Doç. Dr. İsmail Ermağan: Despot liderler ve kovboylar olduğu sürece Kant'ın kozmopolitan dünya toplumu hep tehlikede!

Naman Bakaç Independent Türkçe için Doç. Dr. İsmail Ermağan ile konuştu

Fotoğraf: AA

Dünyanın dördüncü, Avrupa'nın ise en güçlü ekonomik devi olan Almanya, Avrupa Birliği ve küresel düzen bağlamında güçlü bir aktör ülke.

Tarihsel süreç içinde medeniyet yıkıcı özelliği kadar, medeniyet inşa edici vasfını bedeninde birlikte taşıyan ülke olarak, Ukrayna işgali sürecinde de merkez ülkelerden biri olarak öne çıktı. 

16 yıllık Merkel dönemi sonrası yeni kurulan koalisyon hükümeti ile dünyada koalisyon kültürüyle yönetilen hükümet sistemleri açısından başarılı bir ülke olarak, dünya siyasetini ve ekonomisini şekillendirici rolünü sürdürmektedir. 

Almanya aynı zamanda göçmen topluluklara dayalı sosyolojik yapısıyla bir tür Birleşmiş Milletler'in laboratuvarı gibi.

Nazi geçmişini silmeye çalışan Almanya, küresel güvenlik mimarisinin değişmeye başladığı bu dönemde askeri boyutta tekrar tarih sahnesine dönen ülke yorumlarına maruz kalmakta.

Yanı sıra Avrupa genelinde olduğu gibi ülkede de aşırı sağcı partiler toplumsal ve siyasal hayatta yükseliş eğiliminde.

Almanya'da yeni hükümetle birlikte Avrupa ve küresel düzlemde nasıl bir değişimin yaşanacağını, ülkenin koalisyon kültürünü, Almanya'da siyasetin kodlarını, göçmen politikalarıyla neden dünyada tercih edilen bir ülke statüsünde olduğunu, Merkel Almanya'sının başarı ve başarısızlık hikâyesini, yükselen aşırı sağı, tüm bu dinamiklerin nasıl bir Almanya ve Avrupa düzenini şekillendireceğini öğrenmek için, akademik çalışmalarını Almanya siyaseti, sosyolojisi ve Almanya-Türkiye ilişkileri ile göç yönetimine ayıran Medeniyet Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nden Doç. Dr. İsmail Ermağan ile konuştuk.

Ermağan, bu alandaki düşüncelerini Dünya Siyaseti haber sitesinde düzenli yazılarıyla sürdürüyor. Sadece Almanya siyaseti ile değil, Latin Amerika ve Asya Pasifik sahasıyla da yakından ilgilenen bir akademisyen olarak yeni çıkan "Uluslararası İlişkiler ve Teknoloji İlişkisi" isimli kitabıyla da, alanında bir ilke imza atmış üretken bir akademisyen olarak bu disiplin üzerine de konuşulacak nadir akademisyenlerden biri.
 

Doç.Dr_. İsmail ERMAĞAN-Medeniyet Üniversitesi Uluslararası İlişkiler.jpeg
Medeniyet Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nden Doç. Dr. İsmail Ermağan

 

- Almanya'nın, AB ve küresel düzlemde nasıl bir ekonomi ve politik ilkeleri, öncelikleri, hedefleri var? AB ve küresel düzen bağlamında kendini nereye oturtmaya çalışıyor? Sizin Kutsal Roma Cermen İmparatorluğundan Soğuk Savaş sonrası döneme kadar "şekillendirici etki"si olan bir ülke tespitiniz var Almanya için. Almanya'yı makro planda bir tahlile tabi tutarsanız ne dersiniz?

Almanlar, tarihte hem medeniyet inşa edici hem de yıkıcı etkiler oluşturmuş bir millet. Örneğin Erhan Afyoncu "Rusya'yı 'Rusya' yapan Almanlar'dır" diyor. Bu çerçevede misal olarak Alman prensesi İkinci Çariçe'nin "Büyük Katerina" olarak adını Rus tarihine yazdırdığı bilinmektedir.

Diğer yandan, Hitler "üstün medeniyete tabi kılma hedefiyle" bütün Avrupa'yı işgal ederek milyonların ölümüne yol açmış, bölge ekonomilerini bozguna uğratmıştır. 1945'te II. Dünya Savaşı bittiğinde sadece "Haydi Polonya'ya (Yahudi) avlanmaya gidelim" sloganları tarihin çöplüğüne gitmemişti, başkent Berlin şehri dramatik bir şekilde ikiye ayrılarak dünya tarihinde en ilginç eventler arasında yerini almıştı.


"Almanya, 'eski Avrupa'nın ana omurgası' olarak yeni dönemde hem şanslı hem de tehlikelerle karşı karşıya"

Almanlar, disiplinli-çalışkan insanlar; küllerinden doğdular, doğru strateji üreterek bunu başardılar. Kurucu lider Konrad Adenauer, özellikle Fransa'dan gelen itirazlara rağmen Batı Almanya'yı Avrupa entegrasyonu projesinin içinde olmayı başardı. İkiye bölünen ülke, öncelikle siyasi olarak ortaklıklarla izole edilmekten kurtuldu, ekonomik olarak "mucize" (Wirtschaftswunder) başardı.

3 Ekim 1990 tarihinde doğu ve batı kısımları birleşince Avrupa siyasetinde daha da büyüdü: Ekonomik finansörlükten Birlik siyasetlerini şekillendiren aktöre dönüştü. Brüksel'de Avrupa Parlamentosunda 2010 yılında konuştuğum Hollandalı siyaset danışmanı Rob van de Water, II. Dünya Savaşı'ndaki berbat yıkım ve kıyım mirasını Avrupa entegrayonu ile aştıklarını dile getirmişti.

Avrupa halklarının çoğunun belleklerinde doğal olarak Hitler'in yayılmacı korkusu kaldı, Almanlar özellikle Birlik nezdinde ve Merkel döneminde bu korkuları Avrupacı eğilimlerle bertaraf edebilme yoluna gittiler. Rus lider Putin ise (Ukrayna işgali ile) Kalyoncu'ya karşı taraftan ironi sunarcasına "askeri alanda" da Avrupa'nın devi olma yolunda Scholz döneminde büyük yatırımlara girişilmesinde "'Girişin!' fişeği"ni çekiyor olacaktı.


Almanya'nın etnik ve dilsel akrabaları olan AB üyesi devletler ile sanıldığından daha büyük etkiye sahiptir Almanya. Avusturya, Danimarka gibi tarihsel etkileşim ve Almanların Kutsal Roma Cermen İmparatorluğundan gelen "toparlayıcı etkisi"nin bölge alt siyasetlerinde izlerini hala görmek mümkün.

Almanya'nın "Avrupa'nın hamiliği" hedefi bir yerde dini, ekonomik, siyasal ve kültürel boyutlarda belirtiler sunarken, dünya siyasetinde de daha fazla oranda söz sahibi olma zorunluluğunu da beraberinde getiriyor. Öyle ki Willy Brandt ile Doğu politikasına yelken açmak isteyen ülke, Gerhard Schröder ile bu bağlamda özellikle enerji köprüleri üzerinden birkaç "koparılamaz" olduğu umut edilen (ama Ukrayna işgali ile illa zarar alacak olan) kritik hamle yapabilmişti.

Diğer yandan, Almanya'nın- Doğu Bloku'nun bir diğer küresel aktörü Çin'in en büyük ekonomik ortağı konumu, ülkeyi ABD hegemonyası ile nasıl bir yola evrileceği hususunda korkunç bir sınav vermeye itiyor. Son tahlilde Wilhelm'in Weltpolitik'ini (imparatorluk stratejisi) izleyen Almanya, "eski Avrupa'nın ana omurgası" olarak yeni dönemde hem şanslı hem de tehlikeli aksiyonlarla karşı karşıya.


"Merkel, Avrupa siyasetinde dayanışmacı ve entegre edici yaklaşımlarıyla öne çıktı"

- 16 yıl boyunca Almanya'nın Başbakanlığını yapan Merkel, Hristiyan demokrat çizgide siyaset yapan bir aktör olarak, Almanya'da bu denli sevilmesinin nedenleri nedir? Hangi politik adımları, kişilik yönleri, AB ve dünyadaki sorunlar karşısında aldığı hangi kararlar Merkel'i Almanya belki de dünya sahnesinde güçlü bir aktör kıldı? Merkel neyi gerçekleştirebildi neyi gerçekleştiremedi? Almanya'nın siyaset bilimi ve sosyolojisi üzerine akademik çalışmalar yapmış biri olarak başarı hikâyesini nasıl çizersiniz?

Angela Merkel, Almanların bütün tarihsel dönemleri dahil edildiğinde bile en etkili kadın siyasetçileri arasında olacağını muhtemelen kendisi bile tahmin edemezdi. Hıristiyan Demokratların partisi CDU'da (parti lideri ve ülkenin tarihsel figürü) Helmuth Kohl'ün rahlesinden geçen, Doğu Almanya kökenli siyasetçi, koalisyonlarla da olsa 16 yıl ülkesini aralıksız yönetti.

Avrupa siyasetinde genel olarak dayanışmacı ve entegre edici yaklaşımlarıyla öne çıktı, Trump ABD'sine kafa tuttu, Avro Ekonomik Krizi'nde Yunanistan'ı bottan attı, nükleer reaktörleri kapatıp yeşil enerjiye daimi geçişin kararını aldı vb. 

Son tahlilde gerek Almanya içi gerekse AB nezdindeki politikalarda güçlü-kulak kabartılan bir siyasetçi olarak belirdi. 2005-2021 yılları arasında hem ülke hem bölge (Avrupa) hem de küresel düzlemde çok sayıda hem fırsatları doğurdu hem de büyük meydan okumalarla mücadele yürüttü.

Bugün bakıldığında Rusya ve Çin ile bu kadar geliştirilen ilişkiler elbette onun da aklında "Acaba biraz daha mı dengeli gitseydik?" sorusunu sorduruyordur. Çünkü her iki ülke ile Batı dünyası Soğuk Savaş sonrası üretme tezler ile (örneğin Tarihin Sonu - Francis Fukuyama) ekonomik, siyasi hatta askeri yönden güçlendirilen-kendisine "ehlileştirme çeki" yazılan (uzay alanında bile "siz şu parçaları bizim için de üretin" yaklaşımı) bir süreç yaşadı; bu noktada kesinlikle bir el freni gerekiyormuş değil mi Ex-Şansölye Merkel! 

Bir de Ukrayna konusunda olduğu üzere kapıyı takunyalı Türkler'in değil de Rusların çaldığı ortamda "Türkiye ile -inişlere, hatta alt üst oluşlara rağmen- işbirliği geliştirebilme hususunda daha mı istekli olunsaydı?" sorusunu da soruyor olabilir.

Hele Le Pen Fransa'sı örneğinde olduğu üzere "Bu kadar aşırı sağlamanın Avrupa medeniyet projesini nereye evrilteceği hususu" emekli Merkel'i "nargile içecek kadar" düşündürüyordur. Bu konularda daha iyi siyaset izlenebilir miydi diye danışmanları ile konuşuyor olabilir. "Aufstieg zur Macht Angela Merkel" (İktidara Giden Yol Angela Merkel) tarzında ilerde yazacağı "Meine Erinnerungen" (Hatıralarım) isimli bir kitapta Merkel bunları tarihe not düşüyor olabilir. 

Türkiye-Almanya ilişkileri ise onun döneminde özellikle siyasi kulvarda 10000 fit kadar nitelenebilecek, hatta uçağın kimi zaman kimi konularda (boksörlerin karşılıklı kroşeleri misali) yere çarpıp bazı parçaları yerde bırakan ciddi türbülanslar da tecrübe etti. Misal; Alman sokaklarında PKK yandaşları polis koruması altında çok rahat aksiyonlar yapabildi; buna karşılık Alman askeri birlikleri NATO'nun Konya üssünden ayrılmak zorunda kaldı. 

Diğer yandan, I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı-Almanya imparatorlukları arasında görülen "kader-silah ortaklığı" pozisyonu da akıllarda idi. Ünlü Hocamız İlber Ortaylı'nın vurucu bir şekilde kaleme aldığı "Osmanlı'nın Sonunda Alman Nüfuzu" belki istenen hedef, fakat şu da bir gerçek: 1946 sonrası Türkiye, bütün Anadolu tarihinde Roma, Selçuklulardan sonra toplu olarak en gelişmiş "gelişme endeksi" sunan bir ülkeye döndü!

Ve hala Avrupa güvenliği için çok kritik. Sanki bu konuda Merkel -gerek AB gerekse kendi ülkesindeki tarihsel Türk algılarına teslim olarak- ipleri koparmayan, Berlin'den Ankara'ya işleyen bir diplomasi tesis etse de, Türkiye kapının önünde gerekli konularda danışılan-iş görülen bir konumda görüldü. 
 

foto-2.jpg
Fotoğraf: AA

 

Avrupa'da 5 milyonu geçkin Türkiye vatandaşının yaşadığı, en az 12 Malta büyüklüğünde insanın şimdiden AB'li olduğu görülmeyip, NATO'vari bir hata da yapıldığı öngörülebilir. Çünkü -biraz da güvenlik mimarisi veya insan hareketliliği gibi kimi Batı politikalarından dolayı soyunduğu rollerde tökezleyen, şimdilerde ise ekonomik olarak çökebilecek bir Türkiye, "hasta adam" tarzı rahatlatıcı tanımlamalarla geçiştirilecek bir Türk Hamamı tadı vermez AB'ye ve motoru Almanya'ya; korona ve savaş konjonktüründe küresel-bölgesel-ülkesel düzlemlerde ve 2010 Avro Ekonomik Krizinin 2.0 boyutunda, daha sarsıcı acı soslu döner etkisi çıkarabilir. Bu da Rusya ve Çin'e yazılan ama Türkiye'den esirgenen (AB ve NATO) çeklerini Merkel'e de sormayı gerektirebilir.


"Avrupa'nın, Merkel'e oy kaybettiren entegrasyon ruhuna ihtiyacı var"

- Almanya'da başta AfD olmak üzere aşırı sağcı partilerde bir yükseliş var. Fransa'da da Le Pen şahsında cisimleşmiş milliyetçi, aşırı sağ partiler yükselişte. Almanya'da uzun yıllar kalmış, akademik kariyerinin bir kısmı Almanya'da geçirmiş ve sosyoloji alanında da akademik çalışmalara imza atmış biri olarak, Almanya'da aşırı sağın yükselişini besleyen dinamikler olarak neleri görüyorsunuz? İç dinamikler mi yoksa küresel düzeydeki gelişmeler mi aşırı sağı daha çok besliyor?

Trump, Macron, Le Pen, AfD vb. farklı yansımalar. Aşırı sağı ne besler? Tencere her yerde iktidar düşürüyor. Aslolan bu! Ya korkular, endişeler?!. Kimliğim kaybolacak, işim elimden alınacak, dinim elden gidecek korkuları hem reel hem de şişirme. Avrupa bu duyguyu tarihte yaşadığı onlarca göçlerden biriktire biriktire geldi. Farklı giyim tarzları, farklı talepler, farklı meydan okumalar… Bir yere kadar evet, bu sosyolojinin yönetilmesi gereken kısımları var. Ne dinleri elden gidiyor, ne kimlikleri son tahlilde ama farklı pencereler açılıyor ve içeriye hem riskler hem de avantajlar giriyor. 

1980'li yıllarda başlayan küreselleşme olgusu Avrupa'da yeni bir milliyetçi güvenlikleştirici zihniyet üretti. Sorun bir kale üretmek ve dışarıdan her türlü riskleri önlemek olarak düşünülüyor. Bu, durum sanayi devrimlerinden bilim devrimlerine medeniyet üreten Batı'yı gerileten bir olguya döndü. Kendi ülkelerinde farklı insanlık kundaklamaları peydahlanıyor, silahlı mücadele ekipleri kuruluyor, aşırıcı partiler yaygınlaşıyor, normal sağ iktidarlar aşırıcı söylemleri en azından yumuşatarak kullanmak zorunda kalıyor. 

2013 yılında kurulan Almanya için Alternatif Parti, hem genel mecliste hem eyaletlerde kayda değer oy oranlarına ulaştı; ama ürettiği kesin bir politika yok; yasakçı zihniyetin yakamozları… Merkel bile çok çekti bunlardan ama Almanya'ya yetişmiş insan şart; beyin göçü hayati. Çoğunlukla seçerek göçmen almalarına rağmen bu oluşuyor. Rahatımız kaçıyor korkusuna karşın zoraki entegrasyon süreci aslında yaşanan. 2002 yılında Avro'ya dönen AB ekonomileri bu yönden aslında küresel krizlere karşı güçlü bir enstrüman kazandı; bugün bakıldığından Türkiye keşke Avro (ekonomik üye ya da eş üye) yapılsaydı imtiyazlı ortaklık yaklaşımları ile, bu belki önümüzdeki yıllarda başka düzensiz Türkiye göç seferlerine bir çözüm olabilirdi.

Demek ki bütün korkuların irrasyonel tarafları da var. AB'ye girmeyelim diyen Türkiye'deki kesimler korkulardan çok beslendi, bugün Avrupalılar göçmenleri Türkiye'de durdurmanın yollarını paralarıyla uygulatmıyorlar mı? Yine de Almanya gibi AB'nin iktidarını yanlarına park etmiş aşırı sağcılar, Türkiye'yi kötülemekten asla vazgeçmediler. Trajikomik!

Avrupa'da aşırı sağ daha da büyüyecek gibi görünüyor eğer yönetilmezse. Çünkü 2010 Avro Ekonomik Krizi'ne 10 sene, sonra korona pandemisi üzerine Rusya-Ukrayna Savaşı eklenince, ekonomik göstergeler geriye gidiyor. Aşırı sağ hala lügat üretiyor, domuz çorbaları dağıtıyor, silahlı rambo resimleri çektiriyor. Avrupa'nın Merkel'e oy kaybettiren entegrasyon ruhuna ihtiyacı var; bu ertelemeden idrak edilmeli. 


"Almanya, göçmenler için bir başarı hikâyesi yazabildi"

- Göçmen politikaları listesinde en çok tercih edilen ülkeler arasında Almanya OECD ülkeleri arasında ABD'den sonra ikinci sırada yer almaktadır. Almanya bunu nasıl başardı? Göçmenlere yönelik politikalarında temel ilkeler neler ve nasıl bir süreç işliyor ülkede? Bildiğim kadarıyla 2000'li yıllara kadar süregelen kan bağı kriteri yerini vatandaşlık kavramına bıraktı. Göç politikalarının arkasında ekonomik saikler mi insani gelişmişlik endeksi mi yaşlanan nüfusla beliren demografik kaygılar mı yoksa küresel aktörlüğünü tahkimleştirme örneğin göçmen aldığı ülkelerde nüfuz kazanma hedefi mi etkili? Göçmen sosyolojisindeki dağılım nasıl ve ne oranda Almanya'da?

Kaba olarak ifade edilirse şuan ülkede 5 kişiden 1'i göçmen kökenli. II. Dünya Savaşı sonrası misafir işçi olarak getirilen-davet edilen insanlar, zaman içerisinde kalmayı ya da vatandaşlığı tercih ettiler. İlk başlarda Akdeniz, Balkan ve Doğu Avrupa ülkelerinden göçmenler getirildi, zaman içerisinde diğer dünya coğrafyalarından göçmenlerle "yeni yerli" nüfus arasında bir denge oluşturulmaya çalışıldı.

Nihayette üst elin Alman kalması gerekiyordu. Çokkültürlülük, Soğuk Savaş sonrası konjonktürün de dayattığı bir göç olgusuydu; her şeyin homojen kalması neredeyse imkânsıza yakındı; aslında zayıflıktı da.
Görülmektedir ki -şaşkınlığa, zalimliklere ve eleştirilere rağmen- Almanya göçmenler için bir başarı hikâyesi yazabildi, hem demokratik hem de sosyal devlet yaklaşımları üzerinden.

Solingen ve Mölln'de yakılan Türk insanlar için hatırlama anıtı dikildi örneğin! Yani göçmenler Almanya'yı isteyerek tercih ediyor. Haftada 3 gün dönerini yediğim usta, Batman'dan 6000 euroya gelmiş hem de düzensiz olarak; dağlardan taşlardan!

Göçmen nüfus katkı payını ve gerekliliğini mecliste çoğu partiler biliyor ama bir deli kuyuya taş atıyor. Haklı nedenler varsa üzerinde çalışılmalı ama bu ülkede göçmen açığı veya insani diplomasi uygulamalarının gerekliliği de görülmeli. Yine polis mesela; özellikle Türkiye ve Müslüman kökenli yurttaşlarına daha adaletli ve insani yaklaşabilmeli, ABD polislerine öykünmeden.

Göçmen nüfusunun spordan kültüre, siyasetten ekonomiye Almanya'ya kattıkları Alman kamuoyunun makul çoğunluğunda biliniyor. Kan bağı durumu Soğuk Savaş uygulaması olarak 2000'lerde bitti ve Almanya'nın, AB'nin yeni dönem politikalara ihtiyacı var. Ya da ciddiye alınmayacaksa; yapay zekâlı robotlara ya da biyoteknolojik arınmaya! 

Örneğin Almanya'da doğan Türklere nerelisin sorusu, Fransa'da Hz. Muhammed'i bombalı eylemci gösteren karikatürler şunu düşünün; Almanya 1961'den bu yana harcadığı entegrasyon paralarını korona aşısı mucidi Türk girişimcinin katma değeri veya ülkedeki döner vergileri gibi girdilerle sadece geri kazanmadı bu sosyo-ekonominin yeni versiyonları ile kazanmaya devam edecek.

Tabi ki Almanya, Almanların olmaya devam edecek. Aşırı sağı hem iç dinamikler hem de dış dinamiklerin tetiklediği görülmeli ve hem AB düzeyinde hem de ülkeler nezdinde uygulanabilir ve sürdürülebilir bir model üzerinde çalışılmalı. Ülkelerde enflasyonlar arttıkça bu insanlar, içindeki İrlandalılar misali davranışlar yerine kreatif bir entegrasyon çözümlerine geniş katılımlı istişare mekanizmaları ile varılmalı.
 

 

"Almanya, stratejik göç yönetimi uygulamaya çalışıyor"

- Nazi geçmişi ve Alman milli kimliğinin güçlü olmasına karşın, ABD'den sonra OECD ülkeleri arasında mülteciler tarafından en çok tercih edilen ülke olması hesabıyla, Almanya'da çokkültürlülüğün toplumsal, siyasal, bürokratik ve iş dünyasında yerleşik olduğu söylenebilir mi? Yoksa ülkede entegrasyon ve asimilasyon mu güçlü bir damar? 

2010 Dünya Kupası Almanya ile Gana karşı karşıya geliyor, zorlanan Almanya'nın golünü Mesut Özil atıyor. Doktora yapan Alman arkadaşlarla maçı beraber izliyoruz. Ağız dolu bir "goool" sesi gelmiyor, gol ama atan Türk kökenli! Sevinsek mi şaşkınlığında geçen bir süreden sonra tur atlayan Almanya elbette yeni gerçeğini yani çokkültürlü yapısını kazanım olarak deklare ediyor.

1990 yılında değin iki ayrı başkent, iki ayrı ülke; dramatik bir tarih mirası! Ağız dolusu "Yaşasın Almanya" cümlesi bile hem kendilerini hem de komşularını korkutuyordu. Almanya'nın bu korkutuculuğunu Merkel kırdı diyebiliriz. Çoğu zaman dayanışmacı politikalarla Avrupa ülkelerinde o mirası zayıflattı, ülkesine karşı "Lider anne-ülke ne yapacak?" düşüncesi üretti denilebilir. Hatta bugün Ukrayna travması ile Almanya'nın 100 milyar Euro olarak silahlanma girişimleri bile Avrupa için görülüyor fikrindeyim. Rezervler illa dipnotta bekler ama şu an teker, ortak güvenlik mimarisi için dönüyor. 

Şunu da görmek lazım; Gürcü'den Ermeni'ye, Kürt'ten Arnavut'a Latin'den Asya'lılara tam bir göçmen ülkesi! 1 milyon Suriye insanı da burada. Ama fakat lakin… Burada göç yönetiliyor! Kültür, dil sınavları getirildi vizeler için. Bu anlaşılır; kolaylaştırıcı uygulamalar da yok değil! Hem entegrasyon var hem asimilasyon beklentileri illa hesap ediliyor. 

Diğer yandan segregasyon ve de akkültürasyon da var. Müllheim'da, Recklinghausen'da girdiğim bazı kahvelerde baş üstünde simit satan bir Türkiyeli simitçiler de gördüm. Yani kimi zaman göçmenler paralel toplum üretiyor ve Alman toplumu ile mümkün olduğunda teğet iletişimler-etkileşimler kuruluyor.

Kimi zamanda kültür seçkisi-menüsü yapıyor hem Alman futbol okullarına gidiyor hem de Türk hamamında Türk berberlere tıraş oluyor. Türkiye örneğinde Almanya'da çokça engelli vatandaşımıza Alman kurumları bakıyor, boşanmışa sahip çıkıyor, gerekli kişilere sosyal yardımlar çıkarıyor.

Almanya içinde yaşayıp Almanya karşıtı söylem peki nereden kaynaklanıyor? Şuradan: 3 milyonu bulan Türkiye kökenli insanlar arasında kimlik, kültür, dini eğilim vb. konularında demokratik ortamdan dolayı farklılıklar ortaya çıkıyor, Almanya tarafı da çeşitli yollarla bunu bir enstrüman olarak iç ve dış politika aparatı olarak "kullanıyor".

Mesela Süleymancılar, Milli Görüş, Kürdi oluşumlar vb. onca dini eğilim, neredeyse birbirlerine rakip olarak zuhur ediyor ve camiler bile farklılaşıyor. Benzer şekilde aşırıcı Türkiye karşıtları maalesef destekleniyor; 1915 Olaylarında – Yeşiller Partisi'nden Cem Özdemir'in sürekli gündeme getirdiği kendi misyonlarını unutup anıt bile diktirdiler! Kürt veya Alevi Türkiyeliler'den bir aşırıcı grup inşa etmeyi başardılar. Neden? Üst damar Almanya olsun hedefi var. Oluyor mu? Entegrasyon yerine nefret dili çoğaltılarak, "öz vatan Almanya" yaklaşımı işe yarıyor mu? Bir yere kadar belki. Almanya bu konularda başka türlü düşünse belki de aynı faydayı yine elde eder. Türkler duygusal millet, barışır-ortak hareket eder; ama hiçbir kedi sürekli tırmık yemekten haz almaz! 

Genel gidişat için İlber Ortaylı "Sadece Alman entelijansiyası akıllıdır, aslında son tahlilde çokça hata yaparlar" dese de ülkede ekonomik ve siyasi bir başarı hikâyesi yok değil! Fakat "Hitler Atatürk'ten ilham aldı, ayrı bir din olarak Alevilik ve 1915 Olayları" gibi zorlama tezlerle kimi durumlarda isabetli Türkiye okumaları yapamadıkları kesin. Hele Erfurt'ta bir Almanca öğretmenim "Ya Türkiye İslam NATO'su kurarsa!" diyerek bana elleriyle pişirdiği Türk kahvesini genzime kaçırdığında, karşı taraf ne yapsın bu kadar benzin dökülmüş düşünsel yapıtlar karşısında!

Belirttiğim gibi, bir ülkede demokratik hukuk kuralları düzgünse ona tabi olunmalı, itirazlar varsa düzleminde ilerletilmeli. Eğitim alanında entegrasyon da var uzaklaştırma da. Ama Almanya'ya yetişmiş insan lazım. Stratejik göç yönetimi uygulanmaya çalışılıyor.

Diğer yandan şu bir gerçek: "Burası sizin eviniz" diyen Merkel daha fazla seviliyor, bu cümleler daha fazla politik geri dönüşüm sağlıyor. AfD ve türevleri ise sadece kahve muhabbeti yapıyor, içeride gaz biriktirerek. Bu da insanlara geçmişi hatırlatıyor.
 

Almanya'da 2021 Seçim Sonuçları Grafiği.jpg
Almanya'da 2021 seçim sonuçları grafiği

 

"Almanya'da altı ay iktidar kurulamasa da bürokrasi işliyor, kurumlar çalışıyor"

- Sizin Alman siyaseti için: "Zamanın ruhu ("Zeitgeist") kavramının çıktığı ülke olan Almanya'da biraz da buna uygun biçimde, ideolojiler yok olmuyorlar, geri çekiliyorlar belli dönemlerde" şeklinde bir tespitiniz var. II. Dünya savaşından beri (1949-1969, 1982-1998 son olarak 2005-2021 gibi)  Hristiyan Demokratlar Alman siyasetinde baskın bir siyasi çizgi ama son 2021 seçimlerinde tarihlerinin en ağır seçim yenilgisini aldılar. Almanya'da siyasetin kodlarını, seçmenin oy verme davranışlarını, koalisyon kültürünü, Yeşiller'in yükselişini, devlet yönetiminde ideolojik 5'li menü dediğiniz yapıyı bize kısaca anlatır mısınız?

Devletler, "koalisyonlar ülkesi" konusunda Almanya'da master yapabilirler çünkü Batı Almanya ve devamında koalisyon neredeyse bir gelenek oldu. 1945'te tarihi bozgundan sonra devlet ikiye bölündü, Batı tarafı Avrupa siyasetinde dallandı-budaklandı. Hıristiyan Demokratlar kurucu yönetim misyonu üstlendiler. Bölgesel entegrasyonlu ekonomik oluşumlanma-göç yönetimi gibi doğru politikalarla geri dönmeyi bildiler.

Bence daha mühimi: "Söz konusu vatansa gerisi teferruattır" cümlesini anayasalarına eklemlediler! Oranın AK Parti'si ile CHP'si ülke menfaatleri için gerektiğinde (sanal olmayan) safları oldukça sıklaştırdılar, yeni Lawrence singlelarına alan açmadan! Bu İslam ve Ortadoğu toplumları için hayati bir ders.

Alman toplumu okumuşluk seviyesi yüksek, eleştirel. Sağduyulu-makul ve gelişmeci olanı destekliyor. Çoğu zaman kültürleri konusunda oldukça itinalılar. Hassaslık çizgisinden aşırıcılığa kopma riski var. Erfurt'ta bir nehirde bot yarışmasında "Hep sağdan yol al, sağ iyidir" demişti bir yarışmacı. ABD'de çokça akrabaları var; organik bir bağ söz konusu. Oranın gelişmelerinden doğal olarak etkileniyorlar. Rusya, Almanlar için hep önemli, stratejik denge ve güç faktörü olarak.

AB, en temelde kendini gerçekleştirme-ilerleme alanı. Din, Kutsal Roma Cermen günlerine nazire yaparcasına bu toplumun önemli bir kesimi için vazgeçilmez, CDU bir dönem anayasal bir statü talep ediyordu. 

Willy Brandt veya sonraları Gerhard Schröder, ülkesini ve ABD-AB devletleri gibi müttefiklerini Doğu politikalarına alıştırmaya kalksa da bu hem riskli hem kazanımlı politika sınırlı kaldı. Bugünlerde geri dönen Rusya'ya içi dolu çekler olarak bile misyon gördü. ABD emperyalizmi-jandarmacılığına hafiften itiraz, Almanya'nın sol siyasetini hep besledi; ayrıca seçmen, dayanışmacı ve aşırı kapitalist uygulamalara tepki olarak sandıkta SPD'yi destekledi.

1980'li yıllarda Yeşiller çevre hassasiyeti olarak ortaya çıktı; belli bir gelişmişlikten sonra insan demek ki yaşayacak dünya istiyor. Göç, ekonomi, cinsiyet eşitliği vb. konularda yeşil-eşitlikçi-insan odaklı taleplerle oy bandını genişletti; şimdi tekrar koalisyon parçası olarak iktidar. Alternatif fikirler üretiyor. Türkiye'de yeşil parti var, belki 15 kişi! Seçmen ihtiyaçları söz konusu. Marmara örneğinde dereler-nehirler kurudukça, denizler kustukça partinin büyümesi söz konusu olabilir, yıllar sonra.

Sosyal Demokratların daha da solu Die Linke ("Sol Parti"), NATO'ya karşı, çokkültürlü-insan odaklı, Marksist ilkelere sarılıyor, son yıllarda oyları azaldı ama o damar var. Dedeleri Marx veya Engels'lerin mirasına devam diyorlar.

Liberal parti FDP; bugün SPD yönetiminin koaliyon ortağı yine. Hürriyet, serbest piyasa ekonomisi odaklı ana damar politikaları mevcut. "Bırakınız yapsınlar"ın Almanya temsilcileri.

Son olarak aşırı sağ Almanya İçin Alternatif Parti. Kan kaybediyor çünkü çözümleri net değil; korku satıyor. Örneğin Türkiye uslu duracaksa NATO üyesi kalabilir diyor. Buna karşın CDU da SPD de Türkiye kayda değer bir NATO üyesi fikrinde.

Almanya'da siyaset sahası bu 6 parti ve fikirleriyle dolu. Ve ilginci; 6 ay iktidar kurulamasa da orada bürokrasi işliyor, kurumlar çalışıyor.
 

 

"Despot liderler ve kovboylar olduğu sürece Kant'ın kozmopolitan dünya toplumu hep tehlikede!"

- Der Spiegel dergisinde Florian Gathmann'ın "İşgalden Sonra: Avrupa'nın Pasifist Devi Uyanıyor mu?" makalesinde Sosyal Demokrat Parti ile Yeşiller Partisi'nin Ukrayna savaşından sonra, savaş karşıtı söylemlerinde ve Nükleer Silahların Yasaklanması Antlaşması'na karşı tavırlarında tam tersi bir dönüşüm yaşandığına dair makaledeki tespitlerden yola çıkarak şunu sormak istiyorum. Realizm, idealizme galebe mi çalıyor Alman siyasetinde? II. Dünya Savaşından sonra müttefiklerinin izniyle kurduğu ordudan, şimdilerde 100 Milyar Euroluk özel fon, Ukrayna'ya silah sevkiyatı, Ukrayna savaşında ABD'ye tabi olması vb gibi uygulamaları düşündüğümüzde "Zeitgest/Zamanın Ruhu" Almanya için temel bir ilkedir diyebilir miyiz?

Devletlulaşma yaşıyor Sosyal Demokratlar veya Yeşiller! İdealler-ilkeler hoştur, bazen kırılma anları yaşanır. Başka bir gerçeklik doğar ve ona göre zırh takınırsınız. 1990-2004 arası o kadar gaza bastı ki AB'li siyasetçiler, neredeyse United States of Europe'u (Birleşik Avrupa) ortaya çıkarıyorlardı.

2005'te AB Anayasası reddedilince ve birleşik bir Avrupa Ordusu da zuhur etmeyince ve ABD arkasında NATO üzerinden Batı saflarını tekrardan sıklaştırma amacında Ukrayna'ya rol verince -ki Putin bu işgal ve yıkım denemesiyle ne kazanacağını öngördü, henüz yakınları bile çözemedi- Avrupa tahminlerin ötesinde bir travma yaşadı! Gathmann, biraz abartıyor!

Çünkü Scholz o kadar Sosyal Demokrat geleneğe uymak istedi ki Ukrayna'ya silah desteği konusunda gönülsüz davranarak ama kamuoyu ve reel korkular bu noktada "devletlulaşma" prensibini telgraf yağdırınca bu karar geldi. 

Bu dönüşüm gerçek bir vakanın sonucu, özgür iradeyle alınmış bir karar değil; Putin zorladı, uykuları kaçırdı! Yani realizm idealizme galebe gelmiyor; gerçeğin ta kendisi vuku buluyor! Karşıdan üzerinize ayı koşuyor; siz herhalde ayı kardeş konuşalım mı demezsiniz; neyiniz varsa topyekûn hazırlığınızı yaparsınız. Fakat iki dünya savaşından da Rusya dâhil iri aktörler hiç ders çıkarmamış, yazık 80 milyon ölmüşe üzgünlük gönderiyorum.

Diğer yandan, Murat Belge'nin Almanya'nın da militarizmini analiz ettiği kitabına atfen, ehlileştirilen militarizm geri döner mi? Almanya AB içinde sosyalize oldu, çok hicapları var geçmişten. Fakat bazen uluslararası ilişkiler ve siyaset bizdeki Türk düşün dünyasıyla açıklanmamalı ki açıklanamıyor! Machiavelli "amaç için her yolu mübah gören" politikacıların varlıklarını zihinlere kazır.

Freud da doğal egoyu ve gücün içkin kaynaklarını unutturmaz. "Belki yeni bir dünya kurulur ve Yeni Almanya orada yerini alır." diye içinden geçiren Alman devlet yöneticileri illa mevcuttur fakat kanımca genel eğilim; zaten ticaret ve siyaset lideri olarak AB'de öne çıkan ülke, sanki Wilhelm İmparatorluk stratejisini aktüalize etmiş görünüyor. Yani daha ötesine gerek yok diyor çoğunluk. 

Makul damarı şeytanlaştıran despot liderler ve ortalığı savaş havasına döndüren kovboylar olduğu sürece Kant'ın kozmopolitan dünya toplumu hep tehlikede! Büyük Güçlerin Yükseliş ve Düşüşleri gibi kaynaklar üzerinden; küresel devletlerin emperyalist stratejileri bizim üniversitelerde de ayrı bir doktora dersi olarak kesinlikle okutulmalı, karşı stratejiler üretilmeli, Kant'ı bol bol okuyup tartışarak.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU