1 Mayıs haftasında Marx'ı yeniden düşünmek

Doç. Dr. Umut Hacıfevzioğlu Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Thierry Ehrmann

1 Mayıs haftasını 19'uncu yüzyılda yaşamış Alman düşünür, politik ekonomist ve bilimsel sosyalizmin kurucusu Karl Marx ile birlikte anmak yerinde olacaktır sanırım.

Marx'ın kurucusu olduğu sosyalizmin bilimselliği her ne kadar tartışmaya açık olsa da kapitalist topluma ilişkin eleştirileri güncelliğini koruyor.

Marx kapitalist toplumda egemen olan sömürü ilişkilerini, kapitalist üretim ilişkileri içinde insanın nasıl da metalaştığını, yabancılaştığını deyim yerindeyse apaçık bir biçimde ortaya koymuştu.

Yalnız, Marx'ın tüm düşüncelerini sorgusuz sualsiz savunmak da oldukça güç. Örneğin Avusturyalı filozof Karl Popper Marx'ın tarihsici yaklaşımını eleştirmişti.

Tarihin, insanın kaderine dair kehanette bulunmamızı sağlayacak belirli tarihsel ve evrimsel yasalar tarafından kontrol edildiği savını ileri süren 'tarihsicilik' (historicism), insanlık tarihinin belli bir yöne doğu önceden öngörülebilir bir süreklilik içinde devindiğini savunan tüm öğretileri içeriyor.

Popper'a göre tarihsici yaklaşımı benimseyen bir kimse, tarihi kaynağından çıkarak yolunu izleyen bir nehir gibi görür.

Dolayısıyla tarihsici, tarihin bundan sonra nereye gideceğini de görebildiği iddiasındadır ki, Marx da tarihin sonunu görebildiğini düşünüyordu.

Ona göre özel mülkiyete dayalı kapitalist toplum yerini üretim araçlarının ortak mülkiyeti üzerine kurulu sınıfsız bir toplumsal düzenine bırakacaktı.

Marx'ın söz konusu kehaneti bir gün gerçekleşir mi bunu bilmemiz mümkün görünmüyor. Tam da Popper'ın işaret ettiği gibi insanlık tarihinin gidişatının bilimsel ya da başka herhangi bir rasyonel yöntemle önceden kestirmemiz pek olanaklı görünmüyor.

Yine de bu eleştiri kanımca Marx'ın değerinden bir şey eksiltmez çünkü Marx pek çok doğru şey de söylemişti.

Örneğin, kapitalist toplumda devlet kurumlarında sorumluluk alan yöneticilerin altyapıda yer alan (altyapı, işçi-işveren çalışma şartları, iş bölümü, mülkiyet ilişkileri vb.) hâkim/egemen sınıfın çıkarlarını gözettiğini dile getirmesi gibi. Marx'ın bu düşüncesine katılmamak elde değil.

Marx'ın gözünde her egemen sınıf devlet aygıtını kendi çıkarına uygun biçimlendirmekteydi. Dolayısıyla devlet her zaman "güçlü" olanın çıkarını gözeten bir baskı aygıtı işlevi görmektedir.

Burada güçlü olandan kasıt ekonomik üstünlüğü elinde bulunduran sınıftır. İşte bu sınıf, sahip olduğu ekonomik gücün yardımıyla siyasal gücü de ele geçirir.

Hâkim sınıfın siyasal gücü ele geçirmesi yönetenleri kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda yönlendirebilmelerini mümkün kılar.

Egemen sınıfın sınıfsal çıkarı ise Marx'ın ifadesiyle "artı-değere" el koyması, yani mülksüz sınıfı sömürmesidir.

Kapitalist sistem içinde söz konusu sömürü Marx'ın dile getirdiği gibi iktisadi koşullar içinde gerçekleştirilirken hukuk yoluyla da meşrulaştırılır.

Kapitalist devlette yönetenler bu noktada, yani hukukun egemen sınıfın çıkarına araç kılınması bakımından önemli işleve sahiptirler.

Tam da bu nedenle, kapitalist devlette yönetenlerin mülksüz sınıfın ucuz birer meta haline getirilmelerinde ve buna bağlı olarak da yabancılaşmalarında sorumluluk sahibi oldukları söylenebilir.

Sonuçta mülksüz sınıfın ucuz birer meta haline getirilmesi için egemen sınıf her ne kadar bir baskı aygıtı olarak devlete ve bir baskı aracı olarak da hukuka ihtiyaç duysa da, bu devlet "kendi başına bir varlık" değildir; çünkü baskı aygıtı olarak mülksüz sınıfı ezen ve mülk sahibi sınıfın çıkarlarını gözeten devlet her şeyden önce bir insan kurumudur.

Devletin egemen sınıfın baskı aygıtı olduğu, yönetenlerin egemen sınıfın çıkarlarını gözettiği bir toplum düzeninde sömürünün ve yabancılaşmanın sona ermesi mümkün görünmemektedir. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU