İnsana dair (1)

Prof. Dr. Ahmet Özer, Independent Türkçe için yazdı

Giriş

İnsan değerli bir varlık. İnsanın değeri özelliğinden kaynaklanır, insanın özelliği de onu diğer canlılardan ayıran yanına dayanır. Bu yan akıl sahibi bir varlık olmasına ve düşünme yeteneğine dayanır, denilmektedir. Bu doğru bilinen eksik hatta hatalı bir bilgidir. Çünkü bayin ve onun türevi olan akıl ve onun da türevi olan düşünme denilen etkinlik derece farkıyla hayvanlarda da mevcut olduğu artık bilinen bir gerçektir. Düşünme yeteneği önemlidir ama insanın ayırıcı özelliği için tek başına yeterli olamaz. İnsanı diğer varlıklardan ayıran başka özellikleri olması gerekir. Bu işin bir yanı, diğer yönü de nerden gelip nereye doğru gidiyor olmasıdır, insanoğlu ve insanlığın? Bu yazıda bunları irdelemeye, tartışmaya çalışıyorum.

       Kategoriler

       İnsana dair düşündüğümde, aklıma varlığa dair (ontolojik) birkaç kategori gelir. 1)Varlık kategorisi, 2) Canlılar kategorisi ve 3) Hayvan(lar) kategorisi (ki bu da insanlar ve diğer hayvanlar olarak ayrılır) bunlardan sadece üçüdür. 

       Önce varlık kategorisini ele alalım: Evrende ya da biraz daha sınırlamayla dünyada reel olarak varlığa ilişkin dört katman vardır. Buna dört çeşit varlık türü de demek mümkündür. Cansız varlıklar, bitkiler, hayvanlar ve insanlar. Bu kategorileri dört katlı bir apartman gibi düşünmenizi istiyorum: Birinci katta cansız varlıklar yer alıyor, ikinci katta bitkiler, üçüncü katta hayvanlar, dördüncü katta insanlar yer alır. (Eğer dindar biri iseniz buna beşinci kat olarak melekleri ve en son kata ise tanrı katını ekleyebilirsiniz.)

       Şimdi bir bakalım. Apartmanın en altında cansız varlıklar yer alıyordu değil mi? Nedir bunlar ya da nelerden oluşur (lar)? Taş, toprak, madenler, su, hava, ateş gibi canlı olmayan tüm varlıklar bu kategoride yer alır. Bunların üstünde, yanı apartmanın ikinci katında bitkiler var. Bu katta yer alan varlıklarda (yani bitkilerde) can var, (canlıdırlar), ama “ruh” (dediğimiz şey) yoktur. Bitkilerin üstünde, yani apartmanın üçüncü katında ise hayvanlar yer alıyor. Hayvanlarda ise ruh var ama düşünme yeteneği tam olarak gelişmemiş. Dördüncü katta ise düşünme yeteneğine de sahip olan insanlar oturuyor.

       Şimdi de insana biraz daha yakından bakalım: İnsan denen varlıkta bahsi geçen dört kategorinin tüm özellikleri mevcut. Hayvan üç katın özelliklerine sahip, canlılar iki katın, cansızlar ise ilk katın özelliklerine sahip. Diğer bir deyişle her katta oturan kendinden önceki katları da kapsıyor. Örneğin bitkiler cansız varlığı da içerir, hayvanlar bitkilerin özelliklerini de taşır, yani bitkilerin sahip olduklarına da sahiptir, insan ise her dördünün de sahip olduğu özelliklere sahip tek varlıktır, diğer bir deyişle onlarda var olan bütün özellikleri de içeriyor.

       Argümanımızı biraz somutlaştıralım: İnsanda cansız olan varlık kategorisi var, tırnak gibi, nasır gibi. İnsanda bitkiler alemin sahip olduğu canlı yanlar da var; bedende yer alan kıllar buna örnek olarak gösterilebilir. Hayvan(lar)ın sahip olduğu bütün özellikler insanda da var. İnsanda var olan bütün fizyolojik özellikler ve organlar hayvanda var olanlarla aşağı yukarı aynıdır. İnsanda olup hayvanda olmayan şey ise gelişmiş düşünme yeteneğidir. Her ikisinde de beyin var; ama beynin bir fonksiyonu olan düşünme yeteneği birinde çok gelişmiş, diğerinde az. Diğer bir deyişle hayvanlardaki can ve ruhun yanı sıra artı olarak sadece insanda olduğunu varsaydığımız gelişmiş düşünme yetisi var. Bu varlığa ve insanın içindeki varlığa dair kabaca yapabileceğimiz bir tanımlama.

       Canlılar ve ihtiyaçlar

       Gelelim ikinci kategori olan canlılar kategorisine. Canlılar kategorisi açısından baktığımızda ise onları ihtiyaçlarına göre sınıflandırmak mümkün. Canlılar dediğimizde apartmanın birinci katını atıyoruz geri kalan üç katı kastediyoruz. Yani bitkiler, hayvanlar ve insanları. Canlıların üç tür ihtiyacı vardır: Birincisi, doğal ve zorunlu olan ihtiyaçlardır. İkincisi, doğal ama zorunlu olmayan ihtiyaçlardır. Üçüncüsü de ne doğal ne de zorunlu olan ihtiyacalardır. Üstelik de bizi biz yapan da bu ihtiyaçlarımızdır. Diğer bir deyişle insanı diğer varlıklardan (canlılardan) bir de bu yönü ile ayırmamız mümkün. Nasıl mı? Anlatayım.

       Doğal ve zorunlu ihtiyaçlar hem bitkiler hem hayvanlar hem de insanlar için gerekli olan ihtiyaçlardır. İsmi üstünde zorunlu; bu ihtiyaçlar yerine getirilmediği zaman canlı ölür. Yeme, içme, barınma ve bürünme bu türden ihtiyaçlardır. Eğer bitkiyi sulamazsanız, hayvanlar beslenmezse, insanlar yiyip içip barınıp, bürünmezlerse ölürler. O nedenle bu tür ihtiyaçlar bütün canlılar için hem doğaldır hem de yaşamı sürdürmek için zorunludur.

       Doğal ama zorunlu olmayan ihtiyaçlara gelince. Örneğin cinsellik (üreme) bu türden bir ihtiyaçtır. Yerine getirilmediğinde canlı ölmez, yaşamını devam ettirir. O nedenle bu ihtiyaçlar doğaldır, ama yaşam(ak) için zorunlu değildir. Ama anti parantez belirtmeliyim ki, eğer zorunlu olmadığı için yerine getirilmezse canlı tek tek ölmez ama tür bir müddet sonra üreme olmadığı için tükenebilir. Zaman gelir toptan yok olur. Tek tek canlı değil canlının mensup olduğu tür yok olur. Örneğin hayvanlar çiftleşmez ya da insanlar birleşmezse ölmezler, ama üremedikleri için türleri zamanla yok olmakla karşı karşıya kalabilir.

       Bu iki ihtiyaç (doğal ve zorunlu ihtiyaçlar ile doğal ama zorunlu olmayan ihtiyaçlar) bakımından insan hayvanla örtüşür. Bu iki ihtiyaç türü hem hayvanlar hem de insanlar için geçerlidir. Yani işin yüzde atmış altısı ile insanlarla hayvanlar aynı ihtiyaçlara sahiptir. O zaman bundan yola çıkarak insanın üçe ikisinin kelimenin tam anlamıyla hayvan(sal) olduğunu, hayvanlarla aynı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

       Tek bir şeye yaramayan her şeye yarar

       Üçüncü ihtiyaç ise ne doğal ne de zorunlu olanlardır. Dikkat ederseniz bunlara ne zorunludur ne de doğaldır. Yani yaşamımızı idame ettirmek için zorunlu olmadıkları gibi doğal da değiller. Bunları yapmadığımız, yerine getirmediğimiz zaman ölmeyiz, yapmak zorunda da değiliz. Üstelik doğal da değiller yanı diğer verili organ ve ihtiyaçlarımız gibi bizimle doğmazlar. İşte bizi insan yapan, daha doğrusu insanı hayvandan ayıran da bu ihtiyaçlar(ımız)dır. Bu da kültürdür, sanattır, edebiyattır, felsefedir, dindir, ahlaktır vb... Yani sonradan yarattığımız her şey bu kategoride yer alır. 

       Bunlar doğal değil, yanı doğarken bizimle gelmezler, doğada da verili olarak bulunmazlar; bunlar zorunlu da değil yanı yapmadığımız zaman ölmemize sebep olmazlar. Ama bizi insan eden unsurlar bu ihtiyaçlarımızdır. Yapmadığımız zaman, üretmediğimiz zaman insan olmaktan uzaklaşır, hayvanlara yaklaşırız, onlarla aynı derekeye düşeriz. En azından sonradan inşa edilmiş, tarihsel ve kültürel bir varlık olan (yani hem geçmişin bilgileri hem de şimdinin verili durumu insanı inşa eder, yeniden yaratır) insan için bu böyledir.

       Şimdi gelelim ilk başta söylediğimiz üçüncü kategoriye. Üçüncü kategori hayvanlar kategorisi idi. Bu da sadece apartmanın üçüncü ve dördüncü katını kapsıyordu. Diğer bir deyişle insanı ve hayvanı içeriyordu. Bu kategoride yer alanlarda cansız varlık özelliği olduğu gibi canlı varlık özellikleri de var; fazladan “ruh” ve beyin de var. Lakin bu iki türü (hayvanla insanı) birbirinden ayıran en önemli özellik beynin düşünme derecesidir demiştik. Akıl demiyoruz, çünkü beynin bir fonksiyonu olarak akıl (az da olsa) hayvanda da var, ama hayvan insan gibi yoğun düşünemez. Beyin insan da dahil bütün hayvanlarda var, beynin türevleri de var, ama beynin türevleri “bütün hayvanlarda” aynı derecede gelişmemiş, işte işin püf noktası burasıdır.

       Nietzsche’nin Bakışı

       Nietzsche insanı hayvanla insan arasında gerilmiş bir ip olarak tanımlar ve aralarında nitelik farkı olmadığını, aralarında nicelik fark olduğunu ileri sürer. Yani ona göre nitelik açısından insan da bir hayvandır (ki 2500 yıl önce Aristoteles insanın sosyal/siyasal bir hayvan olduğunu söylemişti) ama düşünme biçimi ve derecesi ile hayvandan ayrılır, diğer bir deyişle düşünme biçimi hayvana göre daha gelişmiştir. Buradaki fark da niteliksel değil nicelikseldir. İnsanın düşünme yetisi hayvanın düşünme silsilesinden fazla gelişmiştir, o kadar. Diğer tüm farklar da bundan kaynaklanır. (O yüzden insan, insanla hayvan arasında gerilmiş bir iptir, diyor)

        Üstelik ona göre eğer insan düşünme denilen yetisini geliştirmezse hayvan kadar bile olamaz, hayvanın arkasında yer alır; iki nedenle, hem böyle bir yetisi olduğu halde geliştirmediği için hem de insan hayvanlar aleminde fizyolojik bakımdan hayvan(lar) kadar güçlü olamadığı için.

       Sonuç itibariyle beyin sahibi ya da kısmen beynin türevi akıl sahibi olmak insan olmak için yeterli değil, bunun için daha fazlası gerekir. Hele hele mal mülk, mevki makam bu ayırımı hiç sağlamaz. Bütün bunlarla berber insan türünün nevi şahsına münhasır birtakım özellikleri var. Sadece onda olan özellikler. Bunlar nelerdir, onlara bir bakalım

       İNSANOĞLUNUN DESTANSI YÜRÜYÜŞÜ-2

       İnsanın yüzyıllar önceki doğal durumu ile teknolojinin değiştirip dönüştürdüğü, tembelleştirdiği, türlü hastalıklara maruz bıraktığı ve mustarip kıldığı insan arasında dünya kadar fark var. Çünkü doğal durumdaki doğal insanın programlandığı durum ile bugünkü insanın yaşamı bambaşkadır. Oysa insan aslında biyolojisi ve fizyolojisi ile aynı insandır. Peki ne değişti ve bugün ne yapmalı? 8onun tarihsel ve kültürel yanını şimdilik bir yana bırakıp daha çok ayırt edici bazı fizyolojik özellikleri üzerinde duralım)

       Bir kere insan doğal biçimi ile (oturmaya ve yerinde durmaya değil) hareket etmeye programlı bir canlı varlıktır. Çünkü var olduğu günden itibaren bir yerden bir yere yürüyerek gitmiş, binlerce yıl avının peşinde koşarak onu avlamaya çalışmıştır. Modern hayatta ise çok şeyle birlikte bu özelliği de önemli değişikliklere uğradı (deyim yerinde ise darbe yedi). Bugün artık otomobile biniyor, asansörle yüzlerce katı çıkıyor, silahlarla bulunduğu yerden silahlarla avlanıyor, dolayısıyla gereği gibi yürümüyor, koşmuyor, hareket etmiyor. Yiyecekleri için bedensel bir çaba harcamıyor her şey makinelerle üretilip ayağına geliyor. Diğer insanlarla ilişki kurmak için bir efor sarf etmiyor, iletişim ve ulaşım olanakları buna cevaz vermiyor. Bu da onu hareketsiz kılıyor, değiştiriyor, hantallaştırıyor, hasta ediyor. Çünkü doğası bu “konfora” göre programlanmamıştır.

       Bir düşünsenize, günümüzde fazla yemekten ve hareketsizlikten (obeziteden) ölenlerin sayısı savaşlarda ölenlerin sayısından daha fazladır. Sadece bu da değil; bir de kanser, kalp, şeker vb. gibi modern hastalıkları düşünün. Peki bugün insan tabiri caizse fabrika ayarlarına dönebilir mi, zor; ama bu uğurda bir çabanın sahibi olabilir. Eğer hareket ile çağın getirdiği olumlu olanakları birleştirebilirse daha uzun ve daha sağlıklı yaşayabilir. Nitekim diyetler, spor salonları, doğaya dönüş varyeteleri ile sanki yeni ve mühim bir şey keşfetmiş gibi bir hareketlenmenin içinde. Fakat bun nevi kişiler 8 milyara dayanan dünya nüfusunun yüzde biri bile değil. Bu bir.

       İkincisi beslenme ile ilgilidir. Nihayetinde yaşamı sürdüren, hareket için enerji ve veren besinlerdir. İnsanoğlu doğal durumda iken çok çeşitli ve organik besleniyordu. Et ve ot(bitkiler) temel besin kaynağı idi. Hem avladığı hayvanlar sağlıklı idi hem de yediği bitkiler doğaldı, bu günkü gibi hormonlu değildi.  Bugün dünya üzerinde 8 milyar civarında insan yaşıyor, bu dünya artık bu kadar insanı beslemeye yetmiyor ne yazık ki. Üstelik dünyadaki doğal yiyecekler hızla azalıyor ve tükeniyor buna karşın nüfus ha bire geometrik olarak artıyor. Bu kadar nüfusu beslemek için bir değil beş dünya lazım. Hal böyle olunca (kapitalizm) yapay besinler, hormonlu yiyecekler, klonlanmış hayvanlarla bu açığı gidermeye çalışıyor. Bu da hastalıklara davetiye çıkarıyor. Peki akla şöyle bir soru gelebilir; bunun yerine nüfusu neden azaltmıyorlar. Aslında 20.yüzyılda bunu aile ve nüfus planlamaları ile denedi ama başaramadı. 

       Bunun yerine bazı kapitalistler topyekûn bir azaltma planının peşindeler. Savaşlar da artık eskisi gibi büyük çaplı nüfus azalmalarına yol açmadığı için kendilerine göre gereksiz bir popülasyon olarak gördükleri “ıskartaya” çıkan insanları (biyolojik silahlarla) itlaf etmek istiyorlar. Peki ne duruyorlar, neden yapmıyorlar? Çünkü hala onların ürettiği malları alacak büyük kitlelere ihtiyaç var da ondan. Buna bir çözüm bulduklarında böyle bir yola gidecekleri kesin! 

       Biz asıl konuya dönecek olursak, günümüz insanının fabrika ayarlarına (ki benim çok hoşlanmadığım bu kavramı bazı biyologlar ve felsefeciler kullanıyor) dönmesi için organik ve çeşitli beslenmeye, belli bir yaştan sonra az yemeye davet ediyorlar. Yukarıda fazla yemekten (obeziteden) ölenlerden bahsetmiştim, buna bir de kötü beslenmenin yarattığı hastalıkları ve kullanılan ilaçların getirdiği ölümleri ekleyin. İnsanlar bugün artık ilaçlarla yaşıyor, vitamin takviyeleri alıyor, kalp, nefes alma ve kanın temizlenmesi için metalden yapılmış yedek parçalar kullanıyor. Sadece şeker hastalarının bağımlı olduğu ilaç sektörünün Türkiye’deki karşılığı onlarca milyar TL’yi buluyor, bu rakam dünyada Trilyon dolarlara ulaşıyor. Aynı şey sigara başata olmak üzere diğer uyuşturucular için geçerli. Ne ki kapitalizm kar hırsı için bunları önlemek yerine (reklam da dahil) teşvik ediyor. Kimse de çıkıp insanlık namına bunların karşısında duramıyor. Çünkü bu sermaye tekelleri aynı zamanda devletleri yönetenlerin iplerini de ellerinde tutuyorlar.

       Durum öyle bir hal alıyor ki bazen ölüm kimi yerde kurtuluş oluyor. Çünkü çağımız beslenme alışkanlıkları, hastalıklar ve bunları teşvik eden ilaç endüstrisinin araçları insanları yaşatmıyor adeta süründürüyor. Daha fazla kazanç için daha çok sürünen insan gerekir onlar için. Siz eğer bunun bir aracı olmak istemiyorsanız bilinçli bir beslenmeyi rehber edinmelisiniz. 

       Üçüncü nokta çağın temel hastalığı olan strestir. Stres doğal insanın avını yakaladığı zamanlarda zuhur etse de doğası için yıkıcı değildi, tersine birazı başarı için gerekliydi. Bugün durum bu hususta tam bir faciaya dönüşmüş. Stres, çocuklardan başlayarak yaşlılara kadar herkesi pençesine almış durumda. Biraz kaygı (ve stres) bugün de başarı için gerekli; ama yaşadığımız çağın debdebesi birazın çok ötesinde bizi strese maruz bırakıyor, bu da bizim hem sağlığımızı hem de ilişkilerinizi bozarak altüst ediyor. Stres sadece zihin sağlığımızı değil ruh sağlığımızı da kemiriyor. Birçok zihinsel ve bedensel hastalığı tetikleyen bu illet sadece hücreleri bozmakla kalmayıp inananın dengesini de bozuyor. 

       Diyeceksiniz eskiden yaşam süresi kısa idi şimdi daha uzun yaşıyoruz. Doğru, ama sadece süre önemli değil, sürenin kalitesi, ne kadar acılı olup olmadığı da önemli. Ne kadar yaşadığın kadar nasıl yaşadığın da önemlidir. Uzun, acılarla dolu hastalıklı bir yaşamdansa daha kısa ama daha sağlıklı ve huzurlu bir yaşam yeğ değil midir?

       Sonuç olarak ruhsal, zihinsel ve bedensel olarak daha sağlıklı yaşamak istiyorsanız stresle baş etmek zorundasınız. Peki nasıl baş edeceğiz diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Tek çözüm psikologlar olmamalı. Şöyle söyleyeyim; bu konuda “zaman” ile barışık yaşamak en iyi çıkış yollarından biri olabilir. Çünkü en nihayetinde stresin temel kaynağı zamana ve zamanın yarattığı baskıya dayanır. 

       Modernitenin en büyük iki unsuru zaman ve mekandır. Zaman ve mekân doğal durumda serbestti ve bölümlememişti. Şimdi ikisi de modern çağın getirileri nedeniyle baskı altında ve bölünmüş durumda. Örneğin on dakika gecikirseniz uçağınızı kaçırırsınız, bu da sizi strese sokar, diğer bir deyişle uçağa zamanında yetişmenin yarattığı bir stres var. (Zaman baskısı). Bu çağda istediğin yere istediğin biçimde bir ev yapamazsın, belediyenin kurallarına (imar planlarına) uymak zorundasın. Fazla yaptıklarının düzeltilmesi ya da yıkılması düşüncesi strese yol açar. (Mekân baskısı) vb. Dolayısıyla kendini zaman ve mekan baskısından korumalısın. Doğal insan canı istediği zaman kalkardı, istediği yere istediği evi yapardı. Bu yüzden stres nedir bilmezdi, ama modern insanın en büyük düşmanına dönüşmüş durumda stres denen baskı illeti.

       Dördüncü ayar, iyi sosyal ilişkilerdir. Aslında iyi bir sosyal ilişki son tahlilde çıkarsız bir ilişkidir, o da bu günkü kapitalist dünyada nerdeyse imkansızdır. Öyle ki dostlar arasında bile zor bulunan bir şeye dönüşmüş durumda. Bu çağda para sahibi ya da dost sahibi olabilirsiniz, ama ikisine birden sahip olmazsınız. Çıkarı söz konusu olduğunda en yakınındaki kişi bile bir anda düşman olabiliyor. Çünkü çağın dinamikleri insanları böyle yetiştiriyor. (Anti parantez ironik olarak şöyle bir söz var; düşmanlarından korkma onlar sana kör atış yapar, dostların ise senin zayıf noktanı bilir, o yüzden nereye ateş edeceğini bilir, oradan gelecek atış daha can yakıcı olacaktır.)

       Neyse bu bir yana; güzel, huzurlu ve mutlu bir yaşamın olmazsa olmazı sosyal ilişkilerdir. Çünkü insan sosyal bir hayvandır. İnsanı hayvandan ayıran bu sosyal yanıdır; o yüzden başkalarıyla konuşmalı, şakalaşmalı, paylaşmalı, gülüp eğlenmelidir insan. Bu bir lüks değil, bir ihtiyaçtır. Bunun için daha önce ziyaret, zarafet ve ziyafet (üç z)’den bahsetmiştim. Fakat günümüzün koşturmacası  ve stresli yaşam biçimi buna pek elvermiyor.

       Herkesin nerdeyse bir buçuk günlük bir yaşama sahip. Bir günü, her mesai günü yaptığı aynı şey(ler), öbür yarımı da hafta sonu ailesiyle yaptığı farklı şey(ler)dir. Modern yaşam insanı öyle bir makineye çevirmiş ki; hafta boyunca hafta sonu tatili için çalışır; yıl boyu, yıllık iznini kullanacağı günlerin hayali ile yaşar; ömür boyu ise emekli olmak için çalışır. Bir öncekinin teri bir sonrakine karışır. Şairin dediği gibi; sarı bir lira gibidir ömrümüz, sandığın en değerli yerinde saklarız, vakti gelip de çıkardığımızda, bir de bakmışız ki tedavülden kalkmış. O halde bir yol bulmalı yaşamı anlamlı kılmak için. 

       Kanımca yaşamı anlamlı kılmak için beşinci adım; insanın kendini gerçekleştirmesi, kendi sınırlarını zorlaması ve kendini aşmasıdır. Doğal insan sürekli alet adavat geliştirerek ve bu sayede avını daha rahat yakalayarak kendini geliştirdi, sonra kendini aşarak yerleşik hayatı buldu, avcı toplayıcı toplumundan yerleşik tarım toplumuna geçti. Her aşama onu biraz daha ileri götürdü... Ama bugün geldiğiniz noktada nereye gittiğimiz daha doğrusu nereye savrulduğumuz belli değil. Her aşama ileri denilen bir felakete doğru sürüklüyor insanoğlunu. Efendisi olduğu makinaların kölesi olmaya doğru bir gidiş var.

       İşin büyük tarafını bir yana bırakıp tekil olarak insana baktığımızda, yani kendi bireysel sınırlarımıza baktığımızda aslolanın kendimizi keşfetmek olduğunu görürüz. Kendi sınırlarımızı aşmak için kendimizi bilmemiz gerekir, kendimizi bilmemiz için de kendimize bakmamız gerekir. Kendimize dönüp baktığımızda işte o zaman insan olmanın destansı yürüyüşü başlar. 

       İnsan olmanın sadece yeme içmeden müteşekkil olmadığını, kafasında saç yüzünde göz olmanın da insan olmak için yeterli olmadığını, insan olmanın bunlardan fazla bir şey olduğunu keşfederiz o zaman. Bu keşif başladığında yolculuk da başlar...

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU