Vahdettin ve Kurtuluş Savaşı: İhmal edilen boyut

Prof. Dr. Mesut Uyar Independent Türkçe için yazdı

Kurtuluş Savaşı'nın askeri safhasının 100. yıldönümlerinin sona ermesiyle beraber televizyon, gazete köşeleri ve sosyal medyada son Osmanlı Padişahı VI. Mehmet Vahdettin tekrar başladı.

Tekrar başladı diyorum, çünkü belli aralıklarla aynı tartışma tekrar ve tekrar gündeme gelmektedir.

Saltanatın kaldırılması ve cumhuriyetin 100. yıldönümleri yaklaştıkça bu tartışmaların daha da şiddetleneceği aşikârdır.


Vahdettin ve Kurtuluş Savaşı tartışmalarının odak noktası padişahın bir hain olup olmadığıdır.

Son dönemde Vahdettin'in hain olmadığını iddia edenlerin sesi ve görünürlüğü arttı.

Bu görüşü savunanlara göre padişah hain olmadığı gibi, tam tersine Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa'yı Samsun'a göndererek bizzat Kurtuluş Savaşı'nı başlatmıştır.

Hatta savaşı başlatabilmesi için yüklü para verdiğini de iddia etmektedirler.

Mevcut bilgi ve belgelerle bu iddialar yalanlanmış olsa da tekrar edilmeye devam etmektedir.


Ülkemizde diğer çoğu konuda olduğu gibi tartışma bütün detaylar bir kenara atılıp siyah-beyaz ikiliğine indirgendiği gibi kontekst yani bütün içindeki yeri de ihmal edilmektedir.

Sosyal bilimlerde bir sorun veya hadisenin kontekste oturtulması çok önemlidir.

Örnek verecek olursam, bir ağacı anlamak için hem ağacı hem de içinde bulunduğu bütünü yani ormanı dikkate almak gerekir.

Ağacı ormandan bağımsız incelemeye kalktığımızda ormanda bütün ağaçları etkileyen genel hususlar (toprak, arazi şekli, iklim vs.) ve sorunlar (kuraklık, hastalık, insan etkisi vs.) sanki sadece bu ağacın özel sorunları gibi görülür ve bizi yanlış sonuçlara götürür.

Oysa bütün ormanı etkileyen konuları teşhis edersek ağacın kendine has özellik ve sorunlarını ayırt etmemiz mümkün olabilir.


Vahdettin ve Kurtuluş Savaşı konusunda bence en büyük sorun 1. Dünya Savaşı esnasında ve sonrasında dünyada ve yakın coğrafyamızda meydana gelen olayları ve bunların Osmanlı'ya etkisini görmememizdir.

Oysa bunları hesaba kattığımızda hem kafamızdaki çoğu soruya cevap bulabilmekteyiz hem de karşımızdaki bulanık resim daha belirgin hale gelmektedir.

Adı üstünde küresel bir savaş olan 1. Dünya Savaşı beklenildiği gibi kısa sürmeyip uzun ve kanlı bir savaşa dönüşünce savaşa dahil olan bütün ülkeleri temellerinden sarstı.

Bütün monarşiler yani krallıklar meşruiyet ve toplumsal desteklerini kaybetmeye başladı.

İlk patlama zaten savaş öncesinde isyanlar ve büyük toplumsal çatışmalar yaşamış olan Rusya'da gerçekleşti.

8 Mart 1917'de başlayan devrim sonucu Çar II. Nikola 15 Mart'ta tahtan feragat etti. Kardeşi tahta çıkmayı kabul etmeyince Rusya'da çarlık sona erdi.

Ülkesinin itilaf devletleri saffında savaşa girmesine karşı çıkan Yunan Kralı I. Konstantin yoğun iç ve dış baskı sonucu 12 Haziran 1917'de tahtı oğlu Aleksander'a bırakmak zorunda kaldı.

Savaş sonrasında oğlunun ani ölümüyle yapılan halk oylaması sonucu 19 Aralık 1920'de tekrar tahta çıktı ama Anadolu'da uğranan askeri felâket sonrasında 27 Eylül 1922'de tacını ikinci kez kaybetti.

Avrupa krallıkları için en karanlık dönem 1. Dünya Savaşı'nın sonunda yaşandı. Savaşı kaybeden Almanya, Avusturya-Macaristan, Osmanlı ve Bulgaristan ittifakının en zayıf ülkesi Bulgaristan'da 4 Ekim 1918'de Kral Ferdinand tahtan ayrılmak zorunda kaldı.

Ama başarılı bir manevrayla oğlunun tahta çıkmasını sağlayıp saltanatı koruyabildi. 


Almanya'da Kayzer II. Wilhelm bütün çabalarına rağmen ne tacını ne de saltanatı koruyabildi. 9 Kasım 1918'de tahtan feragat etmesiyle Almanya'da cumhuriyet ilan edildi.

Avusturya-Macaristan İmparatoru Karl çok daha şansızdı. 11 Kasım 1918'de tahtan indiğinde sadece kendi krallığı ve saltanat sona ermedi. Aynı zamanda imparatorluk dağıldı.

Yenilen ülkelerde kralların devrilmesi ve saltanatların sona ermesi Avrupa'nın diğer ülkelerini ve hatta galip devletleri de etkiledi. Çünkü Avrupa kamuoyu savaşın çıkışı ve kötü idaresinden mevcut monarşileri sorumlu tutmuştu.

Doğal olarak Avrupa'da hakim monarşi karşıtı hava savaşı kaybeden Osmanlı İmparatorluğu'nu da etkiledi.

Her ne kadar Vahdettin, savaş sona ermeden dört ay önce 3 Temmuz 1918'de tahta çıkmış ve savaşla ilgili sorumlu tutulmamışsa da tahtının ve Osmanlı saltanatının tehlike altında olduğunun farkındaydı.

Üstelik Şehzade Yusuf İzzettin'in 1 Şubat 1916'da intiharı ile beklenmedik bir şekilde veliaht olup iki yıl sonra padişah ilan edilmişti.

Sadece Vahdettin değil sivil ve askeri liderlerle aydınlar da cumhuriyetçiliğin üstü örtülü bir şekilde yayıldığını biliyordu.
 

 

Vahdettin eski sistem saray içinde mürebbiye ve yaverler tarafından yetiştirilmişti. Akıllı ve kurnaz bir kişi olmasına rağmen dünya ve ülkesi hakkında bilgisi ve tecrübesi sınırlıydı.

Müfrit İttihat ve Terakki düşmanı olmasının yanı sıra her tür milliyetçilikten de nefret etmekteydi. 

Mütareke sonrasında Vahdettin için en büyük sorun İtilaf devletleri ve onların işgalleri değil imparatorluğun mülki ve askeri teşkilatının kendisine mutlak itaatini sağlamaktı.

İttihat ve Terakki yirmi yıldır devam eden açık veya gizli iktidarında devlet teşkilatını ve kısmen toplumu değiştirip dönüştürmüştü.

Eski sivil ve askeri kadrolar sadece tasfiye edilmemiş aynı zamanda toplum nazarında güç ve prestijlerini kaybetmişti.

Yani padişahın arzu ettiği kişisel rejimi kuracak ve idare edecek liyakatli ve sadık kadrosu yoktu.


Hürriyet ve İtilaf Partisi'nin liderliğini yaptı İttihat ve Terakki karşıtı muhalefet iyi örgütlü olmadığı gibi halk tabanı çok zayıftı.

Vahdettin sadece Türk milliyetçilerini değil bütün milliyetçileri imparatorluk için tehlikeli gördüğünden Arap, Kürt ve Çerkes milliyetçileri ile ancak taktik ve geçici işbirliği kurabildi.

Üstelik Vahdettin akrabaları dışında kimseye güvenmediği için olası müttefikleri de ona yanaşamadı.

Bu koşullar altında Vahdettin tahtını ve saltanatını korumanın yolunu güçlü bir Avrupa devletinin himayesine girmekte buldu.

Mevcut alternatifler içinde ona göre en iyisi İngiltere'ydi. Zaman zaman aracılar vasıtasıyla Fransa'ya yaklaşsa da hep İngilizci kaldı.

İlginç bir şekilde imparatorluğun büyük kesimi işgal altında ve her geçen gün yeni yerler işgal edilirken İngiliz himayesinde imparatorluğu koruyabileceğini değerlendirmekteydi.

Bunun bedeli olarak İngiltere'ye siyasi ve ekonomik imtiyazlar tanımaya ve dolayısıyla ülkeyi sömürgeye dönüştürmeye razıydı. 


İtilaf devletlerinin imparatorluğun parçalanması konusunda kararlı olduğunu göremedi veya görmek istemedi.

Planın yürüyebilmesi için İngiltere ve diğer İtilaf devletleriyle tavizsiz işbirliği yapılması gerektiği inancındaydı.

Almanya'nın desteğine rağmen yenilen ordunun bir daha ayağa kalkamayacağı düşüncesi bunda etkili olmuştur. 


İstanbul'un 3 Kasım 1918'den itibaren fiilen işgal edilmesi ve 15 Mayıs 1919'da Yunanların kanlı bir şekilde İzmir'e girmesi gibi onur kırıcı ve yaralayıcı hadiseleri bile kabullendi.

Artarda verilen tavizler sonrasında Sevrés Antlaşması ile imparatorluğun fiilen ortadan kalkıp Bizans benzeri küçük bir devlete dönüşmesini bile hazmedebildi. 
 

mustafa kemal ile vahdettin.jpg
Fotoğraf: Derin Tarih

 

İşgallere karşı önce düzensiz ve ardından Mustafa Kemal Paşa ve TBMM liderliğinde örgütlü direniş başladığında ise Vahdettin işgalcilerin milli mücadeleyi bastırma çabasına alet oldu.

Zaten etrafındaki az sayıda vatansever çoktan onu terk etmişti ve etrafı her türden fırsatçı ile dolmuştu.

Bir taraftan işgalleri destekleyen idam kararları, fetva ve emirlere imza atarken diğer taraftan milli mücadele karşıtlarına yetki ve silah verdi.

Padişah desteği olmasaydı Anzavur, Düzce, Yozgat ve Konya isyanları olmayacağı gibi Kuvayı İnzibatiye adı altında işbirlikçi bir askeri birlik de kurulamazdı.

Böylelikle Vahdettin bütün ülkeyi kavuran ve muharebe meydanlarından daha fazla cana mâl olan iç savaşı başlattı. 


Ülkeyi kendi tahtı, hırs ve hayalleri doğrultusunda ateşe atan Vahdettin'in Kurtuluş Savaşı'nı başlatacak adımları atması mümkün olmadığı gibi açıkça Türk milliyetçisi olan Mustafa Kemal Paşa liderliğindeki kadro ile işbirliği yapması da olanak dışıydı.

Mustafa Kemal Paşa'nın geniş yetkilerle Anadolu'ya gönderilmesi padişahın bilinçli seçimi değildi.

Mustafa Kemal Paşa uzun bir hazırlık sonrasında Harbiye Nezareti içindeki arkadaşlarının yardımıyla bu yetkileri kendisi edindi.

Benzeri şekilde Kazım Karabekir ve Ali Fuat (Cebesoy) gibi paşaların önemli komutanlıklara atanması işgale karşı dursunlar diye değil tam tersine birliklerine sahip çıkıp İtilaf devletlerini kızdıracak hadiselere müsaade edilmemesi içindi. 

Günümüzde kafaları karıştıran bir kısım belge ve bildiri ise dönemin koşulları içinde üretilmek zorunda kalmıştır.

Padişahın açıkça İtilaf devletleri ile işbirliği yaptığını ne Mustafa Kemal Paşa ne de başka bir lider açıkça söyleyebilirdi. Halk desteği için padişahın arzusu dışında tutsak olduğu, savaşın ülkeyi ve padişahı kurtarmak için verildiği defalarca söylenmek zorunda kalındı.

Yani tarihçi Kurtuluş Savaşı döneminde üretilmiş resmi belgelerden istifade ederken dönemin koşullarını hesaba katması gerekmektedir.


Ayrıca Kurtuluş Savaşı'nın liderleri ve kadrosu da her konuda aynı fikirde değildi.

Örneğin aslında cumhuriyetçi olan Kazım Karabekir Paşa Ankara'da yaşanan siyasi gelişmelerin çok hızlı gittiği düşüncesiyle Sakarya Muharebesi esnasında cumhuriyet ilân edilmesin birkaç kez telgraf çekme ihtiyacını hissetti.

Zaten nihai zafer sonrasında saltanatın kaldırılması liderler arasında büyük bir ayrılığa yol açacaktı.


Sonuç olarak günümüzdeki Kurtuluş Savaşı ve hemen sonrasında gerçekleşen hadiseleri "Vahdettin hain miydi, değil miydi" tartışmasına indirgemek doğru değildir.

Bence Vahdettin'in en büyük mirası tahtını ve saltanatı korumak için ülkeyi iç savaşa sürüklemesidir.

Kardeşin kardeşi öldürdüğü iç savaş yüzünden üstünden bir yüzyıl geçmesine rağmen Kurtuluş Savaşı yoğun tartışmalara neden olmaktadır.

Oysa benzeri bir tartışma ne Balkan Savaşları ne de 1. Dünya Savaşı için söz konusudur. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU