Arap Baharı’nın son kalesi de düştü: Ortadoğu karanlık geçmişine dönüyor

Tunus’taki anayasal darbe 2011’de diktatörlüğü ve yoksunluğu bitirme amacıyla başlayan ayaklanmaların trajik destanını sonlandırıyor

Tunus'taki hükümet muhalifi gösterilerde güvenlik güçleri ve göstericiler karşı karşıya geliyor (AFP)

Kahire’deki mahzun bir duvar yazısında bir zamanlar Ortadoğu’yu yöneten zalim otokrasileri devirme iddiasındaki Arap Baharı’na işaret edilerek şu soruluyordu:

Hiç gelmeyen yarını hatırlıyor musunuz?

Burada bahsedilen ‘yarın’, 2011'deki Arap ayaklanmasından doğan son demokrasinin darbeyle yıkıldığı bu hafta, daha da uzak bir geleceğe havale oldu. Tam da olması gerektiği gibi, bu, Tunus’ta yani 10 yıl önce bir sebze satıcısının yolsuzluk ve diktatörlük rejimini protesto etmek için kendini yakmasının ardından Arap Baharı’nın başladığı yerde gerçekleşti.

25 Temmuz'da Tunus'un Trump tarzı popülist başkanı Kays Said, başbakanı görevden aldı, parlamento faaliyetini durdurdu ve kendisini başsavcı ilan etti. Tıpkı Donald Trump gibi, 2019'da seçilmesinden bu yana geçen yıllarda ülkenin içinde bulunduğu korkunç durumdan parlamento üyelerini, muhalif medyayı ve devlet kurumlarını suçladı. Anketler pek çok Tunuslunun ona inandığını gösteriyor.

İktidarın ele geçirilmesi “anayasal darbe” olarak adlandırıldı, çünkü mesleği hukuk profesörlüğü olan Said zaten başkandı ama otokrasiye yönelik kararlı adımlar atmaya başladı. Şimdiye dek birçok ülkede diktatörlüğe giden bu yoldan geçildi ve Tunus darbesi, Arap Baharı'nın trajik destanının yalnızca son bölümü. Ortadoğu ve Kuzey Afrika'daki hemen her ülke, çok da uzun olmayan bir süre önceye kadar bir daha hiç ortaya çıkmayacağını düşündükleri karanlık siyasi çağlara geri döndü ya da zaten oradan hiç çıkmamışlardı.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Batı medyası başarı olasılığı konusunda aşırı iyimser olmasına rağmen, Arap Baharı’nın ilk aşamalarında sahte bir şey yoktu. Kendiliğinden ayaklanmalar, Tunus'tan Mısır, Bahreyn, Yemen, Libya ve Suriye'ye yayıldı. Sokaklara dökülen vatandaşlar, “Ekmek! Özgürlük! Toplumsal adalet! Halk rejimin düşmesini talep ediyor!” gibi sloganlar atıyorlardı.

Ve dünya çapında televizyonlar Kahire'deki Tahrir Meydanı'nda polisle çatışan protestocuların ve Muammer Kaddafi'nin askerleriyle savaşarak Bingazi'ye doğru ilerleyen Libyalı milislerin resimleriyle dolunca rejimler düştü ya da sarsıldı. Devrimci ayak takımının baskıcı güçlere karşı mücadele ettiği sahneler Sefiller'den (Les Misérables) fırlamış gibiydi.

Birçok yönden bu yeterince doğruydu ancak zafer şansı her zaman göründüğünden daha azdı. İlk başta göstericiler şaşırtma avantajına sahipti, çünkü devirmeye çalıştıkları taşlaşmış rejimler daha önce hiç bu kadar büyük kitlesel protestolarla karşılaşmamıştı. Yetkililer, halkı öfkelendirmeye yetecek kadar şiddet kullandı ama yıldırmaya yetecek kadar değil. Sosyal medyanın resmi propagandayı nasıl kuşatıp ve marjinalleştirdiğine dair çok fazla hüsnükuruntu vardı.

Arap Baharı’nın en büyük zaferi, Hüsnü Mübarek'in 29 yıllık iktidarın ardından görevden alındığı 90 milyon nüfuslu Mısır'da gerçekleşti. Kendi başarıları karşısında hayrete düşen devrimciler, başarılarının sınırlarını kavrayamadı. Temmuz 2013'te halk desteğiyle askeri darbe gerçekleştiren ve Mübarek'inkinden daha baskıcı bir rejim kuran Mısır ordusu başta olmak üzere devlet kurumlarının idaresini hiçbir zaman ele almadılar.

Özetle, 2011'de parlak bir gelecek hayal eden ülkeler birer birer umutlarının söndüğünü gördü. Bahreyn'de Sünni monarşi, Şii çoğunluğun gösterilerini vahşice bastırdı, yaralıları tedavi eden doktorlara işkence etti ve hiçbir kanıt olmaksızın protestoların İran tarafından yönetildiğini iddia etti.

Arap Baharı'nın sonucu, hâkim olduğu altı ülkede durum eskisinden daha kötü olduğu için tam anlamıyla bir felaketti. Bunların üçünde (Libya, Suriye ve Yemen) tümü dış güçler tarafından körüklenen ve manipüle edilen iç savaşlar şiddetleniyor ve hiçbiri sona erecek gibi durmuyor. Mısır'daki ve bilfiil Suudi Arabistan'ın vekaleti altındaki Bahreyn'deki hükümetler, herhangi bir muhalefet kıvılcımını acımasızca eziyor. Tahmin edilebileceği gibi, Mısır ve Suudi Arabistan Tunus'taki cumhurbaşkanlığı darbesini memnuniyetle karşıladı.

O zaman ve takip eden yıllarda tüm bu isyanlar hakkında haber ve yazılar kaleme aldım. Her şeyin yoluna gireceğine dair hiçbir zaman iyimser olmadım, ancak 10 yıl önce Mübarek'in düşmesinden sonra Kahire'de oturup Bingazi'deki devrimi mi yoksa Bahreyn'deki devrimi mi ele almalıyım diye karar vermeye çalışırken, yeni bir günün şafağının baş döndürücü atmosferine kapılmamak imkansızdı.

O zaman bile eski rejimlerin uslu uslu ortadan kalkmayacağından şüpheleniyordum. Mısır bürokrasisiyle küçük çaplı çatışmalarım, iktidar mücadelesinde hâlâ bariz bir kazanan beklediklerine beni ikna etti. Libya'da Kaddafi'nin öldürülmesinden sonra geçiş hükümetinin ilk tekliflerinden birinin çok eşlilik yasağını kaldırmak olması, çok şey anlatıyordu.

O zamandan beri kendime Arap Baharı sırasında gösteri yapan milyonların kazanıp kazanamayacağını ya da güç dengesinin her daim onların çok aleyhine olup olmadığını sordum. İlkinden daha başarılı ikinci bir devrimci dalga olacaksa, bu soruya verilecek yanıt hayatidir.


Ortadoğu'nun dışında, 10 yıl önce oyunda olan güçlerin vizyonu her zaman “kötüler” ve “iyiler” arasındaki mücadele naifliğindeydi. Arap Baharı, neredeyse başından beri, devrim ve karşı-devrimin tuhaf bir karışımıydı. Örneğin, Libya ve Suriye'de gerçek halk ayaklanmaları gerçekleşti ama misal; Körfez'in Sünni mutlak monarşileri Suudi Arabistan, BAE ve Katar'ın destekledikleri parti ve milislere, sekülerizm, demokrasi ve ifade özgürlüğünü yaymak için büyük miktarlarda para verdiğini hayal etmek saçmaydı.

Rejim karşıtı hareketler, Batıyla ilişkilerinde dini ve etnik bağlılıklarını önemsiz gösterecek ve liberal demokrasinin kelime dağarcığını kullanacaktır. Genellikle eleştiriye tabi tutulmaksızın sözlerine itibar edildi. 2003'te ABD öncülüğündeki işgalden önce Irak'taki Saddam Hüseyin  karşıtı muhalefet tüm mezhepsel nefretleri ona yükledi ve Beşar Esad'ın muhalifleri 2011'den sonra hemen hemen aynı şeyi yaptı. Ancak her iki ülkede de askeri cepheler genellikle yerel toplulukların dini ve etnik bağlılıklarını yansıtıyor. 

Afganistan ve Irak'taki askeri müdahalelere öncülük eden Batılı politikacılar da aynı şekilde, başlıca amaçlarından birinin parlamenter demokrasiyi ve kişisel özgürlüğü yaymak olduğunu iddia ediyordu. Ancak bu müdahaleleri haberleştirirken edindiğim deneyimim, bunların 19. yüzyılın emperyal girişimlerinden pek de farklı olmadığı ve bölünmeleri alevlendirmeye ve kaosu yaymaya hizmet ettiği yönündeydi.

Tunus'taki ilk ayaklanma büyük bir uluslararası ilgi uyandırdı ancak aynı ülkede geçen pazar yapılan cumhurbaşkanlığı darbesi haber gündemine neredeyse hiç giremedi. Bu, en benmerkezci ulusal bakış açısından bile bir hatadır zira büyük bir insanlık dramı şimdi Kabil'den Tunus'a 4 bin 800 kilometreye ve Şam'dan Mogadişu'ya 3 bin 200 kilometreden fazla bir mesafeye uzanmaktadır.

Bu geniş yoksunluk, diktatörlük ve şiddet kuşağı IŞİD'i yeniden canlandırabilir veya El Kaide tipi yeni örgütlerin yükselişine yol açabilir. Kendi ülkelerinde kendisi için gelecek görmeyenlerin bir kez daha Avrupa'ya giden büyük mülteci akınlarına neden olacağı da kesin.


https://www.independent.co.uk/voices

Independent Türkçe için çeviren: Tilbe Akan

Bu makale kaynağından aslına sadık kalınarak çevrilmiştir. İfade edilen görüşler Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independent

DAHA FAZLA HABER OKU