Yoğunlaşmış tarih ya da Condillac'ın heykeli

Celalettin Can Independent Türkçe için yazdı

Kolaj: Independent Türkçe

Her kuşağın tarihinde kendine özgü yanları vardır.

78 kuşağının tarihini diğer kuşakların, hatta 68 kuşağının tarihinden ayıran 'kendine özgü yanları nedir?'

Bu konuda birçok şey söylenebilir.

Biz burada 78 kuşağının yaşadığı tarihsel kesiti, "yoğunlaşmış tarih" kavramıyla adlandıracağız.

Bu kısacık tarih dilimini gözünün önünden bir film şeridi gibi geçirmeyi başaran her 78'li, mücadele öncesi ve mücadele sonrası kendi yaşantısıyla kıyasladığı zaman, adeta bir "zaman sıkışmasına" uğradığını görecektir.

Zaman sıkıştı ve yoğunlaştı. Kaostan kozmosa dönüşme gibi.

Tarih o kısa dönemde sanki soyut bir zamandan somut ve maddi bir evrene dönüştü.

Elle tutulur bir şeydir, 78 kuşağının tarihi.

Tüm Türkiye tarihinde gerçek bir yoğunlaşma halidir 78 Kuşağının tarihi.

 
İki sistem

Kapitalizmin yeni evreye yükseliş dönemidir bu dönem. Türkiye kapitalizminde birikimin, merkezileşmenin, yoğunlaşmanın yeni bir evreyi artık zorunlu kıldığı, her adımında yeni bir evreyi çağrıştırdığı bir dönemdir.

İthal ikamecilik dönemini kapatıyor ve "ihracata dönük sanayileşme", "dışa açılma" adı altında neoliberal yayılmacılık, dış pazarlara egemen olma isteği dizginlenemez bir hal alıyor.

Dünya ölçeğinde "nükleer denge" temelindeki sosyalizm-emperyalizm ilişkisi son raunduna yaklaşıyor.

Silahlanma yarışı ile insanlığın varlığı arasındaki çelişki, artık ya sosyalizmden ya da emperyalizmden yana çözülecek aşamada. 1

"Denge" asla sonsuza kadar süremez. Nükleer savaş -bu çelişkiyi çözme yöntemi olarak- artık ya olanaksız ya da gerçekleştiği zaman ne sosyalizm ne de kapitalizm ayakta kalacak.

Bu, uygarlığın sonudur. O halde, geriye karşıt sistemlerden birinin yenilgiyi kabul etmesi dışında başka bir şık kalmamıştır. 

 
Yoğunlaşmış ve de seyrekleşmiş tarih 

İşte bu nesnel koşullarda 78 kuşağı, kendisini "Soğuk Savaş" dünyasının bir parçası olan Türkiye'de 'sıcak bir savaşın' içinde buldu.

71 devrimci hareketinin uğradığı geçici yenilginin ardından gelen 1971-1973 sessizliği, kısa zamanda yerini kulakları sağır eden bir gürültüye bıraktı.

Bu gürültü; derin krizin yarattığı keskin sınıf çelişkisinin, ülke çapında bütün sınıf ve katmanları harekete geçirirken oluşturduğu şiddetli sürtüşme ve çatışmaların gürültüsüydü.

Memleketin değişik sınıf ve katmanlarının gençliği, gözünü böyle bir ortamda toplumsal ve siyasal yaşama açtı.

Bir "kuluçka" döneminden bile geçmeden, anaforlu yaşamın içinde kulaç atarak yüzmeyi öğrendi.

Tarih bu gibi anlarda yoğunlaşır.

İçimizden o tarihi yaşayan herhangi bir 78'liye, "Neleri anımsıyorsun?" diye sorduğumuzda, onun bize bir çırpıda anlatabileceği tekil anılara sahip olamadığını görürüz.

Onun belleğinde bir tek ya da birkaç anılmaya değer yaşantı parçacığı yoktur; bir bütün vardır. "Hangisini anımsamalı?" diye düşünür. Beynine hücum eden tekil birkaç çarpıcı olay değil, o kısa tarih diliminin bütünüdür.

Bir insanın yaşamında ölümle yüz yüze gelmek -büyük savaşları saymazsak- öylesine ender bir olaydır ki, kişi bunu, yaşamının her anında defalarca ve değişik yönleriyle anmadan edemez.

Oysa 78 kuşağının insanları yalnız başkalarının değil, kendi ölümlerinin eşiğinden de defalarca dönmüşlerdir.

Bir defa yaşanan ölüm korkusunun bütün bir ömür boyunca süren etkisine karşılık, defalarca yaşanan ölüm korkusunun etkisi, nitelikçe farklıdır.

Bu korkuyu bir kez yaşayan kişi, bunu her fırsatta eşine, dostuna, çocuğuna ve torununa, hatta biraz işin içine öykü de karıştırarak anlatır.

Bunu anlatırken, korkunun yaşandığı esnadaki ciddiyetinden hiçbir şey kaybetmez. Hatta denebilir ki, yaşanan korku abartılır.

İnsana tersi olur gibi gelse de defalarca yaşanan ölüm korkusu, bir tek kere yaşanandan daha az anımsanır.

Bizim 78'lilerle konuşan her insan, onların kendi başlarından geçen serüvenleri biraz umursamaz bir tutumla ve çoğu defa da mizahi bir anlatımla ele aldıklarını kolayca fark edebilir.

Bu psikolojik yaklaşım, 78'linin olayları kanıksamış olmasından ya da önemsemez gibi davrandığından değildir.

78'li, bu kısa tarihsel dönemi yoğunlaştırılmış olarak yaşamıştır. Her gelen gün, bir öncekinin korkusunu da coşkusunu da silip götürmüştür.

Zaman öylesine hızlanmıştır ki, yaşanan her saat akıl almaz ölçüde büyümüş; 78'li, arkasında bıraktığı zamanı düşünemez olmuş, yaşanan o saat sanki bütün bir hayat değeri kazanmıştır.

Ardından gelen yeni saat, dünyaları sığdırdığımız geçmiş saati bize unutturmuştur.

Şöyle belleklerimizi zorlarsak, o kısacık saatler içinde bir devrimcinin beş dakika önce korkak, beş dakika sonra cesur ve nihayet bir sonraki dakikalarda uyur gezer bir psikolojiye bürünebildiğini hatırlayabiliriz.

Bencil dediğimiz bir devrimcinin, arkadaşı uğruna yaşamını hiçe saydığına, özverili sandığımız bir devrimcinin bir dilim daha fazla ekmek yeme arsızlığı gösterdiğine tanık olmuşuzdur.

Bir korkuya alışırken yeni bir korkuya doğru sürükleniş, bir cesaret gösterisiyle "gururlanmaya" bile fırsat bulamadan, çok daha riskli ve cesaret isteyen yeni bir atılıma yelteniş, on dakika önce yaşanan akıl almaz olayları birbirine anlatma, olayları analiz etme fırsatı bulamadan çok daha karmaşık olayların içine doğru akış, kısaca neyin nerede başladığını, neyin nerede bittiğini anlamının adeta imkânsız olduğu bir zaman "sıkışıklığı"...

78'linin "yoğunlaşmış tarihi" buna benzer nice olgularla doludur.

"Yaşanmamışlıklardan" yakınıldığını çok duymuşuzdur.

78'linin aşkı, şiiri, yıldızları, çiçekleri tanımadığı, yaşamadığı kulaktan kulağa kimi zaman acımayla, kimi zaman da istihzayla fısıldanmıştır.

Doğru mudur bu?

Eğer şu "yoğunlaşmış tarihi" ayrıştırmak ve bir 78'linin diyelim ki "aşk tarihini", bu yoğunlaşmış tarihin içinden çekip çıkarabilmek mümkün olsaydı; 78'linin, insan yaşamının bu en temel yanlarından birine bütünüyle yabancı olduğunu kolayca söyleyebilirdik.

Bunu söyler söylemez de 78'linin bütünsel bir insan olmadığını, "yarım" kaldığını, "yaşanmamışlığın" bütün olumsuz özelliklerini taşıdığını da kolayca kabullenebilirdik.

Buradan bir adım daha ileri gidip, 78'linin mücadele sonrası yaşamına işte bu "yaşanmamışlığın" damgasını vurduğunu iddia edip, bu kuşağı "yitik kuşak" olarak gözden çıkarabilirdik.

Bu yüzeydeki görüntünün altında, 78 kuşağının insana ait bütün duyguları yaşadığını anlamak için, o dönemin "yoğunlaşmış tarih" olduğu gerçeğini kavramak gerekir.

"Seyrekleşmiş" tarihsel dönemlerde insani duyguların birbirini izlemesi, bir duygunun diğerine üstün gelmesi; kişinin, yaşamının bir dönemini "aşk tarihi", ardı sıra gelen dönemi "iş tarihi", bir üçüncüsünü de "mücadele tarihi" olarak yaşaması mümkündür.

78 kuşağının tarihini tek bir insani edimle açıklamak mümkün değildir.

Bu tarihsel, yoğun dönemde insana ait bütün duygular, bütün düşünceler, bütün davranışlar öylesine iç içe geçmiş, öylesine birbirinden ayırt edilemez olmuştur ki, siz o tarihsel dönemi yaşayan 78'linin "aşık bir devrimci" mi, "öfkeli bir devrimci" mi, "geleceğini düşünen bir devrimci" mi, "kendini fedaya hazır bir devrimci" mi olduğunu anlayamazsınız.

Kırmızı elmanın içinden kırmızıyı çıkarıp, "işte bu saf kırmızıdır" demek nasıl imkânsız bir şeyse, 78'li devrimciyi şu ya da bu insani özelliğini diğer özelliklerinden soyutlayarak tanımak öylesine imkansızdır.

"Yoğunlaşmış tarih", o tarihin öznelerinin bütün yaşantılarını, duygularını ve düşüncelerini zaman presi altında ezmiş, içi içe geçirmiş, eritmiş ve onları dıştan bakanların gözünde adeta birer "çelik bilye" haline getirmiştir.

Övünmek gibi olmasın ama kuşağımızın sayısız bireyinin gerçekten de o çetin günlerde birer "çelik bilye" olduğunu itiraf etmek gerekir.

Bu 78'linin ruhsuz bir çelik külçe olduğunu söylemeye varmamalı. Eğer öyle olsaydı, onların ölümüne, acı çekmelerine ilgisiz kalınmasını meşru saymamız gerekirdi.

Dışarıdan bakana birer "çelik bilye" gibi görünen o insanların yüreklerinde nice aşk acılarının, nice özlemlerin fırtınalar estirdiğini, cesaret timsallerimizin içinde korku ürpertilerinin kol gezdiğini unutmamak gerekir.

Cezaevlerinde, işte bu duygular pek çok 78'liyi şiir dünyasına götürmüş, 78 kuşağı içinden çıkan çok sayıda "cezaevi şairi" edebiyat dünyamıza katılmıştır.

"Seyrekleşmiş tarih" diliminde kendi başına, eski deyimle münhasıran yaşananların, 78'lilerin "yoğunlaşmış tarihinde" yaşanmadığı bir gerçektir.

Bu "yaşanmamışlık" değildir. Her şey ama her şey; aşk, korku, cesaret, sevgi, nefret, sadakat ve hıyanet bir arada, aynı anda, iç içe, ne olduğunun bile bilincine varmaya zaman kalmadan yaşanmıştır.

Eğer siz, erkek yoldaşının yanında vurulup can vermek üzere olan bir kadın 78'linin gözlerine o son anında bakmış olsaydınız; oradaki huzuru, insana ait bütün duyguları yaşamış olmanın rahatlığını ve yanı başındaki erkek arkadaşına aşkların en temiziyle son defa baktığını kolayca görebilirdiniz.

Böyle gencecik kadın ve erkeklerin ölüm anında pişmanlıktan eser bile olmayan insanlık durumları, biliniz ki, ancak "yoğunlaşmış bir tarihsel dönemin" ürünü olabilirdi.

Her şey yaşanmıştır bu tarihte.

Büyük bir hızla, büyük bir yoğunlukla, yaşananın bilincine bile varmamızı engelleyen bir çabuklukla yaşanmıştır.

Ölüm ve yaşamın böylesine iç içe geçtiği beş-altı yıl, insani bütün duyguların ve yaşantıların iç içe geçmesinden başka nedir ki?

Bugün 78 kuşağının "yaşanmamışlık" sendromu içinde savrulup gittiğini düşünenler, yalnız bizim kuşağımızın eleştiricileri değildir. Bu görüş, bizim aramızda da yaygındır.

Yaygındır; çünkü 78'li, zindan sonrasında gözünü "yeni yaşama" açtığı zaman, artık seyrekleşmiş bugünkü tarih içindeki insanlardan çok farklı olduğunu görmüştür.

Yaşamın bütünlüğü bozulmuştur. İnsana ait duygular, istekler birbirinden ve özellikle de devrimci mücadeleden ayrılmış, kendi başlarına yol almışlardır.

Burada devrimcilik, şurada iş yaşamı, bir yanda aşk, öte yanda televizyon seyirciliği... Her yaşantı boşlukta birbirinden uzakta uçuşur gibidir. Yoğunluk yoktur. Yaşantı yoğunluğunu yitirmiştir

78'li işte bu tabloda yargılamıştır kendisini.

Bu yeni ve "seyrekleşmiş tarihi", yaşanması gereken asıl tarih sandığı ölçüde, kendi "yoğunlaşmış tarihine" yabancılaşmış ve o da tıpkı kendisine acıyan ya da istihzayla bakan eleştirmenlerimiz gibi "yaşanmamışlık" halinden şikâyet etmiş ve ardından da "yaşamaya" başlamıştır...

Böyle olsa da bizim yoğunlaşmış tarihimiz, şaşırtıcı bir etkiye sahiptir. 


Condillac'ın heykeli

O tarihin içinde mayalanan 78'linin sosyal kişiliği, küçük dokunuşta yeniden yaşam buluyor.

Başının belaya girdiği binbir badirenin her birini ayrıntılarıyla anımsamakta güçlük çekse bile bu "yoğunlaşmış tarihi" o anda hatırlıyor.

Tıpkı "Condillac'ın heykeli" gibi. 2

Vakıf, bugünün dünyasında, 78'liyi kalın bir kabukla eski duyumlarından uzak bırakan duruma son verme çabası içinde oluyor, olacaktır.

Bu bir ölçüde başarılırsa dondurulmuş 78'li heykelin, her duyu organı üstündeki kabuğu kırılacak, özgür kalan her duyu organı, 78'liye o bildiği bütün duyguları yeniden anımsatacaktır.

Bugünün insanı rengi yalnız gözüyle, kokuyu burnuyla, sesi kulağı ile tadı diliyle ve sertliği derisiyle duyuyor.

78'li her şeyi beş duyusuyla duyan kişidir. Duyduğunun aşk mı, sınıfsal öfke mi, korku mu, cesaret mi olduğunu bir türlü anlayamaması bundandır.

Yoğunlaşmış tarihimiz, böyle bir yoğunluk vermiştir kuşağımıza.

Denebilir ki, bütün bu anlatılanlarda abartma var.

Olabilir...

Bu, bizim kuşağımız hakkında yaratılan abartılı suçlamalarla kıyaslanırsa, bizim abartımızın gerçeğe bin kere daha yakın olduğu kolayca görünür.

Abartıyı hak etmiş bir kuşaktır 78 kuşağı...

 

 

1. Sosyalizm-Emperyalizm çelişkisini ifade ederken amacımız bu iki kavram hakkında görüş belirtmek değildir. Mesela gelişmesinin bir aşamasından sonra deforme olmuş düzeyde revizyona uğrayan, kimilerinin reel-sosyalizm, bizlerinde modern revizyonizm dediği sosyalizmin ne kadar sosyalizm olduğu çok tartışmalı olan konuları tartışmak ya da tartışmaya açmakta değildir. Gelinen noktada İki sistem arasındaki çelişkinin bizi kuşağımızı da etkileyen muhtemel sonuçlarıyla düzeyini ifade etmektir.

2. "Heykel adam deneyi" sahibi Fransız filozof Etienne Bonnot de Condillac fikirlerimizin tek kaynağı olduğunu kabul eder; duyum. Bizim gibi yaşayan, fakat mermerden kabuğu nedeniyle duyum alamayan bir heykel düşünür. Bu kabuğun çeşitli parçaları kaldırıldıkça, heykel zihin yaşamına kavuşur. Sonra…. (tamamlayıcı bilgi için bakz. Emine Yamanlar, Felsefe Tarihi)

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU