Diyanet İşleri Başkanlığı'nca hazırlanıp cuma günleri camilerde okunan hutbeler, toplumun bir kesimi tarafından laikliğe aykırı görülerek eleştiriliyor.
Bir önceki haftanın konusu kadın giyimi, geçen haftanınki ise tatil kültürü üzerindeydi.
Ancak bu hutbeler, sosyolojik açıdan da yorumlanmaya muhtaçtır.
Diyanet, tatil ve tatile gitme kültürünü doğrudan eleştirmiyor.
Yatlarını Bodrum kıyılarına demirlemiş ihale vurguncusu, görgüsüz, burjuvazinin en kalantor ve görgüsüz kesimlerin yaptıkları lüks harcamalara yükleniyor.
Cami cemaatinin bu sözlere karşı çıkması beklenemez.
Cami, hem bir tartışma yeri değildir hem de bu sözler cemaatin itiraz edecekleri şeyler değildir.
Bu vesile ile Diyanet'in hitap ettiği ve duygularını dile getirdiği sınıf üzerinde durmak yerinde olur.
Diyanet, denebilir ki Türkiye kırsalına, yoksullarına ve onların kültürlerine hitap ediyor.
Bu, garip bir sınıf mücadelesidir.
Sınıfların ortadan kaldırılmasını hedeflemiyor, değil, bir üst sınıfın kendisini geride bırakmasına laf ediyor.
Çünkü İslamiyet, sınıflı bir topluma inmiştir ve sınıfların varlığını doğal bulur.
Tatil de nereden çıktı?
Türkiye halkının geleneksel kültüründe tatil diye bir kavram yoktur.
Tarım ve hayvancılığa dayanan bir yaşam biçiminde işe belirli bir süre ara verilmesini gerektiren yağmur, kar, aşırı soğuk gibi hava koşullarıdır.
Yaylacılık, tatil amacıyla değil, hayvanlara yeni otlaklar bulmak, orada bazı kış hazırlıklarını yapmak içindir.
Kentlere yerleşmiş Türklerin de en zenginlerinin deniz kıyısında yazlık bir yalısı bulunurdu.
Bugün İstanbul Boğazı kıyılarındaki köşkler, Osmanlı'nın son dönemlerinde yazlık ihtiyacı için kullanılan yapılardı.
Yüksek üst sınıflara mensup olmayan kadınların ise bir dakikaları boş geçmez.
Birbirlerine oturmaya gidecekleri zaman da ellerine "iş"lerini alıp giderler.
Yazın tamamını veya bir kısmını deniz kıyısında bir yazlıkta geçirmek ve orada denize girmek âdeti Batılılaşma tarihimizin bir parçasıdır.
Buralarda yazlık sahibi olma, orta sınıfların bir geleneği hâline gelmiştir.
İstanbul'un batısında Marmara kıyılarından başlayarak Tekirdağ, Çanakkale, Balıkesir (Kuzey ve Batı kıyıları), İzmir, Aydın, Muğla, Antalya, Mersin, Adana ve Hatay'ın deniz kıyıları yazlıklarla dolmuştur ve haziran-eylül ayları içinde buralarda birkaç milyon insan tatil yapmaktadır.
Tatilcilerin işlerini görmek, ihtiyaçlarını karşılamak için de yüzbinlerce esnaf ve işçi de bundan ekmek kazanıyor.
1967'de bir aylık maaşımı cebime koyup çıktığım bir Batı Anadolu gezimde yolum Bodrum'un Türk Bükü köyüne düşmüştü.
Burası 30-40 haneli bir ege köyü idi. Tek bir yabancı yoktu.
Bugün Türkbükü İstanbul Zenginleri tarafından istila edilmiştir. Tek bir köylü orada kalmamıştır.
Side'de antik tiyatrodan baka tek bir yapı yoktu.
Ören, yalnızca bir Milas köyü idi. Tatillerde geziye çıkanlar da nadirdi.
Öyle ki yalnız 5 köyü bulunan Kuşadası'nın İlköğretim müdürlüğü beni, ilkokulun bir odasında müfettişler için ayrılmış misafirhanesinde yatırmıştı.
Ertesi gün Milet harabelerinin yanındaki köyün öğretmeninde konuk edilmiş, Apollon tapınağının gölgesinde tek bir yapının bulunmadığı kumsalda denize girmiştik.
Demek ki, benim yaşadığım bu olayı esas alırsak Türkiye'de yaygın yazlıkçılığın tarihi 50-60 yıldan fazla değildir.
İstanbullular daha çok Bodrum ve Çeşme'yi tercih ederken Ankara, Batı illeri halkı Ege kıyılarına yığılıyor.
Bizim çekirdek aile de 1992'den beri, Ayvalık'ta benim dışımda gelişen bir iradeyle bir yazlık sahibiyiz.
Ağustos ayında burada bir ayımızı geçiriyoruz. Bu bakımdan Diyanet'in hutbesi beni de ilgilendiriyor, ancak onun eleştirilerini üzerime almam gerekmiyor.
Ben burada Ankara'da yaptığım okuma-yazma çalışmalarıma devam ediyor, zaman zaman da bir saat kadar denize girip bedenimi güneş ve tuzlu suya emanet ediyorum.
Bir an önce Ankara'ya dönüp kısa bir süreliğine de olsa köyümü ziyaret edebilmem için ağustosun sonunu iple çektiğimi itiraf edeyim.
İçimdeki ukde
Türkiye'deki herkesin yazlıkçıların imkânlarına sahip olmalarını, buralarda hiç değilse birkaç hafta tatil yapmalarını istediğim için, bunun olmayışından sanki bir suçluluk duygusu içindeyim.
Ne var ki, köylülere bu imkân sağlansa bile buralara gelmeyeceklerini de biliyorum.
Onlar daha çok kışın oturabilecekleri "şehir kenarından" bir ev edinme isteği içindeler.
Doğalgazla ısınacaklar, çocuk ve torunları yakındaki okula gidecek, doktor "ayaklarının altında" olacak.
Köyümdeki hiç ummadığım ailelerinin birikimlerini şehirde bir ev edinerek değerlendirdiklerini gördükçe seviniyorum.
Üçüncü bir ev alma imkânına kavuşurlarsa bunun bir yazlık olmayacağını çok iyi biliyorum.
Dolayısıyla yazlıkçılık bir maddi imkân temelliyse de aynı zamanda bir yaşam biçimi, bir kültür olayıdır.
Ancak, onların çocukları ve torunları da çok geçmeden deniz kıyılarında tatilcilik yapmak isteyecekler ve bu imkâna sahip olacaklardır.
Kıyılarda yeni yazlıklar için hâlâ yer vardır.
Dolayısıyla, Diyanet'in cuma hutbesi, görünüşte tatil adına lüks harcamalara, gerçekte ise Batı'dan gelmiş bu yeni kültüre çatan bir yaşam anlayışının ifadesidir.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish