Türkiye’de sosyal çürüme ve prekarya: Türk milliyetçiliği neden sessiz?

Sinan Baykent Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Can Stock Photo

Dünyanın geri kalanında olduğu gibi, Türkiye’de de 1990’lı yıllardan bu yana dramatik bir tarzda tatbik edilen neo-liberal politikalar ciddi bir sosyolojik dönüşümü beraberinde getirdi.

Üniversite eğitimi artık ayakları yere basan bir kariyer sahibi olmak için yetersiz kalıyor. 

Nice üniversite mezunu bugün Türkiye’de genel kabiliyetlerinin, potansiyelinin ve hayallerinin çok ama çok altında iş kollarında çalışmak durumundadır.

Dahası, bu kategorinin çalışma şartları çoğu zaman esnek, belirsiz ve dahi güvencesiz olabilmektedir (“olabilmektir”i bir kenara bırakalım, öyledir!).

Meslek liselerine gelince... Bir zamanlar meslek liselerinden çıkanlar işlerinde ehil ve liyakatliydiler.

Önlerinde – kafi miktarda disiplin ve alın teri sergilendiği takdirde – sağlam addedilebilecek bir gelecek olurdu.

Artık öyle değil. Meslek lisesinden çıkan ve şu veya bu sebepten dolayı üniversiteye gitmeyen/gidemeyenler için yukarıda tasvir ettiğim savrulma çok daha keskin bir biçimde idrak ediliyor.


Türkiye’de sosyal çürümenin kökeni

Türkiye’de uzun süredir bir sosyal çürüme yaşanıyor.

Şöyle özetleyelim: artık 18-40 yaş aralığında bulunan insanların ezici çoğunluğu gündelik, geçici, esnek, güvencesiz ve geleceksiz işlerde çalışmak durumunda bırakılmıştır.

Bu insanların çoğu – ister üniversite mezunu olsun isterse de meslek lisesi/lise – önlerinde herhangi bir terfi, tasarruf yahut kendi geleceklerini emin temeller üzerinde inşa etme imkanı görmüyorlar.

Örneğin bir gün bir markette kasiyerlik yapan birinin, ertesi gün kuryeliğe başlaması ihtimaller dahilindedir.

Birkaç ay boyunca bir mağazada satışçı olarak çalışan birinin ardından taksiciliğe veya bir lokantada garsonluğa geçmesine kimse şaşırmayacaktır.

Keza gündüzlerinin bir kısmını bir kitabevinin stoklarını düzenleyerek, gecelerini ise barmenlik yaparak değerlendiren bir profili bugün kimse yadırgamayacaktır.

Bu ve buna benzer örnekleri çoğaltabiliriz ki, bunlar geneli itibariyle “iyimser” örneklerdir.

Evet, bırakın liselileri artık üniversitelilere dahi düzenli bir iş bulabilmek büyük bir dert oldu.

Beliren söz konusu manzaranın oluşumunda özellikle Türkiye’de neo-liberal politikaların ötesinde “her mahalleye üniversite” anlayışı ile meslek liselerinin kapatılması/işlevsizleştirilmesi süreçlerinin de doğrudan etki ettiğini düşünüyorum.

Üniversite okuyup “çevre” sahibi olanlar, yani ahbap-çavuş ilişkilerini işletebilenler kendi eğitim dallarında olmasa da bir şekilde iş bulabiliyor ve çalışabiliyorlar.

Kimi zaman düşük ücretlerle çalışıyorlar –doğrudur– ancak kendilerini rahat ve mutlu hissedebilecekleri muhtemel bir çalışma ortamına dahil olabiliyorlar.

“Çevre” yönünden eksik kalanlar ise evvela uzun vadeli (neredeyse ebedî) bir stajyerlik safhasından geçiyorlar. 

Kaldı ki, “stajyerlik” artık günümüzde amansız sömürünün yalnızca bir başka adı sayılmaktadır.

“İşi öğrenmek için gerekli olan süre” kılıfı altında yeni mezunlar – ki mantar misali en kuytu mahallelerde bile ortaya çıkan “üniversiteler”(!) birer seri-üretim fabrika kıvamında her yıl çokça mezun veriyor – “getir-götür” işlerinde kullanılıyorlar, eziliyorlar.

Çevresi geniş olmayan ve “yükseklerde” akrabası-tanıdığı bulunmayanlar için meşakkatli süreç – en iyi ihtimalle – uçsuz bucaksız bir “staj” dönemiyle açılıyor.

Şayet kişi iradeli, kararlı ve çalışkan ise bir “gelecek” olasılığını tırnaklarıyla kazıya kazıya da olsa fethetmek için umudunu muhafaza edebiliyor. 

Böylesi karakteryel vasıflarla donanmamış olanlar için ise malûm “stajlar çağı”, sonrasında şekillenecek olan kapsamlı bir savrulma evresi için adeta bir girizgah mahiyetini taşıyor.

Hal böyle olunca, toplumsal ölçekte verilen/alınan hizmetlerin de kalitesi düşüyor.

“Geçici” ve “geleceksiz” iş kollarında adeta “zaman öldüren” (daha doğrusu zaman öldürmeye zorlanan) yığınlar belli bir anda bulundukları işe dair tam bir aidiyet ve sorumluluk duygu geliştiremediği için yine belli bir anda muhatap oldukları kişilere vurdumduymaz bir tavırla mukabele edebiliyorlar.

Bu yaygın “vurdumduymazlık”, yeteneklerinin altında işlerle meşgul edilen, “hayatı yaşamak” için değil, “hayatta kalmak” için debelenen yığınların suçu mudur?

Hiç zannetmiyorum. “Suçu” ve “kusuru” düzeni böyle kuranlarda ve böyle işletenlerde aramak daha ahlakî bir tutum olacaktır.


Guy Standing ve “prekarya”

İngiliz iktisatçı Guy Standing Türkiye’nin de içinden geçtiği bu sosyal çürümeyi hususî bir kavramla, “prekarya” kavramıyla açıklıyor.

Standing’e göre prekarya (sözcük İngilizcede “precarious” yani “güvencesiz” ve proletarya yani “emeğinden başka satacak hiçbir şeyi olmayan/işçi” sözcüklerinin bir birleşiminden türetilmiştir) mütemadiyen bir belirsizlik içinde yaşayan yeni bir sosyal sınıf ve sınıf olgusudur. 

Prekaryanın maruz kaldığı belirsizlik yalnızca iş imkanlarına dair değil, aynı zamanda barınma ve sosyal güvence gibi levhalara da ilişkindir aynı zamanda.

İstikrarlı bir işinin ve maaşının olmamasının ötesinde, bu kategorideki insanlar – yukarıda da altını çizdiğim üzere – meslekî bir “kimlik”ten de mahrumdurlar.

“Zaman yönetimi” meselesi de prekarya için fevkalade belirleyicidir. Zira bazen iki hatta üç farklı işte çalışmak söz konusudur ve bu anlamda zaman kullanımını optimize etmek çok önemlidir.

Bu “yeni” sınıfın içinde pek çok farklı alt-kategori bulunuyor. Örneğin bir yeni üniversite mezunuyla bir emekli eşzamanlı olarak prekarya şeklinde tarif ve takdim edilebilecektir.

Ay sonunda kirasını, faturalarını ödeyebilmek ve evine ekmek götürebilmek için ek işlerde çalışanlar, “freelance” yani “serbest” çalışanlar, yarı-zamanlı çalışanlar, “stajyerler”, sigortasızlar/güvencesizler, topyekûn “kontratsızlar” vb. – hepsi prekarya içinde ele alınmaktadırlar.


Orta sınıf eriyor, toplum “prekarize” oluyor

Toplumsal iskeletin omurgasını teşkil eden “orta sınıf” artık eriyor.

Bugün Türkiye’de orta sınıfa mensup insanların kahir ekseriyeti için artık bir sonraki nesle bırakılabilecek bir miras kalmadı.

Birikimlerin çoğu artık pek az değer arz eden eğitim kurumlarına yatırıldı. Geri kalanı hayat standartlarını muhafaza edebilmek için harcandı.

Tasarruflar neredeyse tükendi ve artık pek çok “eski” orta sınıf aile “hazırdan” yiyor.

1990’lardan 2000’li yılların başına kadar senede 1-2 defa haftalık tatillere çıkan, yine 1-2 defa da yurtdışı seyahatleri organize eden orta sınıf aileleri bu kalemdeki harcamalarını nereden bakarsanız bakın en azından yarıya indirmiştir.

Lokanta, sinema, tiyatro vb. sosyal-kültürel faaliyetlerin yoğunluğu da en az o kadar azalmıştır.

Yeni “orta sınıf” nesil için aileleri tarafından tecrübe edilen görece bolluk ve refah artık yalnızca uzak bir hülya.

Gerçekten de bugün 18 yaşına basan her Türk vatandaşı, öyle ya da böyle, bir nevî prekaryanın içine doğmuş gibidir.

Kaymak tabakayı, fırsatçıları, şu veya bu partinin “üst kademelerinde” tanıdıkları olanları, rantçıları, toprak ağalarını ve spekülatörleri bir kenara koyun.

Bugün Türkiye’de çalışma yaşına gelmiş nüfusun en azından yüzde 75 gibi bir oranı ya yoksulluk sınırının altında ya da yoksulluk sınırına yakın bir yerlerde “prekarya” özelliklerini taşır halde yaşıyor veya yaşamaya çalışıyor.

Resmî istatistiklere göre üniversite mezunu işsizlerin sayısı son 15 sene içinde 10 kat artmıştır.

Bunlar “resmî” yani “kayıtlı” istatistiklerdir. Bir de “kayıt-dışı” olanlar var ki, onları da bu tablo bünyesinde ele aldığınızda ortaya çıkan rakam tüyler ürpertici bir anlam kazanacaktır. 

Yine TÜİK rakamlarına göre “kayıtlı” genç işsizliği bugün itibariyle yüzde 30 bandına dayanmıştır.

Başka bir deyişle neredeyse 3 gençten 1’i işsizdir.

İş sahibi gençlerin önemli bir bölümünün de yukarıda tasvir edilen zorlu koşullarda çalıştığını varsayarak, perişanlıkta boyut atlanıyor diyebiliriz.

Halihazırda dar gelirli bir aileye sahip olan bir gencin en tabii hakkı şartlarını iyileştirmek istemesidir.

Keza orta sınıf bir aileye mensup bir gencin gelecekten beklentisi ise en azından ebeveynlerinin hayat standartlarını sürdürmektedir.

Oysa bugünkü toplumsal gerçekliğin ışığında birincisi halini iyileştirme umudunu, ikincisi ise mevcudu koruma umudunu yitirmek üzeredir (o da henüz gerçekleşmediyse!).

Prekaryaya şimdiden hapsolmuş erişkinleri, bir türlü emekli olamayan emeklileri ve diğer “görünmezleri” de bu “umutsuzluk” zincirinin halkları şeklinde kabul etmek doğru bir davranış olacaktır.


Türkiye’de prekaryanın siyasallaşma sorunsalı ve Türk milliyetçiliği

Karamsarlıktan ırak ve gerçekçi bir bakışla bezenmiş bu sosyolojik tahlili –bazı sosyalist partiler müstesna – olduğu gibi kavrayabilen bir siyasî parti var mıdır, sanmıyorum doğrusu.

Merkezde konumlanan sağ ve sol partilerin – geçmiş ve mevcut – bugün kamçı izlerini sırtımızda taşıdığımız neo-liberal iflasta payları yadsınamazdır.

Dolayısıyla onlardan günümüzde cereyan eden sosyal çürümeyi layıkıyla anlamlandırmaya çalışmalarını beklemek, boşa kürek çekmekle eşanlamlı olacaktır.

Sorunun bizatihi kaynağı ve çekirdeği olanlar, onu doğru anlayamaz ve ona gerekli çözümleri getiremezler.

Ne var ki Türk milliyetçilerinin, dün 102'nci doğum günü vesilesiyle andığımız merhum Alparslan Türkeş’ten ve onun da öncüllerinden beridir, dayandıkları güçlü bir sosyal vizyonları olmuştur.

Arsız kapitalizm ile katı kolektivizm arasında doğru dengede duran Türk milliyetçiliğinin külliyatı, entelektüel birikimi ve dahi siyasî söylemi daima sosyal bir karakterde ilerlemiştir.

Oysa 2019 yılı itibariyle her ne kadar bir “milliyetçi partiler enflasyonu”yla karşı karşıya olsak da, söz konusu partilerden Türkiye’nin içinden geçtiği çözülüşe nispetle elle tutulur, somut bir analiz henüz gelmemiştir.

Analiz olmayınca, uygun düşünce ve söylem de tabiatıyla gelişmemiştir.

Büyük ölçüde gündelik/konjonktürel siyaset kapanının pençesine takılan Türk milliyetçiliği, ne yazık ki tarihsel seyrin kendisine altın tepside sunduğu bu talihsiz fırsatlar manzumesini elinin tersiyle itmektedir.

Mesele yalnızca toplumun kanayan yarasını doğru teşhis edip, buradan bir dönemsel iktidar seçeneği devşirmek değildir ve olmamalıdır. 

Benim görebildiğim şekliyle mesele, daha ziyade söz konusu yarayı teşhis edip, Türk insanının soluduğu halet-i ruhiyede onunla ortaklaşabilmekte ve bütünleşebilmektedir.

Tarihin belli bir evresinde bir sosyolojik kabuk değişimi vuku buluyorsa şayet, mevzubahis değişim hareketi er ya da geç kendi siyasî seçeneğini doğurur – bu adeta değişmez bir kanundur.

Dahası, değindiğim bu “siyasî seçenek” formatı kısa ömürlü ve devamsız değil, bilakis sürekli ve yapısal niteliktedir. Yani bünyesinde “kurucu” özellikler barındırır.

Rahatlıkla anlaşılabileceği üzere, bir “koalisyon” ortaklığından yahut “ittifak” tartışmalarından bahsetmiyorum. Çok daha büyük bir tasavvurdan, gelecek 15-20 yılı kuşatacak bir atılımdan bahsediyorum.

Hülasa, bugün eğer bir milliyetçi partinin başında olsaydım, ivedilikle bir çalışma grubu teşkil eder ve bu grubu gitgide daha çok “prekarize” olan yığınların sorunlarını tespit etmesi ve bu sorunlara mukabil doğru düşünce sistematiğini filizlendirmesi maksadıyla derhal görevlendirirdim. 

Neden mi?

Çünkü prekaryanın bugünkü sessiz isyanına ses verebilecek yegâne ideolojik merciin Türk milliyetçiliği olduğu görüşündeyim.

Diğerleri ya toplumda meşruiyeti olmayan marjinal eğilimler ya da birbirinden aciz merkez yapılanmalar şeklinde tezahür ediyorlar. Bu anlamda beklenen üçüncü yol, milliyetçiliktir.

Bence milliyetçiler açısında icra edilmesi gereken öncelikli görev, yürütülmesi gereken birinci çalışma işte budur. Ülkenin ve insanımızın yarını için...

Duymadım.

Ne dediniz?

Hayal mi görüyorum?

Ulusal prekaryaya bir hayali de çok görmeyin, be vicdansızlar!

 

 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU