeki hegemonya süreci, Tenvir Neşriyat/Sıddık Dursun ve merkez “Nurculuğu” temsil eden taraflar arasında yaşanmıştır.

Veraset, vekillik ve neşir konusu çeşitli zamanlar 3 ayrı mahkeme şeklinde görülmüştür.

Bir önceki makaleyi yazdıktan sonra, Molla Muhammed el-Kersi’nin (Muş, Varto-Kersi köyünden) kitabı “Reddu’l-Evham” (2020) da yine aynı belgeleri değerlendirerek farklı bir açıdan ele almış.

“Reddu’l-Evham” kitabında “veraset” ve “mutlak vekil” kavramları “dini” açıdan ele alınarak konuyu tartışmaya açmıştır (tavsiye ederim).

Ben ise bu konuyu dini ve siyasi tecrübeyi ele alarak değerlendirmeyi yapmaya çalıştım.

Bu ikinci makalemizde de yine orijinal belgeleri kullanarak “mutlak vekil”, “veraset” ve “neşir hakkı” konusunun ilmi bir izaha ihtiyaç olduğuna dikkat çekeceğiz.  

Öncelikle: Risale-i Nur “Beyt’ül Atik” Bağımsız bir evdir.

Atik; bağımsız/özgür sözcüğünden gelmekte olup, bağımsız ve özgür ev anlamındadır.

Bizim “altın kubbe”, “çini kubbe”, “altın pencere”, “çelik pencere” vb. biçimlerinde kullandığımız ifadelerin yerine geçer. Atik: Bağımsız evdir. 

Bağımsız ev ne demektir?

Terimin tam çevrisi; zorbaların, zalimlerin, para ve altın sahiplerinin egemenliğinden uzak ve bağımsız bir evdir.

Bu yüzden, hiç kimse onu siyasi amacı için kullanamaz ve onun üzerinde hak iddia edemez. Neden? “Gerçek şu ki insanlar için ilk kurulan evdir” (3/96) de ondan.

Hangi insanlar? Zorba, mele ve mütref olmayan herkes.

Beyt’ül Atik, halka, yani kamuya ait bir mülkiyettir, insanlığın ortak malıdır.

Bu bağlamda Risale-i Nur’da aynı bu bağımsız ev gibidir. Bu ev, emin bir evdir. 

Fakat dindar insan bir toplum içerisinde yaşıyor olmaktan dolayı, Allah inancının bir kurum olarak ortaya çıkması gibi bir sorunu bulunmaktadır.

Sosyolojik anlamıyla Allah’a inanma bazı sosyal ve siyasi kurumlar ortaya çıkacağından bu kurumları yöneten bazı kişi/Ağabey ve cemaatlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlar.

Bunun neticesinde dünyevi bazı rekabetlerde ortaya çıkar. Bu dünyevi rekabetlere din’i prensipler de alet edilmeye başlanır.

Allah’a iman yani Risale-i Nur bir kurum/Ağabey veya “mutlak vekil” olarak ortaya çıktığından, “mutlak” olduğu için, kayıt altına alınamayacağından, hayatın bütün boyutlarında, biyo, psiko, sosyo, bedensel ve ruhsal bir iktidar ve söz sahibi olmaya başlamaktadır.

(Bir önceki makalemize bakınız) bu durumda, hem İnsanın özgürlüğü hem de Risale-i Nur’un özgürlüğünün ortadan kaldırılabilmesi gibi bir tehlikeyle karşı karşıya kalınır. 

Peki, böyle bir tehlike nasıl ve neden ortaya çıkmaktadır?

Bunun cevabı bu kurumlaşmanın yani, ağabey ve cemaat eşitleniyor; ağabey tüzel bir kişilik yani sözde şahs-ı maneviyi temsil eden bir misyona sahip olması ile Allah’ın mutlak olma durumuyla çelişiyor olmasıdır.

Bu durumdan sonra ikinci aşama olan duruma geçiliyor. Cemaatte, ilim esas alınmıyor, güvenlik esas alınıyor.

Yani doğal olarak güvenlik esas alınınca ilim, ehline değil, cemaate kim daha sadık, kim daha çok cemaatin dersine gidip geliyorsa o kitabı eline alıp okumaya başlıyor.

Risale-i Nur cemaatlerinde “İlmin” tasfiye edilmesi, “güvenliğin” birinci plana alınması süreci bu şekilde oluşuyor. Bu doğal olarak “taklit” ve taassuba neden oluyor.

Bu ise üçüncü aşama olan cemaate mensup bir ferdin taassubu, bu defa “salabet-i diniye” yani dinde sağlamlık olarak addediyor.

Dinde sağlamlık olarak tanımlanan durum, fikri ve düşünsel muhalifini “zındıklık” ile suçlamaya varan bir süreci beraberinde getiriyor.

Bu süreç aynı zamanda cerbezeye kapı araladığı gibi sorunların doğru tespitinin engellenmesi neticesini veriyor. Ama burada asıl amaç “konu anlaşılmasın, düşmanın eli görülmesin”, yani kurt gövdeye girmiştir.

Bu durumda İlimi bir konu, münazarayla değil, münakaşanın malzemesi olarak din’ in dünyevi amaçlar için kullanılmasına kolaylık sağlıyor. Kabaca bu şekildedir. 

Allah’a iman bir kurum olarak ortaya çıktığında, Allah’ın mutlaklığı bu vasfını kaybederek indirgenmiş olacaktır.

Bu da Ruhbanlığın yani dini merkeziyetçiliğe kapı aralamaktır. Zaten İslam tarihindeki Şii ve Sünni savaşının arkasında bu tartışma yok mudur?

Hâlbuki Saîdê Kurdî, Barla Lahikası kitabında Müslümanlar arasındaki bin yıllık bu savaşı bitirmek için var olduğunu belirtmektedir.

Risale-i Nur talebesinin kendisiyle bu derece yüzde yüz çelişmesi, Risale-i Nur üzerindeki egemen aklın mahiyetini bize vermektedir. 

Böylece Allah’a iman ve inancın bu şekilde kurumsallaşmasıyla dershane, medrese, cami, kilise, teoloji, kelam, gelenek, görenek, grup ve sınıf cemaat çıkarları, aile ilişkileri ve dini sloganlar tarafından kayıt altına alınarak sınırlandırılmış oluyor.

İşte biz buna Risale-i Nur’da yapılan ayrı bir tahrifat diyoruz.

Sonuçta bütün bunlar Cenab-ı hakkın Uluhiyet-i Mutlakası’nın veçhesini perdeleri haline geliyor.

Allah’ın mutlak aşkın varlığı belli bir çerçeve ve nitelemelerle sınırlı bir tasavvura indirgenmiş oluyor.

Bu da işte bu tehlikeli durum gerçekleştiğinde insan da kendi insanlık ve özgürlüğünü kaybetmiş oluyor.

Bir önceki makalemizde de dikkat çektiğimiz Risale-i Nur’un özgürlüğü de bu bağlamda kısıtlanmış oluyor.

Böylece Risale-i Nur’a his ve nefis bu şekilde karışıyor, yoksa Lügat veya şerh, izahat yaparak değil. (buda ayrı bir konu)

Belge Analizleri: 

Birinci Vasiyetname: Vasiyetname ile ilgili birinci belgemiz, Üstad Saîdê Kurdî’nin kendi kaleminden çıkan “Vasiyyetnamemdir” metnidir. 
 

 

birinci vasiyetnameye ek olarak altına.png

Said Nursi'nin kendi el yazısını gösteren Dördüncü Söz'ün metni

 

VASİYYETNAMEMDİR  

Aziz, sıddık kardeşlerim

Ecel gizli olmasından vasiyetname yazmak sünnettir. Benim metrukâtım, Risale-i Nur’dan olan benim hususi kitaplarım ve güzel ciltlenmiş mecmualarım ve saire şeylerim, bütününü Gül ve Nur fabrikaların heyetine, başta Hüsrev ve Tahirî olarak on iki kahraman kardeşlerime vasiyet ediyorum.

Onlara bırakıyorum ki, emr-i Hak olan ecelim geldiği zaman benim arkamda o metrukâtım, benim bedelime o sadık ve mübarek ellerde hizmet-i Nuriye ve imaniyede çalışsın ve isti’mal edilsin. 

Kardeşlerim, siz bu vasiyetten telaş etmeyiniz. Ben, teessürattan ve dokuz defa zehirlenmekten pek çok zayıf olmakla beraber, gizli münafıkların desiselerle müteaddit suikastları için bu vasiyeti yazdım. Merak etmeyiniz, inayet-i Rabbaniye ve hıfz-ı İlahî devam ediyor.

Kardeşiniz
Said Nursi


İkinci Vasiyetname: 
 

 

Bu ikinci Vasiyetname birinci vasiyetname ile aynıdır. Bu vasiyet, Emirdağ Lahikası kitabında geçmektedir.

Vasiyetnamede geçen "on iki kahraman" burada dipnotta verildiği gözükmektedir.

Kardeşim Abdulmecid, Zübeyr, Mustafa Sungur, Ceylan, Mehmet Kaya, Hüsnü, Bayram, Rüştü, Abdullah, Ahmet Aytimur, Atıf, Tillolu Said, Mustafa, Mustafa, Seyyid Salih.


Birinci vasiyetnamede dikkat edilirse veraset söz konusu değildir. Zira vasiyyet ile veraset İslam tarihinde ve Risale-i Nur’da iki ayrı kavram iki ayrı olgudur.

Birinci vasiyetnamede maddi ve manevi bir verasetten bahsetmiyor. On iki kişilik heyet, Üstad’ın ifadeleriyle “Gül ve Nur Fabrikaları heyetidir.”

Gül fabrikasının lideri Hüsrev Altınbaşak efendidir. Nur fabrikasının lideri Hafız Ali’dir. Hafız Ali bu vasiyetname yazıldığı zaman 1944 yılında Denizli Hapishanesi'nde şehit olmuştur.

Bu vasiyetnamenin ikincisinden farkı yukarıda verdiğim isimlerdir. İkinci vasiyetname Emirdağ Lahikası-I eserinde neşredilmiştir. 1957 tarihlidir.

Birincisin de iki isim on iki kardeş olarak tanımlanırken, ikinci vasiyetnamede de aynı isimlerle beraber yine on iki kişiye işaret ederken dipnotta 15 kişinin ismi vardır ve toplam 17 kişi yapmaktadır.

İkinci belgedeki imza ise birinci belgedeki imza şekliyle çelişmektedir. Yani ikinci vasiyetnamedeki imza, Saîdê Kurdî’ye ait değildir. -yazı karekterine bakınız-

Diğer bir nokta ise ikinci vasiyetnamede Üstad’in yazısına benzetilmek istenmiştir. İsim üzerinde kalem oynandığı belirgin bir şekilde kendisini göstermektedir.

Ayrıca vasiyetnamede geçen Gül ve Nur Fabrikası’nın kimler olduğu bilindiği halde, dipnotta verilen isimlerden bazıları Gül ve Nur heyetinden değillerdir.

Dolayısıyla Emirdağ Lahikası-I eserinde geçen ikinci vasiyetname metni, sıhhatli bir belge değildir. 


Üçüncü Vasiyetname:
 

 

 

 

Said’in Vasıyyetnamesi

Ben, seksen küsur yaşında, gayet ihtiyar, gayet hasta bulunduğumdan ve ecel de gizli olmasından Nur hizmetindeki vazifemi görecek pek çok hakikî kardeşlerim bulunduğundan, manevi bir ihtar ile bu vasiyetnamemi yazıyorum.

Evvelen: Madem son hayatımı Risale-i Nur’a vakfetmiştim, Nur’un has talebelerinden bir kısmı aynen benim gibi kendilerini hizmet-i imaniye ve Nuriye için vakfetmişler. Ve bazılarının peder ve valideleri de onları Nurlara vakfetmiş. Benim evladım olmadığından, ben de onları hakikî evlâdım hükmünde benden sonra Risale-i Nur’a aid malım, servetimi o manevi evladlarıma Nur’un hizmetine sarf etmeleri için onlara hibe ve vakf ve temlik etmişim. Vefat ettikten sonra onlar sahip olacaklar. 

Ben nasıl Nur’un hizmetinde iktisad ile bazı tayinlere sarf ettiğim gibi, onlar da o vazifeyi yapmağa kat’i kanaatim gelmiş. Onları da varislerim diye ilân ediyorum. 

Bu manevi evladlarımla beraber, yirmi sene benim talebem ve nesebî kardeşim Abdülmecîd ve otuz beş sene Risale-i Nur hizmetine kendini feda eden Hüsrev ve yirmi küsur sene Tahirî ve Mustafa Gül ve Nazîf Çelebî ve Küçük Ali ve Sıddık Süleyman ve Süleyman Rüşdü ve Mehmed ve Mehmet ve Muhlis ve Osman gibi zatlar, bu manevi evladlarıma büyük kardeşleri nev’inden onlara yardım etmek ve nazır ve müdebbir olmasını rahmet-i İlahiye onların muvaffakıyetini niyaz ediyorum. 

Şimdilik Hizmet-i imaniye ve Nuriye’ye vakıf ve hizmetimde bulunan Sungur, Zübeyir, Ceylân, Bayram, Hüsnü, Yılmaz gibi aynı onların mahiyetinde hakikî evladım olarak onları kabul etmişim. Benden sonra bana ait ne varsa kendim hayatta iken verdiğim tayin gibi tayinlerini alacaklar ve Risale-i Nur’un tab’ı vasıtasıyla hâsıl olacak sermayeyi kendini Nur’a vakfedeceklerin hakikî muhtaç kısmına büyük ağabeyleri vasıtasıyla onlara tayinatlarını verebilirler.

Barla’da vefat edersem Barla’nın yukarı mezaristanına, İsparta’da vefat edersem Sava mezaristanına götürünüz.

Said Nursi

Biz tasdik ediyoruz: Tahiri, Hüsrev, Rüştü, Kâtip Osman, Terzi Mehmed, Mustafa Gül, Nuri Benli
 


Bu vasiyetnamede ilk dikkati çeken Üstad’ın kaleminden çıkmamış olması. Mektuba dikkat edilirse, alt kısmında “Said Nursi” yazılmıştır.  

Hâlbuki Üstad’ın el yazısı olan orijinal vasiyetnamede “Eliflâm-ı tarif” bulunmaktadır. “Said-i Nursi” yani Arabi gramere uygun bir imza bulunmaktadır.

Bu vasiyetnamede bu kurula uyulmamıştır. Ayrıca yine önceki vasiyetnamede “on iki” kişiden bahsetmektedir.

Bu mektupta Varisler 18’e çıkmaktadır. Yine dikkat çekici olan bir öncekinde yer alan on iki kişiden yer alan “Mehmet Kaya, Abdullah, Ahmet Aytimur, Atıf, Tillolu Said, Mustafa, Seyyit Salih” isimleri bu vasiyetnamede yer almamıştır. Bu isimlerde eklenirse toplam 25 kişiye ulaşılmaktadır. 


Dördüncü Vasiyyetname: 

Umum dostlarıma ve Nur kardeşlerime bu vasiyeti ilân ediyorum:

Ben şahsım itibarıyla vazife-i Nuriyeyi yapmaya tâkatim kalmamış. Belki ihtiyaç da kalmamış. Hem müteaddit tesemmümlerle ve çok ihtiyarlık vaziyetiyle ve hastalıkla, şimdiki hayatta kalmak, tahammülüm kalmamış gibidir. Şayet müştak olduğum ölüm elime geçmese de, zahirî hayatımda ölmüşüm gibi diye bu vasiyetimi yazıyorum.

Hâlık-ı Rahmân-ı Rahîme hadsiz şükür olsun ki, bundan altmış yetmiş sene evvel hilâf-ı âdet olarak tahsil-i ilim, hususan ilm-i imanî yolunda başkaların muavenetine yalvarmamak ve tam fakr-ı haliyle beraber Eski Said çocukluk, gençlik zamanında talebelerine ta’yinlerini kendi vermeye çalıştığı ve ancak kısa bir zaman beş ta’yin kabul edip mütebâki talebelerine, bazan yirmi otuz talebesine ta’yin verdiğinden, ilmi, vasıta-i cer etmeye o talebeler mecbur olmadılar. İktisat ve kanaatle o zaman muvaffak oldukları gibi, Cenab-ı Erhamürrahimîn’e hadsiz şükür olsun ki, Eski Said gibi şimdi Risale-i Nur kendi hakikî talebelerinin ta’yinlerini neşriyyatıyla mükemmel vermeye başlamış. Â’zamî ihlâsı kırmamak için, Risale-i Nur has talebelerine, hususan nafakasını tedarik edemeyenleri tam tamına idare edecek derecede Risale-i Nur'un satılan nüshalarının beşten birisi Risale-i Nur'un hakkı olduğu cihetle, şimdi elli altmış talebesine kâfi sermayesi çıkıyor. Benim (biçare Said'in) içinde hiçbir hakkı yoktur. Yalnız Risale-i Nur'un kıymettar hâsiyyeti ve şakirdlerinin şahs-ı mâ’nevisinin kemâl-i sadakati bu mâ’nevî Nur bayramına vesile oldu.

Şimdi bütün talebelerin fevkinde diyerek değil, benim en yakınımda, hizmetimde olup bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler ve yakından görenler içinde, dört beş adamı mutlak vekil yapıyorum. Ben ölsem veya hayatta şuursuz kalsam, Nurlara karşı hizmetimin tarzını bilerek tam yapabilsinler. Şimdilik Tâhirî, Sungur, Ceylân, Hüsnü ve bir iki adam daha mutlak vekilim olarak vasiyet ediyorum. 

Şimdi Risale-i Nur'un satılan nüshalarının sermayesi, Risale-i Nur'un malıdır. Said de bir hizmetkârdır. Hayatta ta’yinini alabilir. Hattâ bugünlerde ölüm bana çok yakın göründü. Ben de altı vilâyette bulunan elli altmış talebeyi iki üç sene Nur sermayesinden ta’yinini vermek kat'î niyyet ederken, belki bazılarını ba’zı mâniler onları talebelik hizmetinden vazgeçirecek diye vazgeçtim. Şimdi vasiyetimi yazdım.

Said Nursî (Emirdağ Lahikası II.) 


Bu vasiyyetnamede ise dikkat çeken nokta 4 kişinin ismi zikredilmektedir.

“Bir iki adam” gibi mutlak veya muğlak bir ifade kullanılmaktadır. Kim bunlar? 


Beşinci Vasiyyetname:
 

 

Hem benim şahsımın, hem Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsinin sermayesini, kendilerini Risale-i Nur’un hizmetine vakfedenlerin ta’yinlerine verilecek; hususan nafakasını çıkaramayanlara vermek lâzımdır. Şimdi de kaç senedir ta’yinleri verilen Nur talebeleri, haslara ma’lum olmuş. Ben de yanımda şimdi bulunan kardeşlerimi kendime vâris ve benim vazifemi yapmaya çalışmak lâzım. Tesanüdü de tam muhafaza etsinler.

Evet, bu vasiyetnameyi tasdik ediyorum.

Said Nursî (Emirdağ Lahikası II.)

Vasiyyetnamenin Haşiyesidir

Üstadımız âhir ömründe insanların sohbetinden men edildiği cihetle anladı ki:

Bu zamanda şahsiyet cihetiyle insanlara zarar verecek haller var. Risale-i Nur'un mesleğindeki â’zamî ihlâs için bu hastalık verilmiş. Çünkü bu zamanda şan, şeref perdesi altında riyakârlık yer aldığından, â’zamî ihlâs ile bütün bütün enaniyeti terk lâzımdır. Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar, mânevî dua ve ziyaret etsinler. Kabrimin yanına gelmesinler. Fatiha uzaktan da olsa ruhuma gelir. Risale-i Nur'daki â’zamî ihlâs ile bütün bütün terk-i enaniyet için buna bir mâ’nevî sebep hissediyorum. Kendini Risale-i Nur'a vakfetmiş olan, yanımda bulunanlardan nöbetle birer adam kabrimin yakınında olup, bu mâ’nâyı, lüzumsuz ziyarete gelenlere bildirsinler.

Said Nursî (Emirdağ Lahikası II.)

 

Bu mektuplarda ise her hangi bir isim tarih söz konusu değildir. Ayrıca yine Üstad’ın yazısı taklit edilmek istenerek yanlış imla ile yazılan bir metin. 

Altıncı Vasiyyetname:
 

 


Bu vasiyetname 1963 tarihlidir. Bir önceki makalemizde verdiğimiz belgenin Osmanlıca yazımıdır. Saîdê Kurdî’nin vefatından üç yıl sonra kaleme alınmıştır.

Diğer vasiyetname ise tarskripsiyon olan o da 1953 tarihli, Ankara mühürlü belgedir. Üstad Saîdê Kurdî 1953 tarihinde Ankara’da değil, Emirdağ’da bulunmaktadır.

İki belgede de imza ve tarih sahtedir. 

Saîdê Kurdî ve Risale-i Nur hiç kimseyi şahsiyete davet etmemiştir. Veya bu şahsa ittiba etmelisin şeklinde bir prensibe sahip değildir.

Risale-i Nur’un birinci talebesi, hakiki varisim dediği Hulusi Yahyagil bile bu konuda böyle bir iddiada bulunmamıştır. Diğer bir nokta zaten Üstad’ın nesebi varisleri söz konusudur.

Bu konuda Seyda Ünlükul, nesebi varistir. Eğer veraset Risale-i Nur’un manası cihetiyle ise bu birinci makalede izah ettiğimiz gibi din ve Risale-i Nur’un kabul edemeyeceği bir şeydir.

Üstad içinde bulunduğu zor şartlar gereği Risale-i Nur’un parçalı bütünlüklü bir eser olması ve geniş kitlelere ulaşması babında nüshaların tashihat şeklindeki memuriyetlerine nazar ettiği çok açıktır.

Her belgeyi açık bir şekidle tek tek analiz etmekte mümkündür. İfadeleri çok açık bir şekilde “metrukâtım” kaydını düşmesi konumuza başka izaha gerek bırakmamaktadır.

Zaten Üstad hiçbir zaman resmi bürokrasisinin içine de dahil olmamıştır. Bir verinin resmiyet kazanması için ne gereklidir?

Tarihin garip bir cilvesidir ki; merkez Nurculuk, resmi ve bürokrasinin bir parçası olduğundan, düşünce ve anlayış biçimleriyle kendilerini ele vermektedir.

Yine ayrıca Saîdê Kurdî’nin Risale-i Nur’larda sıklıkla dile getirdiği “Hulusi Bey benim yegâne manevi evladım ve medar-ı tesellim ve hakiki varisim” (Hulusi Yahyagil) sözleriyle dile getirmesine rağmen, iddia sahiplerinin “varislik ve neşir” hakkındaki iddialarının yersiz olduğuna dair ayrı bir delildir.

Ve yine ayrıca adı geçen şahsiyetlerinde zaten kendi içlerinde de veraset konusunda ihtilaflı olan isimlerdir.

Mesela, Said Özdemir’in “Üstad, (neşriyat için) ikimize (bana ve Ahmet Aytimur’a) izin verdi. Başka kimseye izin vermedi” Nurcular üzerinde bir hegemonya kurma amacı içermektedir.

“Kendi yorganımı satıp kitaplarımı satın aldım ki Risale-i nurlara rekabet girmesin ihlas bozulmasın” diyen Saîdê Kurdî’nin böyle bir tavsiyesi olabilir mi?  

“Risale-i Nur, miri malıdır; Kur’an’ın malıdır; mal-ı umumîdir; inhisar altına alınmaz”, “Ben bir kuru çubuğum”, “Bu manevi evlatlarım ve talebelerim, benim tarzımda Risale-i Nur’a ve umuruna hizmet edeceklerdir”,“Talebeliğin hâssası ve şartı şudur ki: Sözler'i (Risale-i Nur Külliyatı’nın bir diğer ismi) kendi malı ve te'lifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin” diyen bir zat, Risale-i Nur’ları getirip birkaç şahsın üzerine, tapulaması metinle çelişmektedir. 

Fakat bugünkü şeklini alan ve iddia edilen mutlak vekil veya neşir hakkı gibi bir anlayışın, baskıcı bir siyasi yapının veya yanlış bir geleneğin insanın iradesini dışarıdan tahakküm altına alınması anlamındadır.

Veraset veya mutlak vekil gibi kavramlar ile toplumdaki gücün temsilcileri haline getiriliyor.

Yani toplumda yürüdüğü zaman göz dolduran kimse. Adeta Ruhban: Yani dinsel gücü elinde bulunduran mabetlerin ve dinlerin kurucuları, dinlerin temsilcileri ve rahipleri gibi.

Birincisi, siyasi sınıfı ve toplumsal gücü elinde bulundurarak ele alır. Toplumun dinsel gücünü elinde bulunduran kişiler olarak dinlerin ruhanileri oluyorlar.

Ağabey/Ruhani bir sınıf, yani resmi bir sınıf oluşturmuşlardı. Âlim, İslam’da bilinç anlamındadır; teknik insan anlamında değil.

Âlim, bilinç ve nur anlamındadır; zihinsel görüntüler toplamı değildir. Nesnenin zihindeki biçiminin görüntüsünden ibaret olduğunu söyleyen ilim, Yunan ilmidir.

İslam’ın ilmi şudur, “Allah’ın dilediği kimsenin kalbine attığı nurdur.”

Açık görüşlülük, hakikat karşısında bulunan dış nesnenin zihindeki görüntüsünden başkadır.

Risale-i Nur bize bu farkın dersini veriyor. 

 

 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.  

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU