Tanbur ve tarihi: Prof. Dr. Hikmet Toker ile tanbur üzerine bir söyleşi

Ahmet Mansur Tural Independent Türkçe için yazdı

Bir saz düşleyelim. Adı bir yerlerden kulağımıza çalınmış olabilir bu sazın; belki eski bir kitapta, belki çizilmiş bir plakta yahut bir sohbetin kenarında rastlamışızdır ona.

Ama sesi, öyle her kulağa değen sazlardan olmasın bizimkisi. Ona ulaşmak için hızdan ve alışkanlıktan sıyrılmış bir dikkat gereksin.

Günümüzün hıza, yüksek tempoya, tekrara dayalı sesleri arasında kuşatılmış kulaklarımıza bir nebze yabancı kalsa da içimizin en köşeli noktasına değin geri çekilen bir saz olsun.

Fakat bu geri çekilme, bir silinişin değil, başka türlü bir varoluş biçiminin bir işareti olsun.

Belki de konuşmaktan çok susmayı seçen, duyulmak için değil, hissedilmek için daha derinden, daha yavaş, başka bir zamanla ilişki kurmak için olsun bu köşemize doğru çekilmesi.

Belki de bu yüzden, kulağımıza uzaklaştıkça içimize yaklaşan bir sesle karşı karşıyayız.

Tanbur, görünürde suskunluğa yakın duran, fakat bu suskunluğun içinde yüzyılların hafızasını taşıyan bir çalgı. Her bir teliyle hem musikînin kıyısında durmuş hem de düşüncenin içine sinmiş.

Ona yaklaşmak, yalnızca bir sazı tanımak değil; aynı zamanda bu coğrafyada zamanla, sesle ve sabırla kurulmuş ilişkileri yeniden duyumsamak anlamına geliyor.

Bugün bu ilişkiye, hem sesi hem düşüncesiyle temas etmiş bir isimle birlikte bakmak istiyoruz.

Konuğumuz, tanbur icrasının olduğu kadar araştırmasının da içinde yer almış bir müzik insanı: Tanbur ve Türk makam musikisi üzerine yürüttüğü organolojik ve kuramsal çalışmalarıyla tanınan müzikolog Hikmet Toker.

Söze bir yerden başlamalı. Belki en yalın, ama en kişisel yerden izninizle:
 

Prof. Dr. Hikmet Toker, Independent Türkçe için Ahmet Mansur Tural'ın sorularını yanıtladı
Prof. Dr. Hikmet Toker, Independent Türkçe için Ahmet Mansur Tural'ın sorularını yanıtladı

 

Sizi ilk tanbura çeken neydi? Diğer sazlar arasında onunla kurduğunuz bağ nasıl ve nereden doğdu?

Çocukluğumda tanburla erken bir temas kurduğumu söyleyemem. Daha çok işiterek, görerek başladı. TRT’nin tek kanal olduğu dönemlerdeyiz; devletin kültür politikası gereği Türk halk ve sanat müziği ağırlıklı yayınlar yapılıyordu. Tanburu ilk orada izledim. Ardından, Ankara’daki bazı eski taş plak satan mekânlarda Tanburi Cemil Bey kayıtlarıyla karşılaştı.  Bu sırada Necdet Yaşar’ın bazı kayıtlarını dinleme şansım oldu. Tanbur sesinin derinliği, reverberasyonu, insanı neredeyse ağlamaya yaklaştıran titreşimleri beni çok etkiledi. Ancak o dönemde bağlama çalıyordum. Tanburla doğrudan temasım İstanbul’a, konservatuvara başladığım yıllara rastlar. İlk başta bağlama eğitimi için oradaydım; fakat zamanla tanburla ciddi bir ilişki kurmaya başladım. Yaklaşık 2001’den beri tanburla bir ünsiyetim var, ama profesyonel anlamda 2012’den itibaren yoğunlaştığını söyleyebilirim.


Tanbur üzerine uzun yıllardır düşünen ve çalışan biri olarak, onu hiç tanımayan birine anlatmanız gerekse, nereden başlarsınız? Ne tür bir sazdan söz ediyoruz? Sadece yapısıyla mı tanımlanır tanbur, yoksa sesiyle, susuşuyla, çağrıştırdıklarıyla mı anlatılır daha çok?

Bana göre tanbur, bir salon ve oda müziği sazıdır. Yapısı gereği açık havada, büyük orkestralarda kolayca duyurabileceğiniz bir enstrüman değildir. İç mekânların, özellikle saray ve konakların içkin bir ses estetiğini taşır.  Derinliği, ağırbaşlılığı, kendi içinde taşıdığı kuvvetli hikâyesiyle Osmanlı kültürünün ruhunu yansıtan bir sazdır. Tanburdan beklenen ağırbaşlılık; sade görünümünün ardında derin bir iç ses barındırır.


Tanbur, ilk bakışta sade, hatta belki içine kapanık bir saz gibi görünüyor. Ama biraz kulak verildiğinde, sanki çok daha eski, çok daha geniş bir ses evrenine açılıyor. Sizce tanbur nasıl konuşuyor bizlerle? Anlatım gücünü doğrudan sesten mi alıyor, yoksa sesten çekilen bir şeyden mi?

Tanburun sesinin bizimle konuşmasını belirleyen temel unsur kapağının çok ince oluşudur. Bu yapı, akordun sıkça bozulmasına neden olsa da, sesin daha derin, geniş ve hacimli çıkmasına imkân verir. Lavtada ve bağlama gibi sazlarda bulunmayan bu özellik, ona farklı bir tonal karakter kazandırır. Sapının uzunluğu ve icra sırasında kullanılan sallanma tekniği, sesin pedal etkisiyle uzamasına, derinliğin artmasına katkı sağlar. Mızrabı kaplumbağa kabuğundandır. Çelik tel hariç, neredeyse tamamen organik bir çalgıdır. Bu organiklik, tanburun ses karakterini baştan sona belirler.


Bugünün müzik ortamında tanburun sesi çoğu kulağa uzak kalıyor olabilir. Sizce bu uzaklık, sazın kendisinden mi kaynaklanır, yoksa zamanın değişen duyu biçimlerinden mi? Dinleyiciyle kurduğu ilişki hâlâ mümkün mü, yoksa başka bir dikkat mi gerektiriyor?

Aslında bugünün insanı tanburun sesine sandığımız kadar yabancı değil. Dizi ve film müziklerinde sıkça duyuluyor. Ancak ağırbaşlı yapısı, onu popüler müziğin içinde çokça yer bulmaktan alıkoyuyor. Bağlama, ud, klarnet gibi sazlar daha geniş sahalara çıkabiliyor; tanbur ise ifadesini seçici ve sınırlı mekânlarda buluyor. Bazı pop müzik eserlerinde dahi yer bulduğu oldu ama her müzik formuna adapte edilecek bir saz değil. Daha çok ağırbaşlılığını yansıtabildiği alanlarda kendini var ediyor.


Tanbur sıklıkla ud, lavta ya da bağlama gibi çalgılarla kıyaslanıyor. Organolojik olarak yakın, ama ifade biçimi olarak oldukça farklı. Sizce tanbur, bu benzerlikler içinde nasıl bir kendi varlığını kurar? Onu öteki sazlardan ayıran şey nedir sizce?

En temel fark yine kapağın inceliğinde başlıyor. Uda, lavtaya, bağlamaya göre çok daha hassas bir ses üretimi var. Tek tel üzerinden yürüyen, yatay bir icra sistemi var ki bu da büyük bir ustalık ve sabır gerektiriyor. Ud gibi dikey ve kısa bir sahada değil; geniş ve uzun bir sahanın üzerinde hassas bir kontrolle icra ediliyor. Mızrabın sert yapısı da ustalıklı icrâyı ayrıca zorlaştırıyor. Dolayısıyla yapı, teknik ve ifade dili anlamında tamamen kendine özgü bir dünyası var. Ayrıca akort farklılığı ve yatay tuşe kullanımı tanburun daha çok glisando kullanarak ve çarpmalarla çalınmasına sebebiyet veriyor. 
 

Charles Fonton tanbur perdeleri şeması
Charles Fonton tanbur perdeleri şeması

 

Tanburun izini tarihte ilk nerede sürmeye başlarız? Bu sazın bizim musikîmize nasıl, ne zaman ve hangi biçimlerde dâhil olduğunu anlamak için hangi kaynaklara, hangi dönemlere dönmeliyiz?

Aslında tanburun kökenine dair elimizde birkaç farklı izlek var. Kelimenin kendisi için de farklı köken teorileri ortaya atılmış durumda. Bunlardan biri Farsçaya dayanıyor; "dümbe-i bere" yani "kuzunun kuyruğu" anlamına gelen ifadeden geldiği düşünülüyor. Sapın uzunluğunu da hatırlayınca, böyle bir çağrışım kulağa pek de uzak gelmiyor. Bir başka teori Sümerce kaynaklı: "pan" yay demek, "tur" ise küçük. Oradan "pantur" ifadesi doğuyor. Bu kökten, Ermenicede "pantir", Gürcücede "panturi" gibi çeşitli versiyonlarla karşılaşıyoruz. Eski Yunancada bile benzer bir isimle "pandura" diye geçen bir saz var. Yani isim oldukça geniş bir coğrafyada farklı formlara bürünerek yaşamış.

Ama tabii, bunlar isim üzerinden yürüyen etimolojik izler. Organolojik olarak bugün bildiğimiz tanburun izini sürmek biraz daha çetrefil. Farabi mesela Tanbur-i Bağdadi ve Tanbur-i Horasani’den söz ediyor. Meragi de Şirvaniyan tanburundan ve Türk tanburundan bahsediyor. Bu kayıtlar gösteriyor ki uzun saplı telli çalgıların tarih boyunca pek çok farklı formu olmuş.

Fakat doğrudan bugün kullandığımız tanbur formuna yaklaşan izler için elimizde net belgeler daha geç dönemlere dayanıyor. 15'inci yüzyılda Herat şehrinde çizildiği düşünülen minyatürlerinde buna yakın çizimlere rastlıyoruz. Ama bugünkü şekliyle tanbur, esas itibariyle 18'inci yüzyılda belirginleşiyor diyebiliriz.

Kantemiroğlu’nun meşhur "Kitabu İlmi’l-Mûsikî ‘alâ vechi’l Hurûfât" eserinde tanbur çizimi ve perde sistemi üzerinden teoriyi anlattığını biliyoruz. Bunun dışında Lady Montagu ve Fonton gibi kaynaklarda da 18. yüzyılda artık tanburun sahnede görünür hâle geldiğini görüyoruz.

Kısacası; isim olarak çok eskiye gitmek mümkün, ama bugün elimizde tuttuğumuz formuyla tanburun musikî sahnesindeki serencamı esasen 18'inci yüzyılda başlıyor.
 

15'inci yüzyılda Herat’ta çizilmiş bir tanbur resmi
15'inci yüzyılda Herat’ta çizilmiş bir tanbur resmi

 

Tanburun özellikle Osmanlı musikîsinde görünür hâle gelmesi, bir kırılmaya ya da bir ihtiyaç doğuşuna mı işaret eder sizce? Bu sazın öne çıkışıyla birlikte, musikîde ne tür değişimler yaşandı?

Aslında 18’inci yüzyılda tanburun sahneye çıkışıyla birlikte Türk musikîsi içinde önemli bir dönüşüm yaşandığını söyleyebiliriz. Ondan önce nazariyat kitaplarında sistematik anlatımlar çoğunlukla ud üzerinden yapılırdı. Fakat tanburun ortaya çıkışıyla birlikte bu durum değişiyor; ses sistemi artık tanbur üzerinden tarif edilmeye başlanıyor. Bunun bir nedeni, tanburun uzun ve yatay tuşesinin perde sistemini göstermekte daha elverişli olması olabilir. Çünkü geniş sap yapısı üzerinde ses aralıklarının daha rahat gösterilmesi, teorik anlatımı da kolaylaştırıyor. Bu dönüşümle birlikte, tanbur sadece bir icra sazı olmaktan çıkıp nazariyatın da merkezine yerleşmiş oluyor. Dolayısıyla tanbur, Osmanlı musikîsinde sadece bir çalgının yükselişi değil; düşünce ve sistemin de eksen kayması anlamına geliyor.
 

Kantermiroğlu’nun kitabında çizdiği tanbur resmi
Kantermiroğlu’nun kitabında çizdiği tanbur resmi

 

Bazı isimler var ki, tanburla özdeşleşmiş gibi tanbur denir denmez akla gelir. Tanburî İsak, Tanburî Cemil Bey gibi. Bu isimler sadece usta icracılar mıydı, yoksa tanburun diliyle bir devir ruhunu taşıyan, belki yönlendiren figürler miydi?

Zamanla her şey dönüşüyor tabii; tanburun da sesiyle birlikte tekniği, üslubu, çalınış biçimi farklı kollara ayrıldı diyebiliriz. İlk dönemde Tanburî İsak’ın çizdiği ekol önemli bir başlangıç noktasıdır. Onun öğrencileri arasında Zeki Mehmet Ağa, Kuyumcu Oskiyam ve III. Selim’i görüyoruz. Özellikle Oskiyam üzerinden gelişen tarz, mümkün olduğunca az mızrap darbesiyle, çok nağme ve derinlikli, yuvarlak hatlı bir icrayı tercih ediyordu. Bu çizgi daha sonra Abdülhalim Efendi’ye, oradan Suphi Ezgi’ye ve yakın zamanlara kadar intikal etti. Ezgi bu üslubu sistemleştirmeye de çalıştı.

Diğer yandan Tanburî Büyük Osman Bey ve ardından Tanburî Ali Bey başka bir damar oluşturdu. Bu çizginin bazı özelliklerini daha sonra İzzettin Ökte’nin icrasında da görmek mümkün.

Ama esas büyük kırılma Tanburî Cemil Bey’le geldi diyebiliriz. O, tam anlamıyla bir dahi olarak, tanbura çeviklik (ajilite) ve teknik ustalık getirdi. Müzik cümlelerini işleyişi, perdeler arasındaki geçişleri, kullandığı özel çarpma ve nüanslarla tanbur icrasına bambaşka bir dinamizm kazandırdı. Cemil Bey’den sonra gelen hemen herkes, bir şekilde onun etkisini taşımıştır.

Yakın dönemde kaybettiğimiz Necdet Yaşar da bu çizginin önemli bir halkasıdır. Onun icrasında da Cemil Bey’in izleri sezilir; fakat Yaşar aslında yalnızca Cemil Bey ekolünü takip etmekle kalmadı. Birçok tarzı harmanlayarak kendine özgü, son derece rafine bir üslup kurdu.

Bugün dinlediğimiz genç tanburîlerde de hâlâ Cemil Bey’in açtığı o teknik ve estetik kapının izleri yaşamaya devam ediyor.
 

Liotard'a ait bir resim
Liotard'a ait bir resim

 

Cumhuriyet sonrası dönemle birlikte musikîde ve estetik algıda önemli kırılmalar yaşandı. Peki bu değişim tanburu nasıl etkiledi? Gelenekle bağını koparmadan ayakta kalmayı nasıl başardı, ya da başarabildi mi gerçekten?

Aslında Cumhuriyet sonrasındaki paradigma değişimi tanburu diğer sazlardan biraz daha farklı etkiledi diyebilirim. Türk müziğinin genelinde formel eğitimin dışına taşan, sivil alanlarda kendine yeni ifade imkânları bulan birçok saz varken, tanbur biraz daha içe çekildi. Ağırbaşlı salon sazı karakteri, onu bu değişimde daha kırılgan hâle getirdi. Özellikle popüler kültürün ve geniş sahaların dışında kalması, tanburun görünürlüğünü de sınırladı.

Bu kırılmanın belki de en sancılı sonucu, tanburun zamanla bir nevi "müzelik" nesneye dönüşmesi oldu. Gelenekçilikle geleneği karıştırdık biz. Gelenek, ölülerin diri inancıdır; gelenekçilik ise dirilerin ölü inancına saplanmasıdır, tıpkı Joraslav Pelikan’ın ifade ettiği üzere. Tanbur da bu geleneğin kıskacında nefes almakta zorlandı. Oysa geçmişte Dede Efendi de, Cemil Bey de birer müze vitrini değil; kendi duygularını anlatan, yaşayan sanatçılardı. Bugün çocukların tanburu tanımamasının en büyük nedeni, onu bu ağır anlam yükleriyle donatıp canlı akıştan koparmış olmamızdır. Müziğin hayatla bağını diri tutmak yerine, zamanla sadece taşıyıcı kültür yükü üzerinden anlamaya kalktık. Bu da tanbura nefes alan bir zemin bırakmadı.


Bugün tanburla ilişki kuran, sizlerin de içinde bulunduğunuz, genç icracıların yaklaşımında size en çok ne dikkat çekiyor? Gelenekten gelenle kurdukları ilişki sizce daha çok bir devam mı, yoksa bir mesafe mi içeriyor?

Aslında bugünün genç icracılarında her iki eğilimi de görmek mümkün. Bir yandan geçmiş ustaların icralarını büyük bir dikkatle dinleyen, o geleneği anlamaya çalışan ciddi bir ilgi var. Ama aynı zamanda bu öğrencilerin kendi arayışlarını da katmak istediklerini hissediyorum. Gelenekle kurdukları ilişki, eskiden olduğu gibi birebir taklit üzerinden değil; daha çok anlamaya, özü kavramaya, oradan kendi yollarını açmaya yönelik. Bu da aslında sağlıklı bir dönüşüm. Çünkü geleneği sadece korumak değil, aynı zamanda yaşatmak da gerekiyor. Bugünün dünyasında tanburla temas kuran gençlerin, teknikten öte estetik ve düşünsel boyutları da sorgulayan bir yaklaşım geliştirdiğini görüyorum. Bu da yeni yolların, yeni seslerin önünü açıyor.


Aynı zamanda bir hoca olmanızdan hareketle bir şey daha sormak isterim izninizle. Tanburun konservatuvar ya da akademik müzik ortamlarında öğretilme biçimini nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce bu saz, kurum içinde korunuyor mu, yoksa orada da görünürlüğü sınırlı mı?

Tanbur, Türk müziği içinde hep önemli bir yerde durdu; fakat özellikle akademik ortamda ona yaklaşım biraz özel bir dikkat istiyor. Çünkü tanbur diğer sazlar gibi geniş kitleler içinde dolaşabilen bir icra karakterine sahip değil. Geleneksel aktarımı uzun yıllar usta-çırak ilişkisi üzerinden yürüdü. Konservatuvarlarda elbette tanbur eğitimi devam ediyor, ancak bu eğitimin doğası itibarıyla daha çok bireysel terbiye, kişisel üslup geliştirme üzerine kurulu olması gerekiyor. Kurumsal çerçeve, bazen bu kişisel derinliği yeterince taşıyamayabiliyor. Buna rağmen, son dönemde konservatuvarlara giren gençlerin tanbura ilgisinin arttığını ve bu ilginin daha derinlikli araştırmalarla da desteklendiğini görüyoruz. Belki tam da bu yüzden, bugün akademide tanbur adına yapılacak daha fazla organolojik, nazari ve estetik çalışma hâlâ bizi bekliyor diyebilirim.


Kayıt teknolojilerinin ve sosyal medyanın yaygınlaştığı bir çağdayız. Tanbur gibi içe dönük ve dikkat isteyen bir saz, bu hız çağında kendine nasıl bir yer bulabilir? Sizce hâlâ dinlenebilecek bir zaman aralığına sahip mi?

Aslında bugünün hızına bakınca, tanbur gibi yoğun dikkat isteyen bir saz için ilk bakışta daralan bir alan var gibi görünebilir. Ancak öbür taraftan şunu da unutmamak lazım: Biz tanburun sesini, fark etmeden, günlük hayatın birçok yerinde hâlâ duyuyoruz. Dizi müziklerinden film müziklerine, özel projelere kadar bu ses aslında bizimle yaşamaya devam ediyor. Ama tabii onun kendi karakteri gereği, her yere yayılmak, her müzik içinde görünür olmak gibi bir özelliği yok. Popüler müziğin, hızlı tüketilen formların içinde kendine doğal bir yer açması kolay değil. Çünkü tanbur ağırbaşlı bir saz. Ağırbaşlılık, onun ifade dilinin temelinde var. Belki de bu yüzden, bugün hâlâ onu dinleyebilmek için bir tür dikkat terbiyesine ve belli bir iç zaman boşluğuna ihtiyaç duyuyoruz.


Bugün tanbur dinleyen biri sizce neyi arar: nostalji mi, estetik bir incelik mi, yoksa bir tür iç sesle temas mı? Dinleyiciyle kurduğu ilişki zamanla nasıl değişti? Hatta bu soruya bir boyut daha eklemek gerekirse, Ross Daly’nin Labyrinthe Müzik’le örneklediği üzere yurtdışında da son dönemde çok ciddi bir Türk makam müziği ilgisi var. Haliyle birçok Yunanlı, Ermeni, Fransız, Amerikalı, İngiliz icracı da belirmeye başladı. Onların tanburla kurduğu ilişkiyi, tanburu ve musikimizi alımlayışlarını nasıl değerlendiriyor, nasıl buluyorsunuz?

Bugün tanbura kulak veren biri aslında neyi aradığına tam olarak kendisi de karar vermiyor çoğu zaman. Kimisi o eski sesin içinde nostaljik bir yankı duyuyor; kimisi sazın estetik inceliğine odaklanıyor; kimisi de belki hiç adını koyamadığı bir iç sesle temas kuruyor. Tanbur, işte tam da bu çok katmanlı yapısıyla hâlâ dinleyiciyi içine çekebiliyor.

Ama belki de asıl mesele şurada: Biz burada, yani kendi tarihsel akışımız içinde, tanbura fazlaca anlam yükledik. Musikî tartışmalarını yıllar boyunca Batı müziği–Türk müziği ekseninde didaktik kavgaların içine sıkıştırdık. Osmanlı’da böyle bir gerilim yoktu; bizse o gerilimi sonradan inşa ettik. Dolayısıyla tanburu sadece bir saz değil, neredeyse bir kültür ve kimlik yükünün taşıyıcısı hâline getirdik. Bu anlam yükü bazen sazı fazlasıyla ağırlaştırdı.

İlginç olan şu: Batı’da ya da farklı kültürlerde bu bagaj yok. Yunan, Ermeni, Amerikalı, Fransız genç icracılar tanbura daha serbest, daha özgür bir yerden bakabiliyor. Onların bakışında, bizim taşıdığımız tarihsel-politik gerilimler yok. Bu da onlara, kimi zaman bizim göremediğimiz taze bir bakış açısı veriyor. Tabii ki onlar da zamanla kendi anlamlarını kuruyorlar; fakat başlangıç noktaları bizden daha az yüklü olduğu için, sazla daha saf, daha doğrudan bir ilişki kurabiliyorlar. Belki de tanburun nefes aldığı yeni alanlardan biri tam da burası.


Bu kültürel temaslar yoluyla tanburun çağdaş müziklerle, hatta türlerötesi denemelerle bir araya geldiği örnekler artıyor. Bu sizi heyecanlandırıyor mu, yoksa bu tür arayışlar sazın doğasını zedeliyor mu sizce?

Bana kalırsa, yaşaması gereken bir şey bu. Her ses, kendine bir temas noktası arar. Eğer tanbur başka bir duyguya, başka bir coğrafyaya dokunabiliyorsa, orada zaten var olması gereken bir karşılık bulmuş demektir. Kimi zaman bu başka geleneklerden gelen insanların eliyle olur; ama önemli olan, o sesi taşıyanın o duygu kodunu alabilmesi. Tanbur, bazı açılardan bazı müziklere maruz da kalabilir, belki bambaşka seslerle karşılaşabilir; fakat bu bazen onun görünürlüğünü, tanınırlığını artıran bir fırsata da dönüşebilir.

Ben kendi payıma düşeni şöyle görüyorum: Sazın üstündeki anlam yükünü biraz azaltabildiğimiz zaman, o zaten kendi yolunu bulacaktır. Biz onu didaktik kalıplara, taşınması ağır anlamlara mahkûm etmeden, kendi doğallığında bırakırsak, hem burada hem dünyada yaşamaya devam edecektir. Çünkü müzik de, saz da, insan gibi; biraz nefes aldığı zaman yaşar.


Sazın sesiyle başlayan bir sohbet, zamanla başka seslere, başka izlere de kulak verir. Tanburdan konuşmaya başladık ama bu sesin içinden düşünceye, geçmişe, hatta şiire uzandık. Çünkü bazı sazlar yalnızca çalınmaz; onlarla düşünülür, susulur, beklenir. Bu noktada, sizin son yıllarda özellikle Şeyh Galib başta olmak üzere birçok şairin şiirleriyle meşgul olduğunuzu da biliyoruz. Mûsikîyle, dille, zamanla kurulan bu iç içe geçmiş düşünce alanında söyleşiyi biraz da oraya yönelterek kapatalım istiyoruz. Şeyh Galib’in şiiriyle uğraşmak, bir anlamda tanburla geçirilen yılların başka bir yüzünü görmek gibi mi sizce? Bu iki alan, şiir ve tanbur, sizde nerede kesişiyor, nerede ayrılıyor?

Aslında tanburla Galib’in şiiri birbirine çok yakın dünyalar bana göre. Şeyh Galib bir saz çalsaydı, tanburu çalardı derim hep. Çünkü her ikisinde de kelimenin, nağmenin hemen arkasında başka bir derinlik, başka bir hâl gizlidir. Galib’in dili de tıpkı tanbur gibi katman katman açılan, doğrudan değil, dolaylı bir anlam örgüsü kurar. Tanburla o şiirin dili arasında yürürken, bazen kelimelerden çok duyguların titreşimlerini arıyorum. İkisi de insana aynı şeyi teklif ediyor belki de: Doğrudan anlatmak yerine, sezdirerek, çağırarak, zamanla yoğurarak konuşmak. O yüzden tanburla Galib’in şiiri arasında her zaman bir akrabalık duygusu taşıyorum.


Üzerinde çalıştığınız projeler arasında şiiri tanburla buluşturan ya da onu sesin ritminde yeniden düşünmeye çalışan bir yönelim var mı? Şu sıralar sizi en çok ne meşgul ediyor?

Aslında tam da bu yönde düşüncelerimiz var. Milat Salmanî ve Gökhan Sığırtmaç ile birlikte şiir ve müziği yeni bir soundla birleştire projeler üzerine konuşuyoruz. Bu sırada TRT Müzik’te yayınlanan Kudemâ programının 3. sezonu için repertuvar çalışmalarına devam ediyoruz. Kudemâ özelinde: İran müzik kültürüne baktığınızda, tarih içinde birçok büyük travma yaşamış olmalarına rağmen, anlam dünyasında bizim kadar büyük kırılmalar, kopmalar olmamış. Bizde ise özellikle dildeki sadeleşme hareketiyle birlikte divan şiirinin taşıdığı zengin katmanları bugünün müzikal diliyle buluşturmak kolay değil. Serbest şiir ya da sadeleştirilmiş Türkçeyle yazılmış şiir elbette mümkün, ama o eski dünya kadar kolay bir ifade zemini sunmuyor. Buna rağmen, tam da bu zorluğun içinden geçerek tanburla şiiri yeniden buluşturmanın yollarını arıyoruz. Bu arayış, belki sadece müzik değil, bir anlamda düşünceyi de tazeleyen bir yolculuk oluyor.


Son olarak, yıllarını tanburla geçirmiş biri olarak geriye dönüp baktığınızda, bu saz size ne öğretti dersiniz? Sadece musikî içinde değil, hayata dair?

Tanbur bana öncelikle sabrı öğretti. Acele etmenin çoğu zaman sonucu değiştirmediğini, hatta bazen anlamı bulmayı zorlaştırdığını gösterdi. Bu sazda her ses, zamanını bekleyerek gelir; mızrap vurulduğu anda değil, o titreşimin ardından gelen yankıda doğar asıl ses. Hayat da biraz böyle belki: Söylemek değil, duymak için beklemek gerekiyor. Tanburla birlikte susmayı, dinlemeyi, o boşlukta anlamın kendiliğinden doğmasını izlemeyi öğrendim. Belki de en çok bunu öğretti bana: Sözü çoğaltmak yerine, sözü inceltmek.
 

Prof. Dr. Hikmet Toker 
Prof. Dr. Hikmet Toker

 

Prof. Dr. Hikmet Toker 

1978 yılında Ankara’da dünyaya geldi. 2005 yılında Haliç Üniversitesi Türk Müziği Konservatuvarından, 2006 yılında Yeditepe Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Müzik Öğretmenliği yüksek lisans programından mezun oldu. 2012 yılında Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İslam Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalında doktora öğrenimini tamamladı. 2015-2016 yılları arasında doktora sonrası araştırmacı olarak Kings College London, müzik departmanında akademik çalışmalar yürüten Toker, 2017 yılında müzikoloji alanında doçent unvanı alan Toker, 2023 yılında aynı alan Profesör unvanı aldı. 2001 yılından beri tanbur ve ses icracısı olarak musiki çalışmalarını devam ettirmekte, aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Müzikoloji Bölümü Geleneksel ve Modal Müzikler Anabilim Dalında öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Tarihsel müzikoloji alanında çalışmalar yürüten Hikmet Toker’in bu alanda yayımlanmış dört kitabı ve çok sayıda makalesi bulunmaktadır. 

Müzikal çalışmalarına aralıksız olarak devam eden Toker’in 2019 yılında Bekleyiş adlı bir solo albümü yayınlanmıştır.  2020-2022 yılları arasında Aşk-ı Dem grubu ile birlikte Seyreyle Güzel, Bu Aşk Bir Bahr-i Ummandır ve Salındı Bahça’ya Girdi adlı single çalışmalarını dinleyicilerin beğenisine sunan Toker, 2023- 2025 yılları arasında Yunusun İzinde, Şeyh Galip ve Nesimî’nin İzinde adlı EP çalışmalarını yayınlamıştır.   Kadim şiirlerin bestelenmesi alanında çalışmalarında devam eden Toker bu güftelere yaptığı besteleri hazırlayıp sunduğu Kudemâ adlı TV programında yayınlamaktadır.   

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU